Hüseyin Yanar:

“Benim bulmaya çalıştığım, adım adım gittiğim, sonra da anladığım bu alan, kendime ait bir şey. Zaten insanlar önce kendilerine ait bir şey yaratıyor, ondan sonra onu açıklamaya çalışıyorlar.”

AURA İstanbul ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ortaklığında düzenlenen “Art & Architecture: Conversations on Architecture and Art without Boundaries” başlıklı panel kapsamında yeniden Türkiye’de bulunan mimar, sanatçı, yazar ve akademisyen Hüseyin Yanar ile, mimarlık ve sanat arakesitindeki yolculuğu, akademik ve profesyonel mesleki deneyimleri, Fin kültürünün ve doğasının üretimleri üzerindeki etkileri hakkında konuştuk. 

Ebru Şevli: AURA İstanbul ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ortaklığında düzenlenen “Art & Architecture: Conversations on Architecture and Art without Boundaries” başlıklı panel kapsamında “I Discovered My Island” başlıklı konuşmayı gerçekleştirdiniz. Sanat ve mimarlık arasında kurduğunuz ilişki, sonuç ürünün tasarım değerinin ya da görüntüsünün ötesinde bir yerde duruyor. Hem bir sanatçı, hem bir mimar, hem de sanatçılarla tanışmış ve çalışmalarını gözlemlemiş biri olarak, belki bu süreci daha içsel bir yolculuk, keşif, duyularla daha ilişkili bir süreç olarak tanımlayabilir miyiz? Sanat ve mimarlık arasında kurduğunuz ilişkiyi nasıl ifade edersiniz? 

Hüseyin Yanar: Ne güzel özetlediniz. Gerçekten de benim bulduğum alan, kendime ait olan alan, sanat ve mimarlık arasında yer alıyor. Aslında belki sadece benim için var olan bir alan; başka hiç kimse için değil. Ama inanıyorum ki, sanat ve mimarlık arasında çok önemli bir ilişki var. Bunun çeşitli seviyeleri var ve bu iki disiplinin arasında da çok geçirgen bir alan var. Yani, çok hayali bir düşünce belki ama, bunlar arasında bir bölüm olsaydı, deneysel bir şekilde sanat ve mimarlığı bir araya getirseydi, çok müthiş bir şey olurdu diye düşünüyorum. Müthiş bir ara disiplin ya da özel bir disiplin olabilir. Yani çimento gibi bütün bunları birbirine bağlayan… Biz bir mimarlık okulunda okuduk ve sanat ile iç içe bir yıl, hatta ikinci yıla da sarkan, sanat öğrencisi arkadaşlarla bağlantı kurma fırsatı bulduğumuz bir dönem geçirdik. Onlarla beraber değişik çalışmalar ve enstalasyonlar yaptık. O zamanların efsane hocalarından çok önemli temel sanat eğitimi dersleri aldık.

Gitmek İçin Yollar, Helsinki, 2017.

Gitmek İçin Yollar, Helsinki, 2017.

Mimarlık bölümündeki projelerimiz arasında, unutamadığım ve beni hatta bir rüzgar gibi bütün bu alana doğru iten bir çalışmalar dizisi oldu. Tabii keşke okulda, sanatla mimarlık yan yanayken, oranın hocaları, buranın hocaları, farklı disiplinlerden gelen bakış açıları ile bir arada öğrencileri değerlendirebilseler ya da birarada çalışabilselerdi... Keşke böyle mekanlar da iç içe girseydi. Sanat ve mimarlık olabildiğince bir araya gelebilseydi. Benim bulmaya çalıştığım ya da adım adım gittiğim, sonra da anladığım bu alan, kendime ait bir şey. Zaten insanlar önce kendilerine ait bir şeyi bulup yaratıyorlar, ondan sonra onu açıklamaya çalışıyorlar. Romancılar da böyle, mimarlar da böyle, sanatçıların da böyle olduğunu sanıyorum. 

Siyahlara karşı renkliler, Helsinki, 2015.

Siyahlara karşı renkliler, Helsinki, 2015.

EŞ: Yirmi beş yılı aşkın bir Finlandiya hikayeniz var. Şu anda Türkiye’den çok farklı bir coğrafyada hem mimarlık hem de akademisyenlik yapıyorsunuz. Ziyaret etme ve eğitim şansı bulduğunuz ülkeler arasında sizi Finlandiya’da kalmaya ikna eden unsurlar nelerdir? 

