Geçmişten Bugüne Bir Deprem Ülkesi…

Lale Özgenel, Prof. Dr.
ODTÜ Mimarlık Fakültesi

Kahramanmaraş depremleri ardından doğaldır ki bilim ve meslek insanları ile uzmanlar disiplinleri ve alanları çerçevesinde afete bilimsel ve etik bir refleks gösteriyor, görüş bildiriyor, tartışıyor, deprem sonrası sürece destek vermeye çalışıyor. Gerek mühendisler, mimarlar, jeologlar, planlamacılar gibi yapılı çevrelerin üretilmesinde rol alan aktörlerin paydaşı oldukları meslek toplulukları gerekse toplum, öncelikle büyük bir insan kaybına yol açan yapısal yıkımlar üzerine konuşuyor, yorum yapıyor. Bu ortamı, sadece bir mimar olarak değil, bir vatandaş olarak da izliyor ve özellikle, son 25 yıl içinde yaşanan her yıkıcı depremin ardından çokça dile getirilen ama birkaç yıl sonra nedense gündem dışı kalan, “Türkiye bir deprem ülkesi” söylemi üzerine düşünüyorum. Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunun asla unutulmaması gereken bir gerçek olduğunu, her depremin ve deprem sonrasının, can kaybı ve yıkılan yapı sayısı, maddi hasar boyutu gibi rakamsal verilerin değişkenliği dışında benzer bir süreç, bağlam ve tartışma ortamını ortaya çıkardığını, bu anlamda depremin neden siyasi irade ve yerel yönetim gündemlerinin daimi ve başat maddesi ve önceliği olmadığı üzerine düşünüyorum. Bir başka deyişle, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeği karşısında yönetim erkinin ve devlet kurumlarının, neden en kötü deprem senaryosuna en iyi şekilde hazır olma refleksi geliştiremedikleri üzerine düşünüyorum, 17 Ağustos 1999 Düzce ve 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerini yaşamış veya izlemiş herkes gibi. Sadece Marmara bölgesindeki Kuzey Anadolu Fayının son 2000 yıl içinde, 40 tanesi 7 ve üzerinde büyüklükte olmak üzere yaklaşık  600 kaydedilmiş depreme yol açtığı bilinirken (1), depreme karşı sürdürülebilir bir farkındalık ve önlem, afet sonrası müdahale ve rehabilitasyon sürecinin, kültürel tarihi pek çok yıkıcı depremle örülmüş Türkiye gibi bir deprem ülkesinde, tasarlanması ve sürekli geliştirilmesi için daha ne olması lazımdır? 

Türkiye’nin sismik afet tarihinden birkaç örneğe kısaca bakalım. Okuduklarınız aşina gelecek.  

