İnsanlık Tarihi Boyunca Barınma Çözümleri ve Gelecekte Gelenekseli Arayış

Onurcan Çakır, Yarı-zamanlı Dr. Öğr. Gör

Yuva ve İçgüdüsel Formlar

Barınma, insanın varoluşu boyunca en temel ihtiyaçlarından biridir. Bu ihtiyacı sağlayan yuva, yüzyıllar boyunca evrimleşerek şekil değiştirmiş, ama temelde ihtiyaç duyulan konfor koşulları aynı kalmıştır. Başlangıçta yağmur, kar, rüzgar, güneş, soğuk ve sıcak hava gibi doğa olaylarından ve diğer olası hayvan saldırılarından korunmak üzere sığınılan evler, günümüzde tüm bunlara ek olarak, trafik gürültüsü ve hava kirliliği gibi insan yapımı etkenlere karşı da kullanıcıyı korumak üzere tasarlanmaktadır. Bazı canlılar, nesiller boyu benzer tipte yuva formları yapar ve bunu içgüdüsel olarak sürdürürler. Örneğin dokumacı kuşları (Crook, 1963), topladıkları çalı ve otları kendilerine özgü yöntemleri ile örer ve bir yuva oluştururlar. Bu yuvaların her birinin taşıyıcı yapısı birbirine benzer ve organik örüntüleri büyük değişiklikler göstermez (Resim 1). Benzer bir şekilde, toprağın içindeki karınca yuvaları veya arıların oluşturduğu petekler, insan dışı canlıların belli geometrileri nesiller boyunca sürdürme eğiliminde olduklarını göstermektedir. İnsanlar ise, tarih boyunca yaşayacakları mekanları farklı biçimlerde şekillendirmiş ve tasarlamışlardır. Bu çalışmada, insanlığın gelişimi boyunca ortaya çıkan çeşitli barınma yapılarının oluşma sebepleri ve süreçleri incelenerek aktarılmıştır. Bunun yanında yapıların ayrılmaz bir parçası olan açık mekanların ve altyapı elemanlarının kullanımı değerlendirilmiş ve sonuç kısmında gelecek öngörülerinde bulunulmuştur. 

Resim 1: Dokumacı kuşu yuvası (Crook, 1963).

Resim 1: Dokumacı kuşu yuvası (Crook, 1963).

Tarih Sürecinde Barınma Çözümleri, Malzemeler ve Formlar

İnsanların barınma ihtiyacı için ilk çözümleri mağaralardır. Kayalardaki mevcut oyuntuları veya kendileri kazarak oluşturdukları daha geniş boşlukları uyumak ve saklanmak amacıyla ilk insanların kullandıklarını, hatta bu mekanların duvarlarına mağara resimleri yaptıklarını bilmekteyiz. Mağaradan bir sonraki aşamada, avcı toplayıcı olarak hayatını sürdüren göçebe insan, gerektiğinde yanında taşıyabileceği ağırlıktaki evini hafif malzemelerden oluşturmuş, taşıyıcı sistemini genellikle uzun ağaç dallarının oluşturduğu ve üzerini hayvan derilerinin kapladığı çadırları ev olarak kullanmaya başlamıştır. Amerika yerlilerinin Tipi çadırları (Resim 2) veya Moğol göçebelerinin yurt çadırları, insanların çevreden imkanları dahilinde bulabildikleri benzer malzemelerden inşa edilen ancak formları farklı olan bazı örneklerdir. 

Resim 2: Ağaç dalları ve hayvan derilerinden yapılmış Siyu Tipi çadırları (Bodmer, 1833).

Resim 2: Ağaç dalları ve hayvan derilerinden yapılmış Siyu Tipi çadırları (Bodmer, 1833).

