Gökyüzünde Kent Düşü: Tokyo’dan Üsküdar’a

Suha Özkan Hon. F AIA

Yaş 23, 1968 Paris Devrini yaşamış, onu “Gerçekçi ol, en olmayacağı iste!” değerlerine adamış gençlerdik. Ortamımız Orta Doğu Teknik Üniversitesi, hayalimiz ve geleceğimiz mimarlıktı. Aradığımız sanayileşme ötesi mimarlığın ne olacağıydı. Archigram ile Londra’dan, Metabolism Grubu ile Japonya’dan esin dolu, yüreklendirici sinyalleri ütopik projelerle almaktaydık. ODTÜ Kütüphanesi’nin olağanüstü çağdaş ve her yayın organına açık varlığı bizi bilgilendiriyordu. Bir bakıma çağcıl mimarlığın süreli yayınlarını izlerken bizi bilgilendirmeleri gereken hocalarımızın en az yarım yüzyıl ilerisindeydik.

Rahmetli Aptullah Kuran yönetimindeki, yüksek lisans derecesi bitirme projesi için verdiği ve benim de büyük heyecanla kabul ettiğim konu “Üsküdar Meydanı’nın Geleceği”ydi. Benim varsayımlarım, o günkü (1968) Üsküdar Meydanı ve çevresine dokunulmadan yaşayacak, çağ ötesi “Gökyüzünde Yeni Bir Üsküdar” önerecektim. İkisi birlikte sembiyotik kentsel varlık olacak, tarihi Üsküdar “Yeni Üsküdar”ın altında toprağa bağlı yaşayan bir “Bellek Parkı” olacaktı. Esin kaynağım Arata Isozaki’nin “Gökyüzünde Tokyo” önerisiydi. Aradaki fark; ben gerçekçi olmak uğruna yapı katlarını konsol değil köprü biçimde yapmış, her katı ön-gerilimli devasa kirişler olarak düşünmüştüm. Gerçekte onun da benzer bir başka projesi vardı. Aralarında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden gelen konuk jüri üyesi, rahmetli Feridun Akozan’ın yüksek sesli telkini ile önerim “tarihi çevreye saygısızlık” olarak değerlendirilmiş ve ben çakmıştım. Sonunda Columbia ve Pratt Institute gibi burslu kabul edildiğim iki üniversiteyi tepmek zorunda kalmış, Bodrum’a tatile çıkmıştım. Orada Dekan’dan aldığım “Projeni yeniden getir, yeniden değerlendirelim, bursun yanmasın” telgrafı beni sadece öfkelendirmişti. Benim bildiğim ODTÜ o değildi. 23 yaşındaydım. Beklentim projemin tasarım tutarlılığı açısından değerlendirilmesiydi. Olmadı. Benim geleceğe olan saygımı anlamak istememişlerdi.

Kendi geleceğim için bir yığın beklentim olsa da o yıllardaki ütopistlerle yakın dost olacağım hiç aklıma gelmezdi. Bu öncül mimarların arasında, Londra’dan Peter Cook (d.1936), Japonya’dan Kisho Kurokawa (1934-2007), Fumihiko Maki (d.1928) ve Arata Isozaki (1931-2022) vardı. 

Isozaki ile dostluğumuz Los Angeles’ta Museum of Contemporary Arts’ı (MOCA) gezdirmesi ile başlamıştı. O yapıda biraz Luis Barragan’ın ama daha çok da Barragan’dan daha az formel olan Ricardo Legorreta’nın etkilerini izlemişti. Daha sonra Barselona’daki Caixa Kültür Merkezi ve Forum projesi oldukça duyarlı tarihi bir ortamda çok hafif bir cam örtü ve onu taşıyan bir ağacı anıştıran taşıma sistemi ile beni çok etkilemişti. Mies van der Rohe’nin unutulmayan Barselona Pavyonu yapısının karşısında Avrupa’nın en duyarlı yapıları arasında yer alıyor. Hayatında beğendiği “orada olmazsa burada olsun” dediği bir öneri de Floransa’da yarışmaya sunup kazanamadığı projenin en azından ikonik unsurlarını Katar’da tasarladığı kongre merkezinde kullanmasıydı; ki projeyi bilenler açısından ilginçtir.