Milattan önce 17’de Ege’de, “Lidya Depremi” olarak anılan büyük bir deprem olur (MÖ. 23’de en az bir başka deprem daha olduğu bilinir). Romalı tarihçiler Tacitus ve Yaşlı Pliny (Pliny the Elder) ile Yunanlı tarihçiler Strabon ve Eusebius, depreme şahit olmamışlardır, ama deprem hakkında bildiklerini, duyduklarını bilgi olarak aktarırlar. Pliny’ye göre bu deprem, insanlık hafızasının şahit olduğu en büyük depremdir. Tacitus, birçok kişinin kendi evlerinin çöken çatıları ve duvarları altında kalarak öldüğünü, evlerinden kaçabilen insanların da dramatik bir biçimde, yerde oluşan deliklere düşerek öldüklerini anlatır. Tarihçilerin aktardıklarına göre, MS. 17 depremi gece olmuştur, depremin merkezi Efes, Sardis veya Magnesia antik  kentlerinin yakınındadır ve en az oniki şehir kısmen ya da tamamen yerle bir olmuştur: Sardis (Manisa), Magnesia on the Sipylus (Manisa), Philadelphia (Manisa), Tmolus (İzmir), Cyme (İzmir), Temnos (İzmir), Myrina (İzmir), Apollonis (Manisa), Hyrkanis (Manisa), Mostene (Manisa), Aegeae (Manisa) ve Hierocaesarea (Manisa). Ayrıca Pergamon (İzmir), Ephesus (İzmir) ve Kibyra (Burdur) kentleri de, büyük olasılıkla aynı yıl içinde gerçekleşen bir başka depremden veya MS. 23 depreminden nasibini almıştır. Depremin, büyük can, mal ve yapı kaybına yol açmasının yanısıra ekonomik ve ticari anlamda da yıkıcı etkileri olmuş, Anadolu’yla (o zamanki adıyla Küçük Asya) yapılan ticaret fiilen kesintiye uğramıştır. Roma İmparatoru Tiberius, felaketin büyüklüğünü bildirmesi ve yardımları koordine etmesi için derhal bölgeye bir Roma Senatosu üyesi göndermiş, depremden en çok etkilenen kent olan Sardis’in yeniden inşası için ise kendi servetinden kente 100.000 sesterces (2) maddi yardımda bulunmuş, kentlerde yaşamakta olan toplulukların ve vatandaşların beş yıl süreyle vergiden muaf tutulması sağlayarak, hızlı bir toparlanma süreci başlatmıştır. Bu ayrıcalığı bu kadar uzun süre vermiş olması, şehirlerin uğradığı yıkımın derecesinin çarpıcı bir kanıtı olarak görülmüştür. İmparatorun diğer kentlere de maddi yardım yaptığı bilinmekle birlikte, yardımların miktarı hakkında bir bilgi yoktur. 

Lidya Depremi, Anadolu’nun deprem tarihi içinde antik yazarlar tarafından kayda alınmış ilk büyük sismik afet olsa da Anadolu’nun depremlerle sarsılmış tek bölgesi Lidya değildir. Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri gerek antik dönemde gerekse modern çağda çok sayıda büyük deprem yaşamıştır. Güneydoğu Anadolu’da en çok sismik afet yaşayan kentlerin başında, üç ana fay hattının kesişim noktasında kurulmuş olan Hatay gelir. Hatay sınırları içinde kalan, antik dönemin en varlıklı ve büyük kentlerinden Antioch’da, MS. 115, MS. 458, MS. 526, MS. 528, MS. 588, MS. 847 ve MS. 1170’de büyük sayıda insan, hayvan ve yapı kaybına yol açan depremler olmuştur. Hatay, modern çağda da 1759 ve 1872 depremlerini yaşamıştır. Tarihi depremler arasında, can kaybı sayısı ve yıkım büyüklüğü açısından en sarsıcı olanları MS. 115 ve MS. 526 depremleridir. MS. 13 Aralık 115’de gerçekleşen ve 7.5 büyüklüğünde olduğu belirlenen deprem hakkında resmi yazılı kaynaklar vardır çünkü İmparator Trajan ve halefi İmparator Hadrian kışı buradaki sarayda geçirmek üzere geldikleri Antakya’da depreme yakalanmışlar, yanlarında bulunan imparatorluk katipleri de afet hakkında detaylı kayıt tutmuşlardır. Aynı zamanda, imparatorun yolculuğunu takip eden ve kente gelen çok sayıda tüccar, sivil ve asker de depreme yakalanmıştır. Romalı yazar Cassius Dio da “Roma Tarihi” isimli kitabında deprem hakkında detaylı bilgi verir. Dio’nun anlattıklarına göre:  önce birdenbire büyük bir kükreme duyulmuş ve bunu muazzam bir sarsıntı izlemiş; tüm dünya adeta yükselmiş, bazı binalar sanki yıkılmak ve parçalanmak için havaya sıçramış, diğerleri ise sanki yerin bir deniz gibi kabarmasıyla bir o yana bir bu yana savrulmuş ve devrilmiş; enkaz açık arazide bile büyük bir alana yayılmış; ağaçları kökünden söküp havaya fırlatacak şiddette yer dalgaları olmuş; düşen molozlar nedeniyle askerler ve siviller ölmüş; çöken binalarda mahsur kalan insanları kurtarma girişimleri olmuş; daha fazla korkuya yol açan ve ölü sayısını artıran artçı sarsıntılar yaşanmış; enkazlarda mahsur kalanlar açlıktan ölmüştür. Depremde Antakya’nın yanı sıra bugün Suriye sınırları içinde kalan Apamea antik şehrinde de yıkımlar olmuş, Beyrut da önemli hasar görmüştür. Deprem, karadaki yıkıma ek olarak, Lübnan kıyı şeridini sular altında bırakan ve muhtemelen Caeserea Maritima (İsrail) antik kentinin limanını yerle bir eden bir tsunami de yaratmıştır. Antik tarihçilere göre bu depremde yaklaşık 260.000 kişi ölmüştür.