İnsanların buğday yetiştirmeye başlaması ve bu yüzden ekinlerini hasat etmek için bir yerde uzun süre geçirmek durumunda kalmaları, yerleşik hayata geçmelerindeki en büyük etkenlerden biridir. Bu süreçte, taşıması kolay ancak şiddetli rüzgar veya yangın gibi olaylara daha dayanıksız olan çadırlar, daha ağır ve kalıcı malzemelerle yer değiştirmiştir. Taşlar üst üste konarak inşa edilen yığma taşıyıcı sistemli evler, günümüz yapıları için bir altlık sayılabilecek temel mekan anlayışını oluşturmaktadır. Bu mantık ile oluşturulmuş, dört duvar ve bir giriş boşluğundan oluşan bir mekan olan Megaron’un planı, bugün Mimarlar Odası’nın amblemi olarak kullanılmaya devam etmektedir. Yığma taş yapılarda bağlayıcı olarak ilk başlarda topraktan, daha sonra ise alçı, kireç ve bitümden yararlanılmıştır (Akman, 2003). Taşa şekil verilerek yapılan yığma yapılar zamanla bir araya gelip küçük yerleşim yerlerini oluşturmaya başlamıştır. Hayvancılık da yerleşik hayata geçme konusunda insanları yönlendiren unsurlardan bir diğeridir. Ormanda avlanarak hayvanları yakalamaya çalışmak yerine, hayvanları belli bir ortamda kendisi yetiştirerek düzenli bir besin kaynağı oluşturan insan, buna bağlı olarak aynı yerde kalmak ve yerleşik bir hayat kurmak durumunda kalmıştır. Zamanla yapıların artması ile, inşaatın kolaylaşması için bir standartlaşma arayışının sonucu olarak pişmiş topraktan yapılan tuğlalar yapılarda kullanılmaya başlanmıştır. Dik köşeleri sayesinde tuğla, ön üretimli bir malzeme olarak inşaatın sahadaki sürecini oldukça kısaltan bir yapı malzemesidir. 

Binalarda malzeme olarak cam kullanılmadığı zamanlarda, havalandırma amaçlı açılabilir kapakların ahşap gibi opak malzemelerden oluşturulduğu bilinmektedir. Camın bina pencerelerinde kullanımı sayesinde, iç mekanda yağmurdan ıslanmak zorunda kalmadan veya soğuktan etkilenmeden dışarıyı görmek ve güneş ışığını içeri almak mümkün olmuştur. Bugün son derece basit bir standart olarak kabul ettiğimiz cam pencere elemanının tarihte aslında saydam olmaması bile, yapı sektörünün yüzyıllar içerisinde geçirdiği evrimi ortaya koyar niteliktedir. Bu konuya ilişkin ilginç bir güncel örnek olarak, mimaride açılabilir pencerelerin saydam olduğu ön kabulünü yıkan bir tasarıma sahip Almanya’daki OWL Teknik Yüksekokulu’na bağlı Detmold Mimarlık Okulu binasında (Resim 3) sabit cephe elemanları camdan yapılmışken, açılabilir olan pencerelerde opak malzeme tercih edilmiştir. 

Resim 3: Almanya – Detmold’de bulunan mimarlık okulu yapısının açılabilir opak pencereleri.

Resim 3: Almanya – Detmold’de bulunan mimarlık okulu yapısının açılabilir opak pencereleri.

Yığma yapıların doğası gereği elde edilebilen düşük toplam kat sayısı, inşaat demirlerinin bağlanıp kalıbın içine yerleştirilmesiyle ve betonun bu kalıbın içine dökülmesiyle oluşturulan betonarme taşıyıcı sistem sayesinde arttırılabilmiştir. Bu teknolojik gelişme, Antroposen çağda konut yapımına dair en büyük sıçramalardan birine sebep olmuştur. Agrega, kum, çimento ve suyun belli oranlarda karıştırılmasından elde edilen beton, yapı malzemesi olarak kullanılmaya başlandığından beri çok katlı yapı üretim süreci hızlanmıştır. Ancak günümüzde dilimize “betonlaşma” adlı söz öbeğini katmış ve geri dönüşüme dair bazı tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Çimento, doğal kalker taşları ile kil karışımının yüksek sıcaklıkta ısıtıldıktan sonra öğütülmesi ile elde edilmektedir. Kalker ve kilin doğada bir arada bulunduğu tek hammadde olan marn, genellikle sığ göllerde ve bataklıklarda bulunmaktadır ve Portland çimentosu imalatında kullanılmaktadır. Bu doğal malzemelerden elde edilen çimentonun su ile reaksiyona girip diğer bileşenlerle beraber beton halini almasında sonra, bina ömrünü tamamladığında toprağa karışacak hale gelmesi ve yeniden döngüye dahil olması çok uzun yıllar almaktadır. Tüm bu tartışmaların yanında, beton mimarlar tarafından sıklıkla tercih edilen ve brüt biçimde de kullanılarak taşıyıcı sistemde ve yüzeylerde tasarım öğesi olarak yer alan bir yapı malzemesidir. 

