İklim Krizi ve Mimarlık

Son dönemde yaşanan yıkıcı afetler, etkilerinin artacağı öngörülen iklim krizinin fragmanı niteliğindeydi. Bu tablonun oluşmasında inşaat sektörünün önemli bir pay sahibi olduğu ise bilinen bir gerçek. Bu sebeple, 469 Eylül sayısının Dosya sayfalarını mimarlar ve akademisyenlerin, iklim krizi ile mimarlığın ilişkisi hakkındaki görüşlerine ayırdık.

M. Baran Gülsün, Mimar

İklim krizi, dünya genelindeki etkisini her geçen gün artırırken özellikle son günlerde ülkemizde de yıkıcı sonuçlar doğurdu. Ege ve Akdeniz bölgesindeki orman yangınları, Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki sel felaketleri ve Güneydoğu Anadolu’nun yüzleştiği kuraklık, karşı karşıya olduğumuz sorunun büyüklüğünü ve önemini bir kere daha yüzümüze vurdu. 

Dünya Meteoroloji Örgütü, sera gazı salınımındaki mevcut koşulların devamı halinde, 21. yüzyıl sonunda sıcaklıkların 3-5 derece artacağını tahmin ediyor. Birleşmiş Milletler’e (BM) bağlı olarak faaliyet gösteren GlobalABC tarafından yayınlanan raporda ise, binalar ve inşaat endüstrisi tarafından üretilen karbondioksit emisyonunun, enerji kaynaklı karbondioksit emisyonlarının yüzde 38’ini oluşturduğu belirtiliyor. 

Peki, mimarlık küresel ısınmanın, betonlaşmanın ve doğaya yapılan tahribatların faturası olan bu karanlık tablonun neresinde yer alıyor? Mimarların sürdürülebilir bir gelecek için ekosistemin, biyoçeşitliliğin ve doğal habitatın koruyucusu olma konusunda üstlenmesi gereken misyonlar hangileri? Ekolojik sürdürülebilirliği, her projede bir tasarım sorunu olarak ele almak mümkün mü? Sürdürülebilir çözümler nasıl teşvik edilebilir? Mimarlığın tüketim kültürü ile ilişkisini gözden geçirmek gerekirse neler söylenebilir? Mimar ve akademisyenlere sorduk…

“Bugün akademide de, kendi vakfımda da ne yapmamamız gerektiği üzerinde, yapmamız gerekenlerden çok daha fazla konuşuyoruz, düşünüyoruz ve projeler hazırlıyoruz.”

Gökhan Avcıoğlu, Mimar
GAD Architecture

Geldiğimiz bu noktada, konunun iki yönü var: Bir mimarlara düşen, iki mimar olmayanlara düşen. Mimar olanlar için, özellikle Türkiye gibi ülkelerde yetişme durumuna, eğitim sisteminin bugün geldiği noktada bir şey söylemek çok zor. Mimarlık özel bir eğitim ve özel bir ilgi isteyen bir meslek. Sanat, kültür ve felsefeyle, toplumsal bilinçle daha önceden tanışmamış birinin dört yılda mimarlık öğrenmesi kolay bir şey değil. Bu, ömür boyu bir iş. Artı ben günümüzde benden büyük meslektaşlarımın daha önce düşündüğü ve gündeme getirdiği gibi, tıpta olduğu şekilde bir mimarlık yemini olması gerektiğini düşünüyorum; bunun hukukta da olması gerektiğine inanıyorum. Mimarlık diploması almak mimar olmak için yeterli değil. Ekosistem, ekolojik yaklaşımlar, sağduyu, yapı ahlakı gibi birçok unsurun ciddi bir şekilde ele alındığı ve insanların bir sertifika programı sonrası imtihandan geçirildiği bir lisansı almalarından yanayım. Bu bir diploma değil, lisans işi. Lisanstan kastım parantez içinde yetkinlik yani. 

İkincisi, her şeyi mimarlara ve mühendislere bırakmakla olacak iş değil. İnsanların da artık yerleşme kültürü konusunda bilgi sahibi olması lazım. Bu yüzden geçmişte olduğu gibi illa lisans sahiplerinin tasarımıyla değil, insanların kendine en azından konut ihtiyaçlarını mimarsız mimar dediğimiz bir alanda yürütmeleri gerekiyor. Böylece yapı yapma kültürüyle ilgili, mimarlıkla ilgili daha çok şey öğrenirler ve daha çok katkıda bulunurlar; en azından ne talep edeceklerini bilirler. Mimarlar daha ziyade, daha karmaşık, daha çoklu, daha sosyal ve kamusal alanlarda proje üretmeli. İnsanlar kendi evlerini ve konutlarını yapmak kadar, 21. yüzyılın hatalarından bir tanesi olan uzlaşmayla beraber iki taşı üst üste koymaktan bile mahrum hale geldiler. Bu bilinç küçük yaşlardan ele alınırsa bugün yaşadığımız hatalı, yanlış binaların ortaya çıkmasının en azından büyük bir ölçüde önüne geçilir, benim yaklaşımım bu. 

Mimarlık ortamında, benim de içinde bulunduğum, yaklaşık 20 yıldır, neler yapmamızdan ziyade neler yapmamamız gerektiği konusunda listeler hazırlıyoruz. 20. yüzyılda insan egosunun yapabilecegi en uzun, en yüksek, en kesintisiz, büyük mega şehirlerini ve yapılarını yaptık. Uzun yollar… Dolayısıyla bugün için bunların da mahzurlarını gördü insanoğlu ve artık bazı şeyleri yasaklar olmadan da ahlaki değerlerle yapmamayı seçebilir. Giderek zaten böyle olan projeleri, grupları, firmaları öne çıkarıyor zamanımız. Peki ben bu süreçte ne yapıyorum? Ben de ne yapmamam gerektiği konusunda sürekli olarak listeler hazırlıyorum. Ne yapmamam lazım? Ve nasıl yapmamam lazım? Bunun için, ben ego döneminde yetiştim, egosantrik dönemde… Yaklaşık 20 yıldır “eko” döneminin içindeyiz. Ama gelecekte bütün bunları kapsayan evolution yani “evo” döneminde olacağız. Buna hazırlık yapıyorum ben de. Bugün akademide de, kendi vakfımda da ne yapmamamız gerektiği üzerinde, yapmamız gerekenlerden çok daha fazla konuşuyoruz, düşünüyoruz ve projeler hazırlıyoruz. 