Bu yıkıcı depremden yaklaşık dört yüzyıl sonra yaşanan, Antakya’yı ve bölgeyi harap eden MS. 526 depremi, 20-29 Mayıs tarihleri arasında bir güne rastlar. Kötü bir tesadüf olarak bu depremde de kentte çok sayıda ziyaretçi vardır; Yükseliş Günü’nü (İsa’nın göğe yükselişini kutlayan Hristiyan Bayramı) kutlamak için kırsaldan kente gelenler ve kent sakinleri afete, evlerinde veya konakladıkları kapalı alanlarda, kutlama yemeği sırasında yakalanmıştır. Büyüklüğü 7 olarak belirlenen depremde tarihçilere göre en az 250.000 kişi ölmüştür.  Şehrin büyük bölümünü yok eden depremin neden olduğu yangın ise kentteki yıkımı daha da artırmış, ayrıca takip eden bir/bir buçuk yıl içinde ciddi hasara yol açacak büyüklükte pek çok artçı sarsıntı meydana gelmiştir: Seleucia Pieria limanı (bugünüü Çevlik), örneğin, 1 metre kadar yükselmiştir. Tarihçilerin  aktardığına göre Asi Nehri’ndeki bir adada inşa edilen Domus Aurea (Büyük Konstantin tarafından yaptırılan büyük sekizgen kilise) dahil olmak üzere birçok önemli bina yıkılmış, sadece Antakya limanının arkasındaki dağın gölgesine inşa edilen evler sağlam kalmıştır. Büyük Kilise’nin ve diğer birçok binanın yeniden inşası için gereken parayı I. Justin’le birlikte deprem sonrası dönemde eş İmparatorluk ünvanı alan I. Justinian vermiştir. Ancak belki de kentin makus talihinden olsa gerek, Justinian’ın sağladığı ödenekle restore edilen dini ve idari binaların pek çoğu, çok daha az can kaybı olmasına rağmen, MS. 528 Kasım ayında gerçekleşen bir başka büyük depremde yeniden yıkılmıştır. Antakya’nın yerlisi olan John Malalas’ın kaleme aldığı, bu deprem ve etkisinden de bahseden “Tarihçe”ye (Kronikle) göre: Yangınlar yatıştıktan sonra enkaz altında kalanları kurtarmak için hayattakiler tarafından çılgınca bir kurtarma çalışması başlatılmış; şehirdeki pek çok bina yıkılmış ve halkın çoğu moloz altında kalmış; kurtarılanların çoğu, kısa bir süre sonra aldıkları yaralardan ötürü ölmüş; bazı depremzedeler neredeyse 30 gün kadar enkaz altında hayatta kalmayı başarmış; enkaz altında doğan ve anneleriyle birlikte hayatta kalan bebekler bile olmuştur. Justinian ayrıca, kamu hizmeti veren yapıların onarımını da finanse etmiş; hamamlar ve sarnıçlara ek olarak darülaceze onarılmış ve kent sakinlerinin Antakya’ya dönüşü sağlanmıştır. Dahası, depremi ve yerel yönetimin çökmesini izleyen kaos sırasında isyan çıkaran, masumları soyan ve öldüren kişileri de yakalanmış ve yargılanmıştır. Suçluların çoğu ölüm cezasına çarptırılırken, diğerleri ağır şekilde cezalandırılmıştır. 