Çeliğin yapı malzemesi olarak kullanılması, daha da yüksek yapılar olan gökdelenlerin inşasını mümkün kılmıştır. Bu yapılar, özellikle üst katlarda rüzgar yüklerinin de dikkate alınması gerekliliğini beraberinde getirmiştir. Gökdelenlerin yoğun şehir dokuları içerisinde yüksek arsa maliyetlerine karşılık kat sayıları sayesinde mal sahibine yeterli alan sağlamaları haricinde, birer sembolik güç öğesi olma durumları vardır. Ancak bu yapılar, içinde yaşayan kullanıcılar için ise uzun süreli kullanımlarda sağlık açısından olumsuz sonuçlar oluşturabilmektedir. Özellikle yüksek yapılarda havalandırmanın mekanik olması sebebiyle, Hasta Bina Sendromu olarak bilinen rahatsızlığın belirtileri ortaya çıkmaktadır (Aytaç ve Tüfekçi, 2018). Bunun yanında, günün büyük kısmını zeminden uzak ve kapalı olan bu yüksek yapıların içinde geçiren kullanıcılarda psikolojik açıdan da sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Bu sebeple, teknolojinin sağladığı tüm imkanlardan yararlanılarak inşa edilen bu yapıların daha da yüksek ve yoğun olanlarının (Şekil 4) yapılmaya çalışılması bir yana, az katlı ve yayınık şehirleşmenin insancıllığı da güncel mimari tartışmalar içerisinde kendine yer bulmaktadır. Teknolojinin sınırlarının denenmesi sırasında tüm bu mekanların kullanıcılarının insanlar olduğu unutulmamalıdır.

Resim 4: Michael Wolf – Yoğunluğun Mimarisi serisinden bir fotoğraf (Wolf, 2012).

Resim 4: Michael Wolf – Yoğunluğun Mimarisi serisinden bir fotoğraf (Wolf, 2012).

Altyapı ve “Bir Makine Olarak Ev”

“Konut, içinde yaşamak için bir makinedir (Corbusier, 1999).” Yapım yöntemleri ve taşıyıcı sistemler farklılaşarak sınırları zorlarken, diğer bir yandan altyapı elemanları kullanıcı konforu açısından evleri daha yaşanabilir kılmaktadır. Eskiden çamaşırlar dere veya benzeri bir su kaynağının yanına gidilip, orada yakılan ateşin üzerinde kaynatılan kazanda meşe odunu külü ile yıkanırken, bugün tüm bu aşamalar yer altından konutlara ulaşan temiz-pis su boruları ve elektrik kabloları (Resim 5) sayesinde çamaşır makineleri tarafından halledilmektedir. Çamaşır makinesi, dere kenarında çamaşır yıkama sırasında oluşan sosyal ortamın aslında hiç oluşmamasına sebebiyet vermektedir, ancak bununla birlikte kullanıcıya kendi istediği şekilde değerlendirebileceği fazladan bir zaman oluşturmaktadır. Benzer şekilde, ısınma ihtiyacı şehirlerde genellikle merkezi sistem ile sağlanmakta, örneğin kalorifer ile ısınan çok katlı yapılarda sıcak su kullanıcının doğrudan görmediği kazan dairesinden evlerin içine borular ile aktarılmaktadır. İşten eve gelen ve soba yakmak için vakti olmayan bir kullanıcı için kullanışlı olan bu durum, diğer bir yandan şöminede yanan odunu görmenin vereceği hazdan, ateşin vereceği sıcaklık hissinden ve bu durumun yaratacağı içgüdüsel mutluluktan kullanıcıyı mahrum bırakmaktadır. Modern çağda şehirde yaşayan insanın bu gibi konularda neredeyse hiç söz sahibi olmadığı söylenebilir. Hundertwasser, radikal bir örnek olarak “Mimarlıkta Akılcılığa Karşı Küf Manifestosu”nda kullanıcının evi bizzat kendi elleri ile yapmasının gerekliliğinden söz eder (Conrads, 1991). Oysa günümüz şehirlerinde kullanıcılar, başka birinin tasarladığı ve hiç tanışmadığı ustaların inşa ettiği apartman dairelerine bu aşamaların neredeyse hiçbirini takip etmeden yerleşirler. Kullanıcının içinde yaşayıp ev olarak adlandıracağı bu tamamen kişisel mekanın yalnızca iç dekorasyonuna değil; plan organizasyon şemasına, kullanılacak malzemelerine, duvar katmanlaşmalarına, cephelerine, açıklıklarına ve hatta taşıyıcı sistemine hâkim olması, ne yazık ki ancak müstakil bir ev yapması durumunda mümkün olabilmektedir. 