Kendisini 1998 Aga Khan Mimarlık Ödülleri jürisinde yakından tanıdım. Doğrudan onun “Gökyüzündeki Tokyo” projesinin beni 30 yıl önce ne denli etkilediğine ve nasıl cezalandırıldığıma dair anımı paylaştım. O da ilginç bir biçimde “O projeden dolayı ben de epey azar işittim” diyerek beni teselli etse de o öneri, izleyen yıllarda Katar’da önüne açılan bambaşka bir fırsatın vesilesi oldu.

1990’lı yılların sonunda, önceki Katar Emiri Şeyh Hamad al-Thani’ye mimarlık işlerinden sorumlu Şeyh Saud al-Thani (1966-2014) aracılığı ile danışmanlık yapıyordum. O zaman otuzlu yaşlarının başında olan genç Saud çok meraklı olduğu mimarlık konularında benden bilgi ve kitaplar istiyor, işleri için ağız yokluyor, mimarlar seçiyordu. O söyleşiler sonunda Zaha Hadid, Rem Koolhaas, Jean Nouvel Katar’da birçok iş aldılar ve nitelikli yapılar geçekleştirdiler. 

Şeyh Saud’la buluşmalarımız biraz çağdaş mimarlık etkileşimleri gibi oluyordu. Bu sohbetlerden birinde ütopyacılığın çok önemli bir mimarlık düşüncesi kaynağı olduğunu ve Rönesans’tan bu yana birçok erk ve güç sahibi insanın belirli düşler peşinde koştuğunu anlattım. Zamanımızın Archigram, Yona Friedman ve Metabolistler gibi düşünce üreten yaratıcı mimarlarından söz ettim. Gösterdiğim örneklerden “Gökyüzündeki Tokyo” projesi onun çok ilgisini çekti ve amcası Emir’e gösterdi. Emir, Isozaki’nin projesini çok beğenip onu Katar Ulusal Kütüphanesi olarak tasarlamasını istedi. Elbette reddedilecek bir öneri değildi. Isozaki de çok mutluydu. Hep benim önayak olduğumu sandı. Oysa sadece bir rastlantıydı. Proje uygulama aşamasına değin geldi. Uygulama başladı ama olmadı. O gökteki Tokyo ve derin konsollar bir kütüphane için uygun değildi.

Kendisinin aldığı ve büyük bir ölçekte gerçekleşmekte olan dört Orta Asya üniversite yerleşkelerinde mimar olarak seçilmesinde katkım oldu. Bu sadece benim ona olan sevgim ve takdirimden ötürü değil, Orta Asya’da olagelen Japon hayranlığından da kaynaklandı.

Arata Isozaki, Japonların kendilerine ilk adları ile hitabı bile kurala bağladığı ortamda, benden sevgi gereği kendisine “İso” dememi istemişti. Bu benden 14 yaş daha büyük biri tarafından verilen elbette büyük bir onurdu. 

Arata Isozaki 28 Aralık 2022’de Naha Okinawa’da vefat etti. “Ağacın İzinde” internet sitesi Isozaki’yi anarken “Hiroşima ve Nagazaki’ye nükleer bomba atıldığı zaman 14 yaşındaydı” diyerek kendisinin şu sözlerine yer veriyor: “Dünyayı anlamaya başlayabilecek yaştayken memleketim yakıldı. Hiroşima’da patlama merkezine yakın bir yerde büyüdüm. Her yer harabeye dönmüştü. Benim mimariyle ilgili ilk deneyimim mimarlık yoksunluğuydu; bina yoktu, şehir bile yoktu.”