Antakya’da MS. 115 ve 526 yıllarında, yaklaşık 400 yıldan biraz daha uzun bir süre içinde, tam olarak aynı yerde, aynı yapı malzemelerinin kullanıldığı, aynı tür binaların inşa edildiği yerde yaklaşık yarım milyon insanın öldüğünü söyler antik dönem tarihçileri. Verdikleri sayı olasılıkla abartılıdır ancak can kaybı ve kentsel yıkım her iki depremde de çok büyüktür. Bugün sahip olduğumuz hızlı ve anında iletişim olanaklarının hiçbirinin olmadığı bu yüzyıllarda deprem, tsunami ve sel gibi afetler hakkında bilgiyi tarihçilerin, katiplerin, yazarların, gezginlerin, depremi yaşamış çeşitli yöneticilerin deprem sırasında ve sonrasında kaleme aldıkları ve kopyaları günümüze ulaşabilen kitaplardan alıyoruz. Bugünün anlayışına göre sınırlı ama antik dönem bağlamında  oldukça detaylı sayılabilecek içeriklere sahip bu kaynaklar, bize bugün ve geçmişte pek çok kez deneyimlendiği gibi depremle ilgili olası tüm gerçekleri ve durumları zaten çok net bir biçimde aktarıyorlar. Bu kitaplara göre görünen odur ki, Antakya gibi fay hattı üzerinde veya yakınında olan antik kentlerdeki yapı dokusu, birkaç katı geçmeyen yapı yüksekliğine rağmen, 7 ve üstü büyüklüğündeki depremlerle ve takip eden artçı sarsıntılarla yerle bir olmuş, hummalı bir biçimde enkazlardan insanları kurtarma çalışmaları yürütülmüş, depremden günler sonra kurtarılanlar olmuş, hayatta kalanlar kentleri terk etmiş, siyasi irade ve erk sahibi olan İmparatorlar depremlerde hasar gören kentleri yeniden inşa ederek halkı kente geri getirmek için yardım paraları ve işleri koordine edecek yetkililer göndermiş, deprem sonrası ortaya çıkan fırsatçılar ve soyguncular yakalanmış ve yargılanmıştır. Bu anlamda, örneğin, merkez üssü Amik Ovası olan 3 Nisan 1872 Antakya depreminden (7.2 büyüklüğünde)  bugüne geçen 151 sene içinde, deprem olgusuyla ilgili değişen ne olmuştur? Şüphesiz ki, iletişim ve dijital evren başta olmak üzere her türlü teknoloji gelişmiş, yer tespiti ve hayat kurtarma yöntemleri ve ekipmanları geliştirilmiş,  arama ve kurtarma profesyonel hale gelmiş, afet yönetim ve koordinasyon birimleri kurulmuştur. Ancak son yıllarda yaşanan her büyük depremde, hala çok sayıda can kaybı ve maddi hasar olması, fay hatları yakınına veya üzerine konut ve kamu yapılarının yapılmaya devam etmesi, tarım alanlarının ve sel yataklarının yapılaşmaya açılması, imar hukuksuzları ve aflar, sismik afet geçmişine rağmen Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğine karşılık gelecek nitelikte, sürdürülebilir ve örgün bir afet eylem projeksiyonu ve planlaması olmadığına işaret ediyor.