HY: Finlandiya’ya ailevi nedenlerden ötürü geldim. Ama aslında orada, çoğumuzun bildiği çok önemli bir usta vardı. Yıllar öncesinden bize mimarlık adına çok şey söyleyen Alvar Aalto; o bana göre çizgileri ile tam bir özgürlük savaşçısıydı. Tabii ben onu kitaplardan izliyordum. Yaşamının son projelerini yapıp sahneden çekildi. Bunlardan biri, ikinci kısmının bitişini görmediği “Finlandiya Evi” isimli ünlü konser salonuydu. Aalto’yu, yaşadığı yeri, yaşayacağım yeri anlamaya başladım gittiğim zaman, ama bu dünyayı anlarken aslında kendimi de anlamaya başladım. Fakat şunu da söylemeliyim: Buralara gelmeden önce tanıdığım ve içselleştirdiğim Aalto ile geldikten sonra tanıdığım Aalto çok farklıydı. Bu hikayeyi de aslında yazmaya çalışıyorum. Dünyada bir sürü ülke bir sürü öğrenci bir sürü hoca tanıdım ama burası çok özel bir yerdi. Bir kere çok soğuktu, kışın çok karanlıktı. Çok sessizdi. Boşluk vardı. Bizimki gibi doldurmaya yönelik meydanları yok; boşaltmaya yönelik meydanlar ve boş meydanlar var. Giderek bu sessizliği ve boşluğu sevmeye başlamıştım. Çünkü boşluk ve sessizlik birbirini tamamlayan bir ikiliydi. Farklı janrların bir arada olduğu bir birliktelik yaratıyordu boşluk ve sessizlik. Bu sessizlikte, bu boşlukta sanki bomboş bir kağıt açarmışçasına, onun üstünde çizmeye başladım. Buzları, buzların geliş gidişini, sınırların ortadan kalkışını, şehirlerin dönüşümünü… Sonsuz bir boşlukta yürüyormuşsunuz gibi… Buzların üzerinde uzun yolculuklar yaptım. Buzlu suya girdim çok üşüdüğüm zamanlarda, bir arkadaşımın önerisi üzerine. Yani “Avanto” yapmaya başladım. Aslında çok basit şeyleri yavaş yavaş baştan öğreniyordum. Üşümemek gibi. Böylece kendi mimarlığımı da gözden geçiriyordum.

Helsinki’nin merkezinde, Punavuori’de, yıllarca paylaştığımız ortak ofisimizde farklı disiplinlerden arkadaşlarla bir arada üretimler yapma fırsatı bulduk. Bir sinema yönetmeni, ışık ve moda tasarımcıları, heykeltraş, grafik ve tekstil sanatçıları ile ben de dahil üç mimarla birlikte, diğer sanatçıların ve mimarların uğradığı, meydana bakan giriş katındaki özel bir mekanda bir aradaydık. Mimarlığın, mimar olmanın anlamı farklılaştı gözümde. Daha kendime ait mekanlar bulmaya başladım ve yazmaya başladım.

Arkadaşlık Çemberi, Noel Zamanı, Helsinki, 2021.

Arkadaşlık Çemberi, Noel Zamanı, Helsinki, 2021.

Juhani Pallasmaa benim için oldukça önemli. Yazdığı kitapların da ötesinde, çok karşılaşma ve konuşma fırsatı bulduğum birisi. Bir gün bana “Dikkatle bak etrafa.” dedi, “Bu kültürün derinliklerini görmeye çalış.” gibi sözler söyledi, ya da uzun sohbetimiz içinde ben bunların altını çizdim. Ardından yazmaya başladım, Türkiye’de Arkitera’da, Betonart’ta, Arredamento Mimarlık’da, Rh+ Sanart’ta, Git ve Karga dergilerinde birçok yazı yazdım. Sanat ve mimarlıkla ilgili, sanatçılarla, mimarlıkla ilgili makalelerim sürüp giderken Finlandiya’da çok olumlu reaksiyonlar alan bir kitabım yayınlandı; “Portreler: Fin Sanat ve Mimarlığından Eskizler” başlıklı Fince yazılan bir kitap. Şimdi, başka bir yorumla ikincisini tamamlamak üzereyim. Bu arada bugünkü panelde benden sonra konuşan Kaarina’yı, Seppo’yu ve diğer sanatçıları tanıdım. Seppo ile birlikte Helsinki’deki Güzel Sanatlar Akademisi’nin, onun bölüm başkanı olduğu Zaman ve Mekan Bölümü’nde hocalık yaptım. Mimar olarak sanatçıların içine düşmüştüm. Bunun bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Sanat okulundaki öğrenciler çok farklı, mimarlık öğrencileri gibi değildi. Bana çok fazla ipucu verdiler. Öğrencilere çok güveniyorum ve onlardan çok şey öğrendim. Onlar olmasaydı ben de olmazdım. Böyle bir kompozisyonun içinde bana ait, sadece benim bildiğim bir yer var, işte bugünkü konuşmamda da bunu anlattım. 