Örneklerle, doğayı kirletmeden, doğaya zarar vermeden, doğayla barış içinde sürdürülebilir bir mimarlığın nasıl olması gerektiği konusunda deneyler yapılmalı. Mesela GAD Foundation’un tasarladığı Tree House Competition sadece mimarlara değil, dünyadaki herkese açık bir yarışmaydı. Buradaki sebep de şuydu: Artık bir ağaca da yerleşemiyorsak bazı şeylerin mimarlıkla ilgisi yok, yaşamla ilgisi var. Kendi basit barınma ortamlarına veya bundan biraz daha fazlasına sahip olma, misafir ağırlama, kendi fonksiyonunu yerine getirme konusunda insanlar en azından kendi evlerini, yuvalarını yapabilmeli.  Mimarlık kendisine yüklenen anlamlarla ilgili bir iş, Göbeklitepe’den beri. Mimarlar daha çok beğeni, estetik, anlam ve gelecek bir sonraki nesile kalması düşünülen mesajlar üzerine çalışırlar. Ama sen kendine bir ev yapıyorsan, anlam yüklemek durumunda değilsin. Ben burada yemek yapacağım, şurada da misafir ağırlarım, şu tarafta da çalışırım gibi basit fonksiyonlar üzerinden gidebilirsin. Onun için insanlar bazen “Ben kendime göre bir yer yaptım işte, tabii ben mimar değilim” diyorlar. Her zaman mimar olmaları gerekmiyor.

“Mimarın iş tanımının işveren, yatırımcı ve üretici bermuda üçgeninde bir araç gibi rol alıyor olması; halihazırda çığırından çıkmış bu tüketim kültürünü destekler bir yerde durması, biz mimarları işin içinden çıkılması zor bir noktaya sürüklüyor.”

İpek Baycan Magriso, Y. Mimar
İpek Baycan Architects

Son günlerde sıkça sorguladığımız şeylerden biri de, yapılı çevre üretiminden mesul mimarlık mesleğinin neye ve kime hizmet eder hale geldiği konusu. Yatırımlar, rant odaklı yaklaşımlar ve çoklu konut sistemleri gibi üretimler, teorik olarak mimarlığın konusu değil aslında. Mimari üretim, işletimsel değil; kullanıcı odaklı ve yapılı çevreyi, içinde bulunduğumuz koşulları iyileştirme tarafında, etik olarak doğru olanı ortaya koyan bir yaklaşımın pratiği olmalı.

Mimarlıkta ortaya konan bu yönlü fikirlerin günümüz dünyasında sıkça yerini bulamamakla karşılaşması da yadsınamaz gerçeklerden biri. Doğru mimari üretim ile ortaya konan işlerde işverenin ideallerinden çok yapılı çevrenin, final kullanıcının, kamusal faydanın ve üretilen mekanın çevresel etkilerinin önem kazanması gerekir. Düşünsel altyapısında bu bahsi geçen farkındalıkları içermeyen; bu kaygıyı duymayan üretimler, maalesef kapital sahibinin belirlediği çerçevede yapılan birer mekan etüdü olmaktan öteye gidemez ve mimari bir iş olarak adlandırılamaz.

Günümüzde ortaya çıkan tabloda ise; bu noktada ortaya çıkan çıkar çatışması mimarlık üretiminin belini bağlıyor. Büyük sermayelere sahip, fiziksel çevreye geri dönülemez zarar verme potansiyelleri barındıran projelerde yer almanın vicdani açıdan bir yükü elbette ki var. Mimarın iş tanımının işveren, yatırımcı ve üretici bermuda üçgeninde bir araç gibi rol alıyor olması; halihazırda çığırından çıkmış bu tüketim kültürünü destekler bir yerde durması, biz mimarları işin içinden çıkılması zor bir noktaya sürüklüyor.

Dünyanın yaşadığı fiziksel değişimi, kaynakların hızla tükenmesini ve iklim krizini deneyimleyen bizler; artık yapılı çevrenin ve insanoğlunun doğaya hükmünün bedellerini gözlemliyor, birebir yaşıyoruz. Mimarlık mesleğini icra ederken ürettiğimiz yapılar, yatırımcılara hizmet eden rant ve para üreten araçlara dönüştükçe maalesef sonuçlarından hüsran duyulan inşai mekanlar ortaya çıkıyor.

Halbuki, mimarlık mesleğinin nesnesi düşünce temelli olmalı ve etik olarak doğru bir düstura sahip işler öne çıkmalı. Mimari düşünce ve etik üretim, tam da bugünlerde deneyimlediğimiz türde fiziksel koşullara dair farkındalığın üzerine inşaa edilmeli. Sanıyorum ki, içinde bulunduğumuz hızlı devinim çağında fark ettiklerimizi sindirip aksiyona geçirecek kadar zamanımız bile olmuyor ancak maalesef bu denli kentleşmenin hırçınlaştırdığı iklim krizinde bu farkındalık üzerinden düşünmeye, üretmeye ve adapte olmaya mecburuz. 

Mimarlık; dönüştürmenin, düzenlemenin, doğru kurguları oluşturmanın ve sürdürülebilir farkındalıkların ortaya koyabileceklerinin arayışına düşmeli ve bir tüketim nesnesi üretmekten öteye gitmeli bu çağda. Bu “ayılma”nın oluşması, beraberinde sürdürülebilir ve ekolojik yaklaşımlara yönelik regülasyonların (kuralların) ortaya çıkmasına, bu minvalde bir “hype”ın oluşmasına ve tercih edilen, gözetilen değer yargılarının yapılı çevrenin üretimine yansımasına sebep olacaktır. 

Mimarlar eğitimleri ile, görgüleri ile, düşünsel altyapılarının kamusal “greater good” (global şekilde iyiliği gözetir) çerçevede fikirler üretmesi ile bugüne dek hızla ve düşünülmeden atılan adımların bir adım ötesinde daha aklı başında, planlayarak ve düşünerek ilerlenen, yavaş yaşantının faydalarını gözlemleyen işler için ikna edici olabilir, başı çeken bir kurgu oluşturabilir.  Ya da en azından umudumuz ve çalışmalarımız bu yönde olmaya devam etmeli…

“Mimarların proje bazlı ve benmerkezci/büro merkezci bakışlarını ve söylemselliklerini terk etmeleri gerekir.”

Ali Cengizkan, Prof. Dr.
Serbest Akademisyen

Bir kere, devlet politikası nezdinde duran bu sorunla, mimarlık alanı da devlet politikası çerçevesinde kararlara imza atarak savaşmalı. Artık özel alan uzmanı, spesyalist, “yaratıcı” mimarlar yetiştirmek kadar genelci, generalist, konuya küresel bakmayı bilen mimarlar yetiştirmeyi önemsemeli; onların da en az modern mimarlığın beklediği ve pohpohladığı primadonna / starchitect mimarlar kadar hayatımızda önemli yeri olduğunu anlamalıyız.

İkincisi, Türkiye olarak daha bir “mimarlık yasası” yaratamadık. Bilir bilmez insanlar “dikey mimari/yatay mimari” sözlerini ortaya atıyor; bu bir tartışma bile yaratamaz. 1950’lerden bu yana baktığımızda, çıkarsama ve yargı üretebilecek generalist kadroları, gerek mimarlık, gerekse planlama alanında kaybetmişiz. Şehir planlarımız yok; olanlar ise uygulanmıyor. Doğru zeminlerden yasa, mevzuat tartışabilen, bunları yasa koyucuya dayatan mesleki rollere gereksinim duymaktayız.