6 Şubat 2023 depremleri ve sonrasında yaşananlar da, bırakın bilimin söylediklerini, bunca somut tarihi veriye rağmen Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğiyle örtüşmeyen ihmalkarlıkları, hazırlıksız olma ve kifayetsiz kalma durumlarını temsil ediyor, tıpkı 24 yıl önceki Düzce depreminde yaşananlar gibi. Her iki deprem arasında geçen zaman, her türlü felaket senaryosuna hazırlıklı olmayı sağlayacak kurumsal yapılanmayı ve toplumsal bilinci oluşturmak; depreme dirençli ve sağlıklı yeni yapılı çevreler ve yerleşimler planlamak, tasarlamak ve uygulamak; deprem riski olan bölgelerdeki mevcut yapı stoğunun (kent ve kır) depreme dayanıklılık durumunu tespit etmek ve sorunlu yapılar için gerekli önlemleri almak ve/veya iyileştirme yapmak; görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyen tüm aktörler hakkında hukuki süreç yürütmek ve sonuçlandırmak için yeteri kadar uzundu. Mimarlık ve mühendislik adına bakılacak olursa, geçen süre içinde revize edilen ve iyileştirilen mevzuat ve yönetmeliklere karşın, gelinen noktada pek çok konunun hala yeniden ele alınmaya, geliştirilmeye ve yeni düzenlemelere açık olduğu aşikar. 

Kahramanmaraş depremleri, öte yandan, en az iki açıdan geçmişte yaşanan modern çağ depremlerine göre farklılık gösteriyor: Depremlerin en az 10 kenti ve kırsalını aynı anda etkilemiş olması; tüm sürecin çok daha etkin ve etkileşimli bir iletişim ortamı içinde izleniyor oluşunun deprem olgusunu, tüm boyutlarıyla, toplumsal biliş ölçeğine taşımış olması. Yakın geçmişteki en yıkıcı sismik afet olan 1999 Düzce depremi hakkındaki gelişmeler televizyon, radyo, internet, basılı medya mecraları, telefon ve telefon mesajları üzerinden takip edilmişti; 2023 Kahramanmaraş depremleri ise tüm bu mecraların yanısıra, belki en de aktif biçimde sosyal medya üzerinden takip ediliyor. Sosyal medya, kuşkusuz, deprem gerçeğinin tüm boyutlarıyla ve toplumsal olarak idrak edilmesini sağlayan, deprem olgusunu ve Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğini hafızalara kazıyan en güçlü araç oldu. Dahası kent konseyleri, sivil toplum örgütleri, sosyal platformlar ve inisiyatifler, üniversite bileşenleri, devlet bileşenleri, yerel yönetimler gibi çok çeşitli kurumsal ve özel girişimlerin kenetlenmesini ve dayanışmasını sağladı. Sosyal medya, bilgi kirliliği, yanlı ve yanlış haber gibi olumsuzluklarına karşın, bir toplumsal birliktelik ve farkındalık ortamı oluşturdu. Bu ortam içinde  bilim  ve meslek insanları, uzmanlar, saha çalışanları, işçi ve emekçiler, emekliler, gönüllüler, öğrenciler, kurum personeli, sivil toplum örgütü üyeleri, bir başka deyişle toplumun her kesimi bir arada hareket ediyor, birbirlerinden öğreniyor ve haberdar oluyor. Bu dayanışma ortamı içinde, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeği üzerine, kurumsal (devlet ve özel) ve toplumsal düzeyde ortak bir biliş oluşması; tüm eğitim kademelerinin müfredatları ile ilgili meslek ve iş alanlarındaki, özellikle planlama ve proje üretim, onay ve denetim mekanizmalarındaki işleyiş süreçlerinin bu biliş çerçevesinde düzenlenmesi ve yürütülmesine öncelik verilmesi dileğiyle…

Notlar

  1.  https://www.nationalgeographic.com/science/article/anatolian-history
  2. Antik kentler, parantez içinde verilen il ve ilçe sınırları içindedir.