H. Yanar, Portreler: Fin Sanat ve Mimarlığından Eskizler (solda); Kartopu, Buz tutmuş Denizde, Regatta Cafe, Helsinki (sağda).

H. Yanar, Portreler: Fin Sanat ve Mimarlığından Eskizler (solda); Kartopu, Buz Tutmuş Denizde, Regatta Cafe, Helsinki (sağda).

EŞ: Tüm bu süreçte ve üretimlerinizde Fin doğasının önemini nasıl açıklarsınız? 

HY: Fin doğasının yeri çok önemliydi. Aalto’yu tanıyordum ve buradan bambaşka hikayeler çıkıyordu ama asıl doğaya bayıldım. Doğayı hiçbir yerde bu kadar içselleştirdiğimi hatırlamıyorum. Buz da önemliydi. Bunun yanında neredeyse batmayan geceler ve karanlıklar da var. Sonra karanlıkları sevmeye başladım, aslında onun müthiş bir güzelliği olduğunu anladım. Keşfedilmeyi bekleyen sonsuz bir mekansal alan açılıyordu önünüzde. Buraya özgü bulutlar, rüzgarlar, yağmurlar, karlar, buzlar… Fin doğasının çok büyük rolü var benim tasarım serüvenimde. Onlar ormanları o kadar içselleştiriyorlar ki… kutsal mekanları, kiliseleri gibi. Binlerce göl var, buz tutuyor. Ormanların içine girdiğimde, ağaca ağaç gibi bakmamaya başladım. Öyle bir ışık, öyle bir mekansal cümbüş var ki… Türkiye’de de olsam benzer bir şey yaşardım muhtemelen. Her gün Anadolu’dan Avrupa tarafına gelip giderken de keşke daha da derinden anlayabilseydim. Yunuslar atlıyor, dalgalar gelip gidiyor, kentin kalbindeki su yolu boğaz, orada hissedilen özgün topoğrafya, yükseltiler, alçaltılar ve bütün bunları saran doğa, bunlar o kadar müthiş şeyler ki… Duyguların ne kadar önemli olduğunu da Güney Kore’de öğrendim, yürümeyi adeta yeniden öğrenirken, yazarken çizerken.. Siz varsınız, duygularınız var, bir de doğa var. Suya düşmüş bir taş gibi, dalga dalga, yayılıyor; ortada siz varsınız, yaşadığınız günlük yaşam da sizi saran bir çember ve onların da etrafında da her şeyi saran doğa var… 

Bir Kentin Kesiti, Helsinki, 2016 (solda), Renkli Kent ya da Orman, Helsinki, 2015 (sağda).

Bir Kentin Kesiti, Helsinki, 2016 (solda), Renkli Kent ya da Orman, Helsinki, 2015 (sağda).

EŞ: Bugün röportajımızı MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Bina Bilgisi Kürsüsü’nün bulunduğu yapıda yapıyoruz ve burası sizin akademik kariyerinize başladığınız yer. Akademik kariyerinizi sürdürdüğünüz, İngiltere, Finlandiya, Güney Kore gibi farklı ülkelerde mimarlık pratiğinin nasıl yapıldığına şahit olmak sizin bugünkü bakış açınıza nasıl etki etti? 