Üçüncüsü, yasamadaki zayıflığımız. Mimar/plancı/tasarımcı kökenli milletvekillerimiz var, ama bakanlar / bakmayanlar, kadrolu çalışanlar arasındaki bu profil, sayıca söz geçirmekten uzak. Meslekçilikten söz etmiyorum; doğru düzgün istatistik kullanan, veriye ve veri bilimine inanan, yalnızca patronuyla ve bakanıyla değil, devlet başkanıyla da tartışabilen; tartışma konusunu masa üzerindeki mimarlık/planlama/tasarım konuları yapabilen kişilerden söz ediyorum. Bu son derece az sayıda. Yoksa bu denli ucube kentler, ucube saray ve bakanlıklar, ucube okul yapıları ortaya çıkamazdı.

Yeni misyonların başında aktivizm geliyor. Üniversitelerimizde, aktivist politikalar alt dalları açılmalı. Özellikle 1970’lerden beri kimi Amerikan üniversitelerinde başlatılan/engellenen aktivist politikalar konulu programların çok örnek olması gerektiğini düşünmekteyim. Almanya’da da çok iyi yaklaşımlar olduğunun farkındayım. Mevcut yerel yönetimlerle merkezi yönetim arasında bir sarkaç gibi gidip gelen konular, uygulamanın deyim yerindeyse hasarlı/prematür/ölü doğmasına yol açmakta. Bir semtin çocuk parkına ihtiyacı vardır, muhtar üniversiteye gidip tasarlatır ve yerel yönetim ise uygulamasını yapar. Bu doğaldır, doğal olmalıdır. Yerel yönetim artırma ya da eksiltmeyle değil, yarışmayla ya da ehil sistemle proje yaptırmalıdır. Arada binbir cambaz, avantacı, %10’cu bulunmamalıdır. Her lokasyonun, her köyün farklı bir ihtiyacı vardır ve ihtiyacını yerel birimler üzerinden talep edince, karşılığı yerine getirilir. Ne vardır bunda? Yolsuzluk yoktur, darbe yoktur. Bizde merkezi yönetimin aşırı denetim özelliği, şu anda bir diktatoryal takıntı noktasında, hiçbir inceliği barındırmayan, hiç bir yerelliğe ve kişiselliğe yer vermeyen bir kabalıkla yürütülmekte. Bu işlerin sağlıklı yapılabilmesini sağlayan arabulucu rollere ihtiyaç var.

Mimarların proje bazlı ve benmerkezci/büro merkezci bakışlarını ve söylemselliklerini terk etmeleri gerekir. Bu karar iradi olarak alınabilir. Oysa biz daha Şefik Birkiye gibi bir göz boyayıcının işlerini bile tartışmıyoruz.

Toplumun tüketim kültürü dışında, başka bir yaşama kültürüne evrilmesi gerekiyor: Uzun erimli ama, bir görev bu da. İçi boş alışkanlıkları din bazlı yerleştirmeye çalışmak yerine, bu kadar konfor-yüksek bir yaşam tarzının terk edilmesi gerekiyor. Daha 100 yıl öncesine kadar, insanlar bedenlerinde iklim uyumunu sağlıyorlardı, makinalarla değil. Tuvalet kağıdı ve deterjanın, doğanın dengesini altüst eden öğeler olarak, 60 yıllık yaygınlığı var. Otomobili sorarsanız, popülerleşmesi 80 yılı bulmadı. Akıllı ev ve otomasyon, en akılsız yaklaşımların başında geliyor.

“Sürdürülebilirliğin, yaşamın tüm sacayaklarında karşılık bulmaması durumunda, sadece mimarideki niyetin bütüne etkisi maalesef samimi sonuçlara yol açmıyor.”

Durmuş Dilekci, Y. Mimar
Dilekci Architects

Orman yangınları, sel, depremler, süper fırtınalar, kuraklık, pandemik hastalıklar, mülteci sorunları, göçler ve kitlesel yok oluş. Bunlar artık bir bilimkurgu filmi konusu olmanın çok ötesinde, günlük haberlerin konuları haline geldi. Son zamanlarda tüm dünyada etkileri görülen felaketler, ötesinde hepimiz için yarınları düşünmek için fırsatlarımızın azaldığının önemli işaretlerini barındırıyor.

Doğal habitatın korunması, yaşanabilir yarınların sigortasıdır. Elbette, biz mimarlar için sürdürülebilirlik üzerine düşünmek -içeriği hayli kabarık da olsa- gerçek olan iklimsel krizle mücadelede temel manifestoların ana omurgalarını oluşturması gerektiğidir. Sürdürülebilir bir gelecek için ekosistemin ve biyoçeşitliliğin korunması, tüm canlılar için “yaşanabilir bir dünya” kavramıyla birlikte anlam bulur. İnsan ve doğal yaşam için, bugünün ve yarının düşünüldüğü, alınmış bir dizi karar ve eylemi içerir.

Ancak sürdürülebilir ve ekolojik eylemler, küresel anlamda politik çevrelerin, planlama sistemine yaklaşımını belirleyen anahtar kavram olarak, ekonomik, çevresel ve toplumsal gereksinmelerin, gelecek kuşakların yaşam koşullarına zarar vermeden karşılanmasını hedefleyen bir dünya görüşü olmak zorundadır.

“Yaşanabilirlik” ise anlam olarak çok katmanlı bir kavramdır; kentsel yaşanabilirliğin anlamı yere, zamana, değerlendirmenin amacına ve değerlendirmeyi yapanın değer sistemlerine göre değişir. Ne var ki, yaşanabilirlik kavramı yine de tüm durumlarda gücünü korumakta ve farklı paydaş gruplarının ortak kamusal politika hedefi olabilmektedir.

“Yaşanabilir kent” kavramı Platon’dan beri bazı nüfus ve büyüklük ile, Yunan uygarlığı döneminde ise kent halkının tümünün yüz yüze gelebildiği etkin bir katılımla kenti yönetebilmesi ile ilişkilendirilmiştir. Yaşanabilirliğin çağımızdaki anlamı ise genellikle sağlık, iş olanakları, gelir durumu, iyi konut alanları, okullar, alışveriş ve eğlence etkinlikleri, erişilebilirlik, kamusal mekanlar ve topluluk kavramları ile eşleşmektedir. Kentsel sürdürülebilirlik söz konusu olduğunda, kentin kaynak kullanımının ve katı atıklarının azalması, yaşanabilirliğinin ise artması hedefine odaklanan bir yerleşim düşüncesini; kavram olarak -farklı bir yere koymadan- bir yaşam modeli olarak ele aldığımızda ise sosyolojik, ekonomik, çevresel, eğitsel tüm faktörleri kapsamış oluruz. Yaşamın tüm sacayaklarında karşılık bulmaması durumunda, sadece mimarideki niyetin bütüne etkisi maalesef samimi sonuçlara yol açmıyor.