Şekil 5: Yerin altından yapılara ulaşan doğalgaz, pis-temiz su boruları ile elektrik ve internet kabloları.

Şekil 5: Yerin altından yapılara ulaşan doğalgaz, pis-temiz su boruları ile elektrik ve internet kabloları.

Bugün konutlarda yaşam elektrik, su, kanalizasyon, telefon, internet, doğalgaz ve benzeri altyapıların tamamlanması ile mümkündür. İnşaat ruhsatı başvurularında mimari ve statik projeler ile beraber elektrik, mekanik ve sıhhi tesisat projelerinin de ilgili belediyeye teslim edilmesi, yani su ve elektriğe dair konuların da kesin bir şekilde çözüme kavuşturulmuş olması gerekmektedir. Eğer bu ihtiyaçlar mevcut kentsel altyapı tarafından sağlanamayacak durumda ise bile, fotovoltaik paneller ile şebekeye bağlı olmayan bir sistem de kurulabilir; ancak her halükarda bir konutta elektriğin olması resmi kurumlar tarafından gerekli bulunan bir ön kabuldür. Başlı başına bu durum bile, konutun içinde yaşanan bir makine olarak görüldüğünün kanıtıdır. 

Beyaz eşya olarak adlandırdığımız birçok ev aleti, geçmişte elektrik olmadan ve insan gücü ile çözülmeye çalışılan bir işlevi daha pratik bir biçimde karşılamak üzere tasarlanmıştır. Örneğin; buzdolabı tel dolapların veya yemekler bozulmasın diye içlerine sarkıtıldıkları soğuk kuyuların, elektrikli fırınlar tandırların ve mangalın, klimalar karşılıklı açılmış pencerelerin, televizyonlar tiyatroların, cep telefonları mektupların, elektrikli süpürgeler katırtırnağı ve benzeri bitkilerin kurutulmuş dallarından yapılan çalı süpürgenin elektrikle çalışacak şekilde evrimleşmiş halidir. Bu aletler, kullanıcı için kolaylık sağlıyor ve boş zaman oluşturuyor gibi görünseler de modern dünya düzeni bu oluşan artık zamanı kullanıcının kendi istediği biçimde değerlendirmesini mümkün kılmamaktadır. Bu yüzden teknolojik ilerlemelere ve sağladıkları kolaylıklar üzerinden oluşturdukları yeni düzene eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşmak doğru olacaktır. 

Doğal Bir İhtiyaç: Dışarıda Olmak

Günümüzde insanlar, günlük hayatlarının büyük kısmında kapalı alanlarda bulunmaktadır. Hastanelerde doğan, apartmanlarda büyüyen, gökdelenlerde çalışan, alışveriş merkezlerinde hafta sonlarını geçiren, spor salonlarında hareket eden kullanıcılar, konfor şartlarının teknoloji sayesinde idealleştirildiği bu mekanlarda zaman geçirmektedir. Ancak insanlar ne zaman huzur bulmak isteseler, açık bir mekân, dışarıya açılan bir oda veya en azından geniş penceresinden dışarının izlenebildiği bir hacim hayal etmektedirler. Çalışan bireyler, tatillerini mümkün olduğunca denizi olan sahil kasabalarında, taze hava olan dağ köylerinde geçirmektedir. Bu durum, insanların içgüdüsel olarak doğal yaşam alanlarına dönme arzularına işaret etmektedir. Dış mekanda zaman geçirme ihtiyacı (Resim 6), açık havada rüzgârı hissetmek ve bir odada klimanın insanın yüzüne çarpması arasındaki fark düşünüldüğünde kolayca anlamlandırılabilecektir. 