HY: Beni yetiştiren ülke Türkiye’dir ve ardından bu akademidir, bu bina bilgisi kürsüsüdür. Biz burada çok güzel şeyler öğrendik. Hocalarımızdan, öğrencilerden ve o zaman ki Akademi’nin efsanevi mekanlarından… Sonra bir rüzgar beni önce Oxford’a ardından Finlandiya’ya götürdü. Ritim ile ilgili tezler yapıyordum. Ondan sonra İngiltere’ye tekrar döndüğümde orada hocalığa başladım. Stüdyolarda yeniden öğrencilerle tanıştım ve çok güzel dostlar edindim. Düşünün, ülkenizden ayrılıyorsunuz ve orada tekrar kaldığınız yerden başlıyorsunuz. Yarışmalara katılıyor, stüdyolar yürütüyorduk. Oxford’da her şey değişti. Bambaşka bir eşik vardı, orada kendim gibi insanlarla karşılaştım ve çok paylaştık. Birinci sınıf stüdyosunda sanat ve mimarlığı bir araya getirdik. Sergilerine giderek incelediğimiz Anish Kapoor, Mona Hatoum, Cornelia Parker gibi sanatçılar vardı, o zaman Land Art yapan Richard Serra, Richard Long, Christo ve Jeanne-Claude, Andy Goldsworthy, gibi isimler de sıraya girdi. Land Art hikayesini de burada derinden incelemeye başladım. Bunları stüdyoya taşıdık, sanat ve mimarlık iç içe girmeye başladı etrafımızdaki günlük yaşam ile birlikte. Finlandiya’da bu deneysel stüdyolar farklı nüanslarda devam etti. Kore’den davet aldığımda orada başka bir boyut vardı. Duygular, meditasyon, yürümeler sayesinde içsel dünyanın da çok önemli olduğunu anladım. Demin ki taş ve dalga etrafındaki halkaları benzetmesindeki gibi, Kore’de merkezin duygularla ilgili olduğunu ve bunun tasarımla ilişkisinin hikayesini anlamaya başladım. Bunlar çizimlerime yansıdı. Çizdiklerimi uzun süre kimseye göstermemiştim sonra ardından Tampere de öğrencilerle paylaşmaya başladım. Özelimi, duygularımı göstermemden çok memnun olup onlar da duyguları ile ilgili ipuçları verdiler. “Urban Meditation” stüdyoları ile diğerlerini yaptık meslektaşlarımla. Bir bütünlük oluşmaya başladı, dev bir eskiz gibi düşünün. Bir yerden başlıyorsunuz, sanatçılar mimarlar arasında dolaşarak, farklı disiplinler arasında gezerek böyle bir eskiz yapıyorsunuz. Ama suyun kaynağı çok önemli, o da burası, Bina Bilgisi Kürsüsü. Muammer Onat Hocamın yanında çok vakit geçirdim, asistanıydım. Çok büyük bir dosttu, çok büyük bir yürekti. Çok şey öğrendim kendisinden, bunlar benim kariyerime de yansıdı. Ama ne alırsanız alın, sonrasında sizin üzerine koyduğunuz kendi yorumlarınız da çok önemli. 

EŞ: Akademik kariyerinizin yanında mimarlık pratiğinin içinde de yer alıyorsunuz. Bu ikililik Finlandiya’da nasıl bir dengeye sahip? Kuzeyli mekan üretme pratikleri ile Türkiye’deki mekan üretme biçimlerini nasıl kıyaslarsınız? 

HY: Oxfordu da katabiliriz belki bu kıyaslamaya… O yıllarda, asistanlıktan diğer kariyer kademelerine geçebiliyordunuz, ama yükselmek istiyorsanız önce doktora yapmanız gerekiyordu. Orada da benzer durumlar vardı. Fakat dışarıdan projelere gelen, ofisleri olan hocaların, pratik yapan mimarların, sayısı Oxford Mimarlık Okulu’nda da az olmasına rağmen buradan çok daha fazlaydı. Bizim zamanlarımızda burada Akademi’de hiç yoktu dışarıdan gelen, projeye giren hocalar… Sonra Finlandiya’da anladım ki sistem tamamen değişik. Orada örneğin dikkat çeken konut binaları yapıyorsunuz, ya da halkın kullandığı binalardan tasarlıyorsunuz ya da mesleğinizde yaptıklarınız ile tanınıyorsunuz ilgili bölüme sizi seçiyorlar ve profesör olarak sizi davet ediyorlar, siz orada beş sene bulunuyorsunuz sonrasında isterseniz devam ediyorsunuz, isterseniz ayrılıyor ofisinize dönüyorsunuz. Juhani Pallasmaa sadece beş yıl Otaniemi’de profesörlük yaptı sonra da devam etmeyip ofisine döndü. Çok fazla olmayan bölüm başkanlarının dışında çok sayıda değişik bölümlerde daha kısa anlaşmalarla çalışan hocalar, dışarıda ofisi olsun olmasın sistemde yer alıyordu. Buna kim nasıl girerse girsin, bu sistem yürüyordu. Ama artık burada da birkaç üniversitenin bir araya getirilmesinden meydana gelen yeni üniversitelerinde bizimkilere benzer kademelenmelerle oluşan “tenure-truck” sistemine geçildi. Türkiye’de sistemimiz biraz kişilere dayanan bir sistem. Biri çıktığı zaman sistem değişebiliyor. Finlandiya’da ise sistem kişilere başlı değil. Kim gelirse gelsin eskisi gibi devam ediyor, tazeleniyor. Ben burada diğer ülkelerde olduğu gibi çalıştığım okullardaki akademik tarafı ve okul dışındaki pratik tarafı birbirinden ayırmadım. Bütün bunlar giderken hep bir elim eskizlerde, kalemlerde, projelerde, yarışmalarda, mekan yaratmada, bir tarafım da akademik yan ile ilgili oldu. Bu iki taraf birbiriyle birleşti ve hep öyle gitti. 