Mimari hedefler, “sürdürülebilirlik” anlamında elbette tetikleyici bir rol üstlenir. Ancak gerçekte “mimari”, çok daha büyük bir resmin küçük bir parçasını oluşturmaktadır. Keşke imkansızı başarabilmek adına yola çıkarak karbon ayak izi azaltılmış yapılar ortaya koyabilsek, yeni yapı yapmak yerine var olanı güçlendirsek, dönüştürebilsek, yenilenebilir enerji kaynaklarının peşine düşebilsek… Kısaca yeni kutsalları, yeni meslek etik kuralları çerçevesinde oluştursak… Maalesef yine tüm bunlar küresel iklim krizi içinde tek başına bir cevap niteliği taşımamaktadır.

Hiçbir şekilde mimari yapıyı kentin ve çevrenin dinamiklerinden, infra-strüktürlerinden bağımsız bir şekilde ele alamayız. Politik kent planlamasına etki edecek sosyal eşitlikçi dağılım, yoğun ulaşım sistemi veya yakın erişimli çalışma alanları stratejilerinden de ayrıştırılamaz. Kentlerimiz çevre yolları ile daha çok yeşil alanı terk etmekte, ticari ve yerleşim alanları arasında donatımsal kopukluk giderek artmakta, daha da fazla yol daha da fazla tüketim olarak problemin bir parçasını oluşturmakta…

Yaşanabilir kent olgusu çerçevesinde baktığımızda ise; bu plansız büyümenin olumsuz etkilerini görmekteyiz. Yaşanabilir kentin, sürdürülebilir düşüncenin temelini oluşturması gerekir.

Bu kavramla birlikte üzerinde durulması gereken bir diğer kavram da “kentsel yaşam kalitesi”dir. Burada söz konusu olan kalite, hem doğal hem de yapılı çevre özellikleriyle ilgilidir ve sürdürülebilirlik arayışına odaklanan kaliteden farklı olarak, doğal kaynakların korunması, iklim, ekoloji vb. gibi değişmez öğelerle değil, kentsel donanım ve konfor öğeleri ile ilişkilidir. Yer ve aidiyet duygusu, ortak bellek gibi kolay ölçülemeyen öznel yanları vardır. Bunların dışında, doğal olarak, kentsel ekonominin belirlediği yaşam standartları kentteki yaşam kalitesine yansır.

Türkiye’de şehirlerde, kentsel planlama stratejisinden bahsetmek imkansız. Daha çok kent içi doldur-boşalt türü bulunduğu yere sadece inşa etme odaklı bir yapılaşma… Yapının yakın çevresine etkilerinin bile irdelenmediği bir kurgu… Kentsel planlama uzun soluklu bir kararlılığı ve niyeti barındırır. Mikro müdahaleler hiçbir zaman makro söylemin içeriğinde ayrılamaz. Türkiye’de son 30 yılda farklı merkezlere sahip yaşam alanlarının arasındaki sınırları ve kimlikleri kaybettik. Bu kopukluk sağlıklı bir kent dokusunu oluşturan ana kurguyu oluşturuyordu. Merkezin yükünü azaltan, kent içi donatı alanlarının yayıldığı, her küçük kent parçasının da kendi ihtiyaçlarını sürdürülebilir kıldığı bir planlamaydı. Şu anda kent içinde yaşamlar, ihtiyaçlar, zorunluluklar arası mesafeler birbirinden açıldı. Bu da taşıma sistemlerinin yükünü artırarak, zaman-mekan anlamında yok edici bir sarmala soktu.

Sosyo-ekonomik açıdan olgunlaşmış bir gelişme; bütünleşmiş şehir planlaması, etkili toplu taşıma sistemi, bölgesel çevreci bilinçlendirme, yaya ve halkın şehir içinde öncelikli olması, sosyal adalet ve bölgesel atık yönetimi sistemlerinin kurulmuş olmasını gerektirir. Yani küçük değişikliklere dayanan bütünleşmiş şehir planlaması diyebiliriz.

Mimari ajandanın geniş ve farkındalık yarattığı düşüncesindeyim. Ancak tüketim mimarisi olarak değerlendirilen yatırım projelerinde, bu kavram bir etiket haline getirildiğinde, içeriğini kaybetmekte. En büyük tehlikenin de bu olduğu düşüncesindeyim. Türkiye ekonomisinde lokomotif rol üstlenen inşaat sektöründe; üretiminin %88 ini oluşturan masif konut üretimi ile sürdürülebilirlik üzerine konuşmak hayli zor. Bu noktada farkındalığın artırılmasında biz mimarlara çok önemli rol düşüyor. Mesleğin kutsal etik kuralları çerçevesinde tasarım yaparak…

İçinde bulunduğumuz coğrafya, gerek iklimsel gerek coğrafi anlamda en değerli bölgelerden biri durumunda. Ancak kavram kültürel anlamda karşılık bulmadığında, diğer alanlarda da içeriği doldurulamıyor. Kavramın kutsallığının içeriği rant için kamuflaj olarak kullanılıyor. Mikro ölçekteki fikirler, makro ölçekte stratejileri beslemiyor.

“Ekolojik sürdürülebilirliği, her projede bir tasarım sorunu olarak ele almak mümkündür.”

Neslihan Dostoğlu, Prof. Dr.
İstanbul Kültür Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi

Tüm dünyayı ve ülkemizi olumsuz bir şekilde etkileyen iklim krizi nedeniyle oluşan olağanüstü süreçte tüm alanlarda olduğu gibi mimarlık eğitiminde ve pratiğinde de farklı yaklaşımların gündeme alınması kaçınılmaz olmuştur. Son günlerde dünyanın farklı bölgelerinde olduğu gibi ülkemizde de Ege ve Akdeniz bölgelerindeki orman yangınları, Karadeniz ve Doğu Anadolu’da yaşanan seller, Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşanan kuraklıklar dünyamızın geleceğini sorgulamamıza neden olmaktadır. İklimsel açıdan yaşanan sorunlar nedeniyle can ve mal kaybıyla sonuçlanan, ekosisteme büyük zarar veren felaketler, 2019 yılının Aralık ayında Çin’de başlayan Covid-19 hastalığının kısa sürede tüm dünyayı etkileyen pandemi boyutlarına ulaşmasıyla birlikte Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlemelerine göre vaka sayılarının 210 milyona, vefat sayısının 4,5 milyona dayanması, dünya ölçeğinde yaşanan savaşlar ve yerinden edilmeler birleştiğinde, Aldous Huxley’in ünlü “Belki de dünya, başka bir gezegenin cehennemidir” cümlesi akıllara gelmektedir. 