İnsanların doğası gereği dışarıda olması, hareket etmesi, yiyeceklerini bulmak için yürümesi, koşması, ekmesi, biçmesi, başka bir şey aramak için uzaklaşması, geri gelmesi, yaşam alanının güvende olduğunu bilmek için tetikte olması; yani diğer çoğu hayvanın yaptığı günlük yaşamsal aktiviteleri yapması gerekmektedir. İnsanın metabolizması, kas ve iskelet sistemi ve tüm fiziksel yapısı bu işlevlere hizmet edecek şekilde oluşmuştur. Ancak son birkaç yüzyılda, teknolojinin gelişmesi ve bu bahsi geçen eylemlerin çoğunu gereksiz kılması ile bu ihtiyaçlar bir anda değişmiştir. Kullanılan açık mekanlar azalmakta, sosyalleşilen alanlar tamamen kapalı hale gelmeye başlamaktadır. Hatta bazı alışveriş merkezlerinde kullanıcıların kendilerini iç mekandayken bile dışarıdaymış gibi hissetmeleri için güneşi taklit eden yapay aydınlatmalar kullanılarak iç sokaklar oluşturulmakta, insanlara kapalı mekanlarda bulunmalarına rağmen açık alan hissi verecek iç bahçeler tasarlanmaktadır. Araba, tren, metro, vapur ve uçak gibi ulaşım araçları sayesinde artık insanların yürümeleri veya ata binmeleri gerekmemektedir. Marketler sayesinde sebze ve meyve yetiştirme veya avlanma ihtiyaçları da ortadan kalkmıştır. Su kullanmak için suyu bulup taşımak artık bir gereklilik değildir, çünkü su borularla evlerin içine kadar gelmektedir. Tüm bu teknolojik gelişmeler düşünüldüğünde, insan vücudunun artık zorunlu olarak bir hareket ihtiyacının neredeyse hiç kalmadığı söylenebilir. Hareketsizlikten dolayı kas sisteminin zayıflamasının önüne geçmek ve hareket sırasında üretilen gerekli hormonların da sürekliliğini sağlamak için insanlar spor yapmaktadır. Sporun açık havada değil spor salonlarında yapılıyor olması ise, yine modern insanın doğal–yapay ikilemlerinden birini oluşturmaktadır. 

Şekil 6: Dış mekanda zaman geçirme ihtiyacı. Rüya Odası (Seoung Won, 2003).

Şekil 6: Dış mekanda zaman geçirme ihtiyacı. Rüya Odası (Seoung Won, 2003).

Gelecekte Gelenekseli Arayış

Konut tipolojisinde yeniyi arayış insanlık tarihi boyunca sürekli devam etmiştir ve hala etmektedir. Mimaride her dönemin kendine ait bir üslubunun olması ve insanların diğer canlılardan farklı olarak yüzyıllar boyunca birebir aynı yuva formunu koruyup devam ettirmemelerinin sebeplerinden biri, teknolojik gelişmelerin getirdiği yenilikler ve bu imkanlarla ortaya konabilecek yeni alternatiflerin olmasıdır. Bir diğer sebep ise, insanların tüketim eğilimi, eski olandan bir süre sonra sıkılmaları ve yeni olanın daha iyi olacağına dair inançlarıdır. Kendi yiyeceğini kendi bulmak veya yetiştirmek zorunda olan topluluklardan, bugün gelinen son noktada, yiyeceğin kaynağı olan bitkinin veya hayvanın kendisini bizzat hiç görmemiş, süpermarketin sebze veya kasap reyonundan ürünü paketlenmiş ve parçalanmış olarak alan modern toplumlara evrimleştiğimiz söylenebilir. Günümüzde doğal olandan kopmaktan kaynaklanan problemlerin çözümü olarak birçok alanda geçmişe dönüş ve geleneksel yöntemleri yeniden canlandırma eğilimi gözlemlenmektedir. Yiyecek konusunda işlenmemiş, genetik açıdan değiştirilmemiş ve ham ürünlere dönüş olduğu gibi, yapı alanında da seri üretim ile unutulmaya yüz tutan geleneksel yöntemlerin yeniden keşfedilmesi ve geliştirilmesi, bugünün mimarlık ortamının yaygın arayışlarından biridir. 