EŞ: Şu anda da Tampere Üniversitesi’nde akademisyen olarak devam ediyorsunuz. İstanbul’un bir ilçesinden daha az nüfusa sahip şehirlerde, orada doğup büyümüş mimarlık öğrencilerinin, kamusal alana, şehre, mimarlığa bakışıyla Türkiye’deki öğrencilerin bakışı arasında çok büyük farklılıklar var mı? 

HY: Evet, Tampere University, Built Environment Bölümü’nde, Kore sonrası yakın zamana dek çalışmalar yaptık. Şunu söyleyebilirim, mimarlık öyle bir şey ki orada, oldukça seviliyor. Helsingin Sanomat gazetesinde sık sık mimarlıkla ilgili yazılar, değerlendirmeler çıkması önemsenir, ilgi çeker. Bazen kapınızın mektup gözünden bir broşür atarlar, çevrenizde yapılacak binalarla ilgili. Sıradan insanları toplantıya davet ederler bir yerde, hem açıklama hem de, düşünülenleri öğrenmek için. Yarışmalar açılır ve bunlar lanse edilir. Zaten küçük bir ülke, beş buçuk milyonluk bir nüfusa sahip. İnsanların mimarlığa bakışı, belki burada bakılandan daha farklıdır. Yani orada özel bir ortam var. Bunun için de tabii sanatsal etkinlikler de çok fazla ve şehrin değişik yerlerinde enstalasyonlar da yapılıyor. İnsanlar sanata da aşinalar, yapılan yeni binalara da aşinalar. İnşa edilen çevreye bakış da belki Türkiye’den daha farklı diyebiliriz. Uzun zamandır burada değilim, bu yüzden kıyas yapmak zor. Buraları özlüyorum ve çok seviyorum ama yaşamadığım için çok derinlemesine bu karşılaştırmayı yapamasam da, Finlandiya’da böyle bir hava var diyebilirim. Yani burada yaşayanların genelde küçük yaşlardan edindikleri mekansal ve sanatsal duyarlılıkları var, buna elbette oldukça donanımlı olan öğrenciler de dahil. Şehrin içinde de çok şey tasarlanmış gibi. Daha planlı, programlı bir yer. Onun için burada sanata bakış da, mimarlığa bakış da çok daha içsel, belki bunu diyebilirim. Mimarlıkla ilgili de, özel binalar yapılıyor ve bunların da açılışları oluyor, mesela ALA Architects tasarımı olan Oodi Kütüphanesi’ni ülkenin 100. yıllarında açtılar, inanılmazdı. Yüzlerce insan geldi ve bir şölene dönüştü her yer. Yani bu zorla yapılacak bir iş değil, bunu sevmelisiniz. Mekanı yaratanlara saygınız olduğu zaman bu noktaya gelirsiniz. Gurur duyarsınız, “Benim ülkeme böyle bir bina yapıldı.” diye. Böyle şeylere şahit oldum. Yaşlı, genç, çoluk çocuk, öğrenci ve sıradan insanların farklı yerlerden o binanın açılışına gelmeleri çok önemliydi. Bu anekdot sizin sorduğunuz soruya belki bir küçük parantez olur. 