Avrupa Birliği tarafından yayımlanan genelgelerde mimarlık ve tıp gibi meslekler Avrupa Birliği ülkeleri arasında, asgari eğitim zorunluluklarını karşıladıkları için serbest dolaşım hakkına sahip olan özel mesleklerdir. Hukukçular için de özel yasalar bulunmaktadır. Bu meslekler insan ve insan sağlığı ile yakından ilgili olduklarından özel yasalarla tanımlanmakta ve korunmaktadır. Bu kapsamda, mimarlara küresel ısınmanın, betonlaşmanın ve doğaya yapılan tahribatların içinde yer almama sorumluluğu düşmektedir. İnsanlar için kaliteli bir çevre yaratma görevini üstlenmesi beklenen mimarların, sürdürülebilir bir gelecek için ekosistemin, biyoçeşitliliğin ve doğal habitatın koruyucusu olma konusunda sadece insanları değil, tüm canlılarıyla birlikte evreni düşünmeleri gerekmektedir. Ekolojik sürdürülebilirliği, her projede bir tasarım sorunu olarak ele almak mümkündür. Sürdürülebilir çözümler için özellikle yerele bakmak, bir yandan evrensel gelişmeleri takip ederken, yerin ruhunun farkında olmak, kentsel kalitenin artırılması ve ekolojik, sosyal, kültürel ve ekonomik yönleriyle kentsel sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için kentin yaşayan bir organizma olduğunun bilincine varmak ve farklı açılardan değerlendirme yapmak amaçlanmalıdır. Bu kapsamda, küreselleşme/yöresellik, evrensellik/ulusallık, durağanlık/esneklik, tüketim/sürdürülebilirlik gibi bazı ikilemlerin anlaşılması ve yorumlanması gerekmektedir. 

Mimarlık eğitiminde yer alan akademisyenlere, genellikle ezbere dayalı bir ortaöğretim sürecinden mimarlık eğitimi almak üzere üniversiteye gelen öğrencilerin ekolojik sürdürülebilirlikle ilgili duyarlılığını artırmak için çaba gösterme görevi düşmektedir. Mimarlık eğitimi bu vizyonla değerlendirilirken, mimari tasarım ve uygulamalarının da yeni bir bakış açısıyla ele alınması kaçınılmaz olmaktadır. Yeni binaların tasarımında ve mevcut binaların yeniden değerlendirilmesinde sadece estetiği öne çıkaran yaklaşımların yerine, insanların kendilerini daha sağlıklı ve güvenli hissedebilecekleri, hijyen olanakların önemsendiği, fiziksel ve sosyal çevreye duyarlı, sürdürülebilir, ama aynı zamanda da yaratıcı çözümlerin benimsenmesi tüm mimarların hedefi olmalıdır. 

“Sürdürülebilirlik kavramının başlangıç noktası tekil yapı ölçeği değil, kent ve planlama ölçeğidir.”

Celal Abdi Güzer, Prof. Dr.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi

İnşa etme etkinliği yapılanın niteliğinden bağımsız olarak doğal çevreye geri alınması mümkün olmayan bir müdahaleye karşılık gelir. Sürdürülebilir, ekolojik yaklaşım, enerji verimliliği gibi tanımlarla çevre duyarlılığını öne çıkarmaya çalışan yapılar bu müdahale ve müdahalenin doğal çevreye verdiği zararları en aza indirme çabasını temsil ederler. Bir başka deyişle mimarlık ve ürettiği hemen her yapı doğadan, doğal olandan bir şey alır, yerine doğal olmayan bir şey koyar. Bu nedenle yapılı çevre doğanın bozulmasının ve bu bozulma ile birlikte gelen çevre ve iklim sorunlarının en önemli ve kalıcı nedenlerinden biridir. Özellikle nüfus artışı, büyük kentlerde yoğunlaşma ve yapıların giderek büyümesi bu müdahale ve etkiyi artırmış, doğa üzerindeki etkisini gözle görünür ve kolay geri döndürülemez hale getirmiştir. Şüphesiz, yapılaşma bu tablonun tek sorumlusu değildir. Ama diğer alanların hemen tümünde gelişen teknoloji ve kültürel duyarlılıklarla yeni çözümler üretmek, bazı konularda geri dönüşler sağlamak olasıdır. Örneğin otomotiv endüstrisi hızla temiz enerji seçenekleri geliştirmekte, atık konusundan toplumsal duyarlılıklar oluşturulmaya çalışılmaktadır. 

Geleneksel varoluş biçimine bakıldığında mimarlık doğa ile kurduğu sürekliliği her zaman bir değer, tasarımın belirleyici çıkış noktası olarak kabul etmiştir. Yerel malzeme kullanımı, enerji verimliliği, iklime ve topoğrafyaya duyarlılık geleneksel mimarlığın, yerel yapılaşmanın öne aldığı değerlerdir. Bu nedenle son yıllarda sanki yeniden keşfedilmiş gibi sunulan ve “yeşil”, “akıllı”, “çevreci”, “sürdürülebilir” gibi sıfatlarla pazarlanan yapıların çoğu mimarlıkta yeni bir anlayıştan çok, yitirilmiş bir tasarım duyarlılığına geri dönüş çağrısı gibi algılanmalıdır. Öte yandan, bugünkü uygulanış biçimi içinde sürdürülebilir yapı anlayışı tekil bazı örneklerin dışında genellikle pazarlama aşamasında kullanılacak bir artı değer gibi ele alınmakta, abartılı büyüklükler içeren pek çok yapıya sonradan eklenen bazı otomasyon sistemleri ya da yeşil teras gibi sınırlı tasarım bileşenleri ile yapay bir sürdürülebilirlik sıfatı kazandırılmaya çalışılmaktadır.

Sürdürülebilirlik kavramının başlangıç noktası tekil yapı ölçeği değil, kent ve planlama ölçeğidir. İnsanların ve yapıların belli coğrafyalarda noktasal olarak yoğunlaşması, yükselmesi bir yandan yapılaşmanın etkisinin merkezileşmesini, yeşil alanların daralmasını, öte yandan ulaşım sorunlarını ve ivmelenen bir tüketimi getirmektedir. Tekil yapı ölçeğinde gösterilecek çaba ve duyarlılıklar bu yoğun doku içinde kaybolmakta, dönüştürücü bir güç oluşturamamaktadır. 

Öte yandan sorunun önemli bir boyutu kültürel ve doğrudan tüketim alışkanlıklarımızla ilgilidir. Bugün yapılı çevre tüketimin en büyük kapsayıcı alanını ve mazeretini oluşturmaktadır. Konutlarımızın çoğu gerekli olup olmadığını sorgulamaktan kaçtığımız nesnelerin biriktirilme alanına, tüketimin arka planına dönüşmüştür. Çevresel duyarlılığın başlangıç noktası her şeyden önce tüketimi azaltmak, yapıların kendisi gibi içinde var olanları da azaltabilmek, yeniden kullanılabilir olanı kolay gözden çıkarmamaktır. Bu anlamda tasarımda esnek yaşama biçimlerini barındırabilecek, birden fazla etkinliğe olanak veren, zaman içinde dönüşebilen mekanlara odaklanmak gerekir. Tüketmek kadar tüketmemek, yapmak kadar yapmamak ya da az yapmamak bir değer olarak algılanmalıdır. Bugün mimarlığın yıllar önce belirleyici bir tasarım düşüncesi olarak öne aldığı “Az, çoktur” kavramını farklı bir bağlam içinde, yeniden anımsamanın zamanı.

Artık mimari tasarıma konu olan inşai faaliyetlerin önemli bir kısmı temel insan ihtiyaçlarına yönelik olmaktan çok “ekonomik değer üretecek ürünler” yaratma, yani tüketim nesneleri üretme amacına yönelik.