Özellikle dik açıların kullanımının yapım sürecini ve standartlaşmayı kolaylaştırmasından dolayı her ne kadar dikdörtgen planlı prizmatik mekanlar yüzyıllardır konut tipolojisinde karşımıza çıksa da doğada kendiliğinden oluşan organik ve kendini tekrar ederek ölçek değiştiren fraktal formların yapılarda kullanımı, son zamanlarda mimari form denemelerinin başında gelmektedir. Bu arayışın, mağaraların akışkan ve eğrisel yüzey formlarının günümüz iç mekanlarına bir yansıması olduğu söylenebilir. Bunun yanında, dünya üzerinde dik açılar yalnızca insanlar tarafından oluşturulmamaktadır. Örneğin, doğal olarak bulunabilen pirit ve florit gibi mineraller küp şeklinde kristal formlara sahiptir. Bu kübik formlar, üzerine yerleştikleri kayalar ve toprak ile uyum içerisinde var olmaya devam etmektedirler (Şekil 7). 

Şekil 7: Pirit minerali ve üzerine yerleştiği taş dokusu.

Şekil 7: Pirit minerali ve üzerine yerleştiği taş dokusu.

Geçmiş yüzyıllarda yeni mimari arayışların ve bazen de malzemeye bağlı taşıyıcı sistem zorunluluklarının ortaya çıkarmış olduğu mimari üsluplar, gelecekte de üstlerine yenileri eklenerek artacaktır. Daha yüksek ve daha teknolojik yapıların içinde yaşama arzusu; pandemi, deprem ve yangın gibi afetlerin de etkisi ile azalmaktadır. Açık alan kullanım ihtiyacı ile beraber kentlerden kırsala göç artmakta, internet üzerinden çalışma olanaklarının çoğalması ile iş yerine gitmek zorunluluğu olmadan çalışmak kolaylaşmaktadır. Bu durum, konutların kullanım şemalarında değişiklikler oluşturmakta, kentlilerin konut kullanım alışkanlıklarında farklılaşmalara yol açmaktadır. Dış mekanda bulunma ihtiyacı, her zamankinden daha fazla ön plana çıkmıştır. Tüm bunların sonucunda zaman içerisinde konutlar yine evrimleşecek ve dönemin yeni ihtiyaçlarına karşılık verecektir. Gelecekteki konut tasarımlarında geçmişten ve geleneksel yöntemlerden daha sık faydalanılacağı ve yeni teknolojilerin eski bilgiler üzerine kurularak ilerletilmesi gerektiği aşikardır. Konutlar, yalnızca belli işlevleri yerine getiren birer mekândan ibaret oldukları sürece kullanıcı için bir eve dönüşmüş sayılmazlar. Doğal olana dönüş, yaşam alanlarımızın kendisini doğrudan etkileyecek, yeniden şekillendirecek ve bir eve dönüşmeleri konusunda aracı olacaktır. Hem malzeme bazında hem de kullanım açısından geleneksel yapılarda zaman içerisinde tecrübelere dayalı olarak oluşturulmuş tekniklerin incelenmesi ve seri üretim ile başlayan yapıların yerden kopukluk ve kimliksizlik sorunlarına çözüm arayışlarında bulunulması gerekmektedir. Geçmişten öğrenerek bilgiyi geliştiren bu bilinç ile tasarlanacak yeni yapılar, geleceğin mimarisini oluşturacaktır.

Kaynakça

  • Akman, Mehmet Süheyl. “Yapı Malzemelerinin Tarihsel Gelişimi.” Türkiye Mühendislik Haberleri Dergisi, Sayı: 426 (2003): 30-36. 
  • Aytaç, Serpil, ve Tüfekçi, Ulviye. “Hasta Bina Sendromunun Azaltılmasında Ergonomik Önlemlerin Önemi.” Mühendislik Bilimleri ve Tasarım Dergisi, Sayı: 6 (2018): 137-142.
  • Bodmer, Karl. Sioux Teepee, 1833. 
  • Conrads, Ulrich. 20. Yüzyıl Mimarisinde Program ve Manifestolar. İstanbul: Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, 1991.
  • Corbusier, Le. Bir Mimarlığa Doğru. Çev., Serpil Merzi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1999.
  • Crook, John Hurrel. “A Comparative Analysis of Nest Structure in the Weaver Birds (Ploceinae).” Ibis, 105-2 (1963): 238–262. 
  • Seoung Won, Won. Dreamroom, 2003.
  • Wolf, Michael. Architecture of Density, Berlin: Peperoni Books, 2012.

Not: Kaynak belirtilmeyen görseller yazara aittir.