EŞ: O zaman son olarak: Sizin tasarım sürecinizin olmazsa olmazları neler? Tasarım yaklaşımınızın karakteristik özelliklerini sizin için özel üretimleriniz üzerinden açıklayabilir misiniz? 

HY: Bir tasarım sürecine girdiğim zaman hiçbir şey bilmek istemiyorum. Programa bile belki en başında girmek istemiyorum. Kahvelere gidiyorum, okuyorum, doğada dolaşıyorum. Yazacağım bir makale için de oturuyorum, Mr. Bean gibi etrafa bakıyorum, insanların yüzlerine, atmosfere, değişen hikayelere… Ama sadece o görüntüler için bakmamaya çalışıyorum, yorumlamaya çalışıyorum. Onlardan bir yansıma geliyor ve bazı detaylar çok önemli hale geliyor.

St. Lawrence Şapel, Vantaa, Helsinki 2003.

St. Lawrence Şapel, Vantaa, Helsinki 2003.

Her an değişen doğadan da, günlük yaşamdan da benzer esintiler geliyor. Mesela Finlandiya’da bir ana limanın sonundaki bir köşede A.R.M.İ Binası’nı tasarlamamızı istediler. Fin Mimarlık Müzesi ile Mimarlar odası da dahil, mühendislik ve sanat ile ilgili odaların bir araya geldiği bir yarışma projesiydi. Sergi salonları, oturma yerleri, yemek alanları ve bu odalarının da bir araya geldiği bir binaydı.

A.R.M.I, Information Center Yarışması, Helsinki.

A.R.M.I, Information Center Yarışması, Helsinki.


Sofi'nin Dünyası, Konut, Jollas, Helsinki.

Sofi’nin Dünyası, Konut, Jollas, Helsinki.

Hani derler ya, “kulağının üstüne yatmak”, böyle geziyordum işte o dönemde. Önüme bir kağıt parçası rastgeldi, katlanmıştı üç dört defa. O çok önemli bir eskizdi benim için ve bunu geliştirdik. Bir de mesela Oxford’da yaptığımız bir yarışma projemiz vardı, Finlandiya’nın Kanberra Elçiliği. Orada da yerde gördüğümüz buzlar erimiş, buz parçaları kalmış bir nehir gibi giden bir andan yola çıkarak proje gelişti. Yani bir takım şeyler sizi alıp götürüyor. Yazılarda da böyle oluyor aslında. Belki ilk önce ya başlığı düşünüyorsunuz ya da yolda giderken başlık zihninizde beliriyor.

Eskiz, Fin Elçiliği Yarışması, Kanberra, Avustralya.

Eskiz, Fin Elçiliği Yarışması, Kanberra, Avustralya.


Eskiz, Arkeoloji Merkezi Yarışması, Kierikki.

Eskiz, Arkeoloji Merkezi Yarışması, Kierikki.

Bütün bunların içinde bazı ipuçları sizi bütüne götürmeye yarıyor. Neolitik dönemden kalma dev kayalar var mesela ormanların ortasında. Orada gördüğümüz bu dev kayalardan bir tanesini hayal ederek mutfağı evin ortasına koyup kaya gibi düşünmek, onun üstüne çıkmak, her ne kadar bambaşka bir hikaye de olsa…

VVV Evi, Hvitträsk, Kirkkonumi, 2003.

VVV Evi, Hvitträsk, Kirkkonumi, 2003.

Bugün yapsam çok daha farklı yaparım ama ortaya çıkan şeyler size öğretiyor… Bugün hala yaptıklarıma, çizgilerime, eskizlerime, enstalasyonlara baktığımda “Ritim” ile ilgili çalışmalarıma devam ettiğimi düşünüyorum. Ritim ve eskiz her şeye tempo tutuyor. Doktoranıza da hayat boyu devam ediyorsunuz, ya da yaptığınız bir proje aslında hayat boyu devam ediyor sanki sizin hayalinizde. Bu bitmeyen bir süreç aslında. Yani hayatın kendisi gibi. Yazılar da öyle belki, yazılarıma döndüğüm zaman, çok düşündürüyor beni. Geriye dönüp baktığınızda tüm bu üretimler düşündürüyor ve süreç devam ediyor.

AURA İstanbul ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ortaklığında düzenlenen “Art & Architecture: Conversations on Architecture and Art without Boundaries” başlıklı panelin tamamına buradan erişebilirsiniz.