Hüseyin Kahvecioğlu, Prof. Dr.
İstanbul Üniversitesi Mimarlık Fakültesi

Mimarlık, insanlar için çevreler kurmayı konu alan bir disiplin olarak doğal dengeyle ilişkili konulardan uzak kalamaz. İnsanın kendine yaşam çevreleri inşa etmesi doğal bir eylem olmakla beraber bunun içeriği, niteliği ve yoğunluğu doğru yönetilmediğinde doğa üzerinde olumsuz etkiler yarattığı açık. İnsanlığın ihtiyacına yönelik çevreler inşa etmekten çok ekonomik değer üretmeye dayalı tüketim ekonomisi faaliyetlerinin sonucu oluşan kontrolsüz yapılaşma doğa tahribatının en önemli nedenlerinden biri ve bu süreçlerde mimarın ve mimarlığın önemli rolleri olduğu bir gerçek.  

Mimarlıkla doğa tahribatının ilişkisini kurabildiğimize göre, sorunların çözümünü arayacağımız alanlardan biri de yine mimarlık alanı olabilir. Mimarların doğayı korumak konusunda üstlenebilecekleri rolleri iki kategoride değerlendirmek mümkün. Birincisi doğanın korunması açısından sorun yaratan faaliyetlerin içinde olmama, hatta karşısında durmayı etik bir sorumluluk olarak benimsemeleri. İkincisi ise, oluşan tahribatın giderilmesine yönelik çözümler ve fikirler üretmek için tasarımı bir araç olarak kullanmaya odaklanmak. 

Mimarlıkta çevre duyarlı yaklaşımlar tasarım gündeminde bazı yeni kavramlar aracılığı ile giderek daha çok yer edinip, daha çok tartışılıyor. Ancak geçmişe baktığımızda doğayla ve her türlü çevre ile – fiziksel, kültürel, sosyal – kurulan ilişkilerin tasarımın vazgeçilmez konuları olduğunu görüyoruz. Bu ilişki hala bazı kırsal veya vernaküler çevrelerde belli ölçüde sürdürülebiliyor olsa da, genel olarak zaman içinde çeşitli etkenler bu bağı ve etkileşimi kopardı. Özetle ekolojik sürdürülebilirlik konusu mimari için yeni bir konu değil, tasarımın doğası içinde olmazsa olmaz denecek şekilde yeri olan bir bilgi ve çözüm üretme alanı. Dolayısıyla güncel mimaride sürdürülebilir çözümlerin ağırlık kazanması için mimari tasarımın bu bilgi alanıyla kopan bağlarını yeniden kurması gerekir. 

Hala önemli ölçüde etkin olan gelenekselleşmiş mimarlık eğitimi, mimari tasarımı temel insan ihtiyaçları doğrultusunda yapay çevreler kurulması ekseninde ele alır. Oysa tüketim ekonomisi ile birlikte “ihtiyaç” kavramının anlamı değişti. Artık mimari tasarıma konu olan inşai faaliyetlerin önemli bir kısmı temel insan ihtiyaçlarına yönelik olmaktan çok “ekonomik değer üretecek ürünler” yaratma, yani tüketim nesneleri üretme amacına yönelik. Bu durum mimarlık eğitiminin ve çoğu zaman genel olarak mimarlığın bilinçaltındaki idealize dünya ile pek örtüşmüyor. Sonuçta, fiilen tüketim kültürünün önemli aktörleri konumundayken zihnen kendilerini ve yaptıkları işi idealize etmeye çalışmak aynı bünyede eş zamanlı yaşanan iki zıt durum ve bu durumu rasyonalize etme çabası da oldukça çelişik bir görüntü oluşturuyor. Özetle, geçmiş dönemlerin mimarlığa yüklediği bir meslek ve uzmanlık alanı olmanın ötesindeki “ulvi” rol zihinlerde hala ağırlığını korurken, mimarlık fiilen belli ekonomik sektörlerin çizdiği çerçevede üretim yapan bir hizmet alanına dönüşmeye hızla devam ediyor. Sonuçta mimarlığı dönüştüren dinamiklerin de iklim krizini yaratan nedenlerden bağımsız olmadığı kesin.  

“Ekolojik sürdürülebilirlik, ikna olunması değil talep edilmesi gereken bir kavram.”

Sacit Arda Karaatlı, Mimar
KAAT Architecture + Urban

2019 senesi daha önce görmediğimiz afetlerle karşılamıştı bizi. Hiç böylesine sıcak ve bu mevsimde böylesine yağmur görmediğimizi birbirimize defalarca söyledikten sonra 2020 afetleriyle karşı karşıya kaldık. Hiç böyle bir sene yaşamadığımızdan tekrar yakınırken şimdi de ülke tarihimizin en acı afetleriyle dolu 2021 senesini yaşıyoruz. Evrende var olan her düzenin düzensizliğe doğru kayma ve her maddenin de bozulma eğiliminde olduğu bilinen bir fizik kuralı. Belli ki bazı şeyler daha iyiye gitmeyecek ve iklimsel bazı gerçekliklerle yüzleşmemiz kaçınılmaz bir gereklilik. Fakat bu sorunların münferit bazı çabalarla çözülebileceğine dair didinmeler ve uğraşlar bana oldum olası beyhude çabalar olarak gelmekte, maalesef. 

Bir örnek vermek gerekirse; TİGEM verilerine göre su rezervlerimizin %70’den fazlasını vahşi tarımsal sulama için %11 ini ise evsel kullanımda tüketmekteyiz. Hal böyleyken şahsi olarak duş süremizi yarı yarıya azaltmak harcanan su miktarına önemsenmeyecek bir katkı sağlamaktadır (0,0000000006875 lık bir azalma). Halbuki olması gereken yaptırımları olan bir devlet politikası, Ar-Ge çalışmaları, üniversiteler ile birlikte tarım 4.0’a yönelik çalışmalarla su politikamızı belirlemektir. 

Çevresel farkındalık düzeyi yüksek coğraflayarda mimarlık faaliyetlerinin küresel ısınmaya etkisi yeni bir tartışma konusu değil. Bu konuyla ilgili tartışmalar 20 yıl önce başlamış, 10-20 ve 50 yıllık projeksiyonlar oluşturulmuş, üniversiteler ve vergi teşviki gören araştırma şirketleriyle yapı malzemeleri konusunda politikalar belirlenmiş durumda. Fakat bu, bir bütün olarak, karbon ayak izini sıfırlamak üzerine belirlenen bir devlet politikasının alt bir segmenti olarak mimarlık ve inşaat faaliyetleri için oluşturulmuş bir yol haritası. 

Mimarlar olarak dünyayı kurtarmak gibi tanrısal bir sanrıya kapılsak da, talep edileni temin eden bir hizmet sektöründeyiz. Bu çerçeve kapsamında nitelikli mekanlar üretmek gibi başlıca sorumluluğumuzun yanında özel sektörün sermayesiyle kamusal mekan üretmek gibi gizli bir görevimiz (!) de var. Bu başlı başına bir mesele iken, mimarın sırtına bir de ekolojik sürdürülebilirlik küfesi yüklemek biraz acımasız. Çünkü bu ikna olunması değil talep edilmesi gereken bir kavram. Bu mesele kamu tarafından talep edilmeli yönetimler tarafından da teşvik edilmelidir. Bu talep ve teşvikin yanında ise sürdürülebilir malzemeler için yönetmelikler ve deneyselliğe açık kapı bırakan uygun şartnameler ve yönetmelikler düzenlenmelidir. Bu böyle olmadığı vakit yüzlerce ton çelik içeren bir yapının üstüne koyduğumuz güneş panelleri, rüzgar türbinleri ve elektrikli araç şarj istasyonları ile sürdürülebilir yapı tasarladığımızı sanan oksimoron bir durumda kendimizi bulabiliyoruz.

Ezcümle, taşıyıcı sistemi ahşap ya da sıkıştırılmış toprak olan bir kamu yapısı şu an için ülkemizde bir hayal. Fakat entropi yasası sadece doğa için değil, iktidarlar için de geçerli bir yasadır. Doğal olanın kıymetini bilen, sürdürülebilir yapılı çevreyi üst bir sürdürülebilirlik politikası kapsamında talep eden bir kamu o kadar uzak bir hayal değil gibi…

“Yaşanan durumlar neticesinde doğanın kollayıcısı olmak, gerek kentin mimarisini dokuyan roller olsun, gerek o kentte yaşayan her bir vatandaş olsun herkesin farkındalık çerçevesinde barınıyor olmalı.”

Ali Osman Öztürk, Y. Mimar
A Tasarım Mimarlık

Dünya genelinde ve ülkemizde gerçekleşen iklim krizinin doğurduğu sonuçlarla yüzleştiğimiz bu kritik dönemde, yaşanan yangın felaketleri, durumun ne denli ciddi olduğunu haykırır nitelik taşıyor. Hem mimari pratiklerde önem taşıyan, hem de günlük yaşantımızda yer kaplayan birçok uygulamanın ucunun doğaya dokunan domino taşları olduğunu ve büyük hezimetlere sebebiyet verebileceğini, krizler yaşandıkça hatırlamak yerine zihnimizden çıkarmamakta fayda var. Yaşanan durumlar neticesinde doğanın kollayıcısı olmak, gerek kentin mimarisini dokuyan roller olsun, gerek o kentte yaşayan her bir vatandaş olsun herkesin farkındalık çerçevesinde barınıyor olmalı. 

Bu noktada, mimarlığın, iklim değişikliklerinin yapılı çevreyle ilişkisi gibi konularda söz sahibi mesleklerin başında gelmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Günümüzde kentler, hızlı bir eğriyle yükselen tüketim toplumları haline geliyorken, yaşanabilecek kentsel ve küresel ölçekteki felaket senaryolarına kendisini hazırlayabiliyor mu? Söz konusu durum başta mimarlar olmak üzere hepimizi son derece ciddi mücadelelere itiyor. Bu mücadelede esnek ve sürdürülebilir kararların, farklı mekanlar üzerine olan etkisini irdelemek vazgeçilmez sorumluluklardan biri haline geliyor. Yenilikçi alanlar yaratmak için tanınan fırsatları doğru değerlendirmek için birçok nitelikte karşımıza çıkabilecek tabiat elemanlarını bu mücadelenin ana kahramanları yapmalıyız. İklimsel değişikliğin yönetilmesi için gerekli strateji olan adaptasyonu sağlamada önemli rollerin düştüğü mimarlar ve plancılar yaratıcı çözümler üretmek zorunda.

Mimarlık pratiğinde radikal bir dönüşüm ve daha hassas bir yaklaşımın ivedilikle yerine getirilmesi gerekiyor. Yaşadığımız gezegende karşı karşıya kaldığı sorunlar, durumun sosyal boyutunu, kentleşmenin ve mimarlığın önemini bir kez daha gözler önüne seriyor. Bu noktada sadece yeniden üretimin değil, kaynak değerlendirerek tasarlamanın da yeniliklerin bir parçası olduğunu anlamamız gerekiyor.

Sürdürülebilir iş modellerini, genel verimliliği artırma ve doğal kaynakları koruma hedeflerini gözetecek şekilde oluşturulmasını tavsiye ediyorum. Atmosfere salınan karbon ve sera gazı oranını düşürmek için, aktif olan tüm şirketleri geri dönüşüm odaklı bir çalışma politikasına davet ediyorum. Enerji tüketimini en aza indiren ve doğal yöntemleri ön plana çıkaran yapılar için çalışmalıyız. 

İklim değişikliğine karşı duyarlı ve temkinli olmak konusunda kararlar almamız gerekiyor. Aksi takdirde, kaynaklara ve yaşananlara bakarsak gezegenimiz için üzülmeye başlamamız gerekir. Sürdürülebilir materyaller ve tekniklerle içerisinde bulunduğumuz durumu bir an önce düzeltmemiz gerekiyor. İçinde bulunduğumuz tüketim toplumunda doğayı korumak ve hatta iyileştirmek istiyorsak hep birlikte hareket etmeliyiz. Mimarlar olarak bu pozisyonda tasarlamış olduğumuz her yapı için nasıl doğaya ve yeşile katkı sağlayacağımızı düşünmeli ve iyileştirmeye yönelik tasarımlar yapmalıyız. 

“Tasarlanan her şeyin sadece en sonda çıkacak imgesini değil, o tasarımın ortaya çıkış sürecindeki tüm aşamalarını tartıp irdelemek gerekiyor.”

Semra Uygur, Y. Mimar
Uygur Mimarlık

Mimarlık, yapılı çevrenin tekil unsurlarını oluşturuyor. Konuya mimarlıktan öte şehir bölge planlama, kentsel tasarım, altyapı vs. gibi daha bütüncül alanlar genelinde bakılması gerekir. Konular mimarların tek başına altından kalkacağı bir durum değildir. Bilinçlenme, çevreye duyarlı olmak çocukluktan başlayarak aile, okul, eğitim ile birlikte toplumsal olarak çözülebilir. Mimarlık faaliyeti yeryüzünde alan kaplayan doğayı değiştiren müdahale eden bir faaliyet. Yaşam için gerekli olmakla birlikte son yıllarda tüm dünyada adeta dayanıklı tüketim malı olarak görülür niteliğe büründü. Yapılar tüketimin aracı olarak görülmeye başlandı. Sürdürülebilirlik antroposen çağın değil her çağın gereksinimiydi. Bunun geç, hatta tabiri caizse modaya alet edilmesini de doğru bulmuyorum. İyi ve doğru bir mimarinin başat unsurlarından biri ekoloji ile yapısal çevrenin ilişkisini kurmak. Bunlar, mimarlık okullarında da işin özüne inerek temel bilimlerle ilişkiler kurularak anlatılmıyor.

Tasarlanan her şeyin sadece en sonda çıkacak imgesini değil, o tasarımın ortaya çıkış sürecindeki tüm aşamalarını tartıp irdelemek gerekiyor öncelikle. “Hangi malzeme, nereden, nasıl, geliyor; hangi süreçten geçiyor; tasarımı yaptığımız bölgenin kendine özgün yeri ile ilgili özgün özellikleri nedir?” gibi çok temel, hepimizin sorması gereken sorular var. Ancak işin gerçekleşmesi aşamasındaki sürece gelince işvereni ikna etme kısmı mimarın üstünde bir yükümlülük oluyor. Neyin neden uzun süreçte daha doğru olduğunun bilincini yapılan iş sürecinde muhatap olunan tüm kurum ve kişilere aktarabilmek ve ikna etmek gerekiyor. Mimarların da kitlesel talebin oluşması için öncelikle kendileri talep etmeleri gerekli bu durumda. Mimarların misyonu sadece tasarım ve yapım sürecindeki ekosisteme duyarlı teknik çözümleme ve kararların alınması değil, bu kararlarda ısrar etmek ve ikna etmek gibi duruyor Türkiye’de.

İdeal bir düzende aslında tabii ki ekolojik sürdürülebilirlik temel bir sorun olarak ele alınabilir, alınmalı da. Ancak özellikle endüstri devrimi sonrası oluşan belli başlı alışkanlıklar sebebiyle önceliklerimiz hala farklı. Bu yüzden şu an var olan düzenimizde, hele Türkiye’de maalesef bunu her zaman öncelikler arasında tutmak mümkün olamayabiliyor. Sürdürülebilirlik başta da belirttiğim gibi hem sosyal olarak hem de ekolojik olarak zaten mimarinin başat görevlerinden; ancak bunu bir bilinçle yapmıyoruz artık. Tüm dünya için geçerli bu durum. Bazı hizmet ve özelliklerin teşviği ancak talep oluştukça organik olarak ortaya çıkabilir. Bu da kitlesel bilinçlenme ile olacak. Bu süreci hızlandırmamız ve okullarda da küçük yaştan itibaren ekolojiyi belirli seviyelerde anlatmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde yapılı çevre ile ekolojinin ilişkisini sağlıklı bir şekilde kurabiliriz.

Mimarlık dönem dönem bazı “moda” akımlarını takip ediyor. Bunlar genellikle de sadece imge ile ilgili saplantılar. Dünyanın her yerinde artık aynı tür yapıları görmeniz mümkün. Bulunduğu yöreye, bölgeye, kültüre de yabancılar aslında; ancak imgeler ve suretler üstüne kurulu 21. yüzyıl düzeninde çoğunluk tarafından kabul görüyorlar. Sadece görüntüsündeki aynılık ile bile bu kadar kolay tanımlanabilir olmak mimarinin tüketim kültürünün kitlesel olarak bir parçası olduğunu gösteriyor.

“Mimari projelerin onaylandığı kurumlarda sadece yapı üretiminin farklı aşamalarını denetleyen ve onaylayan değil, yapının ve yakın çevresinin yaşadığı sürece belli dönemlerde akredite edilmesini sağlayan sistemler kurulmalıdır.”

Devrim Yücel Besim, Doç. Dr.
Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Mimarlık Bölümü

Mimarlık, insanların sadece barınma ihtiyaçlarını karşılamaktan ve yapısal üretime hizmet eden bir meslek olmaktan öte, sorumluluğu çok büyüyen bir alan olmuştur. Temel amacı insanı korumak ve onun bağlı olduğu doğayı şekillendirerek onun yararına bir çevre yaratmak olan mimarlığın somut ürüne dönüştüğü “inşaat yapma eylemi” elbette ki doğaya bir müdahaledir. Ancak, her müdahale insanlığa ve doğaya zarar verecek bir tahribata dönüşmeyebilir, tam tersine doğal olarak gelişebilecek zararlara önlem ve oluşabilecek felaketlerde mimarlık korunmayı sağlar. 

Günümüzde tüm dünyada yaşanan doğal felaketlerin temelinde küresel ısınmanın, küresel ısınmaya ise insan kaynaklı iklim değişikliğinin neden olduğu bilinmekte. Ancak ülkemizde yaşanan felaketler sırasında ve sonrasında yaşananlar organizasyon karmaşası, sistem yoksunluğu ve önlem yetersizlikleriyle ilişkilidir. Betonlaşma ve doğaya yapılan tahribatların faturası o mimariyi yapanlara/yaptıranlara değil, o mimariyi tercih edenlere olmuş; aslında en fazla zararı da yine doğa almıştır. Mimarlık, yanlış yapılaşma ve hızlı kentleşmeye araç olmadığı sürece bu karanlık tablonun içinde yine de en büyük sorumlulukta olan ve ışık verebilecek bir birikimdir.  

Mimarlığın sürdürülebilir bir gelecek için üstlenmesi gereken en önemli misyon “insan” odaklı olma durumunu “doğa” odaklı olmaya yöneltmesi olmalıdır. Mimari projelerin onaylandığı kurumlarda (yerel yönetimler, mimarlar odası gibi) sadece yapı üretiminin farklı aşamalarını denetleyen ve onaylayan değil, yapının ve yakın çevresinin yaşadığı sürece belli dönemlerde akredite edilmesini sağlayan sistemler kurulmalıdır. 

Ekolojik sürdürülebilirliği her projede bir tasarım sorunu olarak en başta ele almak mümkün olmalıdır. Sürdürülebilir çözümlerin teşviki öncelikle mimarlık eğitiminde bu konunun merkeze alınmasıyla başlamalıdır. “Çevre etiği / doğaya saygılı tutum” gibi başlıklar önemli konular olarak formal eğitim sırasında ve sonrasında verilmelidir; hatta mesleki yeterlilikte bu durum değerlendirme kriteri olmalıdır.

Sürdürülebilirlikle ilişkili bir bilincin oluşması “sosyal bir dönüşümü” gerektirir ve sadece mimarlık ile ilişkili değildir, zaman gerektiren bir süreç, bir politikadır.  Sürdürülebilir çözümler için olumsuz iklimsel değişikliklerde yaşanan hızlanma ve durumun aciliyeti nedeniyle ülkemizde teşvikten çok yasal düzenleme ve zorunluluklar şarttır. 

Mimarlığın gelişimi yapı üretim sayısı, yapının büyüklüğü, projenin prestiji gibi niceliksel değerlerle değil, yapının doğa ile ilişkisindeki niteliği açısından değerlendirilmelidir. Yapısal nitelikler “yaşamsal değerlere” yoğunlaşacak şekilde belirlenmelidir. Projelerin esnek ve çok kullanımlı yapısının öne çıkarılarak küresel ısınmayla ilişkili olabilecek tüm risklerin rasyonel çözümüne odaklanılmalıdır. Ekonomik sistem içinden çıkıp “ekolojik sistem” içine girmelidir. Bu da mimarlığın yeni yapı üretiminden çok, var olan yapıların iyileştirilmesine odaklanmasını gerektirmektedir. Yenilerde ise yerel olanlarla (insan gücü, malzeme, teknik vb. açıdan) üretim yapmayı, akılcı minimal çözümler bulmayı, kapalı mekanlardan çok açık ve yarı açık alanlara değer vermeyi, kent ve kırsal için farklı yaklaşımları üretmesini gerektirmektedir.