Ertuğ Uçar:

“Mimarlık, sınırları oldukça net ve katı bir üretim alanı. Ve ben yazdıkça o dünyanın katılığından sıyrılıyorum…”

Yazar, çizer, mimar Ertuğ Uçar ile, içinde dolaşarak bir parçası olduğu İstanbul’a dair gözlemlerini, kurmaca ve gerçeğin iç içe geçtiği akıcı hikayeler ve çizdiği eskizlerle birlikte sunduğu dokuzuncu kitabı “İstanbulin” üzerine…

Yasemin Şener, Mimar


YASEMİN ŞENER İstanbulin fikri nasıl doğdu ve yazmaya başlamadan önce şehre bakışınızda veya yaratım sürecinizde nasıl bir dönüşüm yaşadınız? Eskizler sizin için yazıya ulaşmanın bir hazırlığı mı? Yoksa başlı başına bir ifade biçimi miydi?

ERTUĞ UÇAR Galiba altıncı kitabımdı, Bir Çift Ayak. Böyle kısa bir roman. O kitap günümüz İstanbul’unda geçen bir distopyaydı. O zaman düşünmeye başlamıştım İstanbul hakkında bir şeyler yazmak istediğimi, yani 2016-2017 yıllarında. Fakat tam olarak nasıl ele alacağımı bilmiyordum. İstanbul insanı çok tahrik eden, bir yandan yiyip bitiren ama öte yandan da devamlı önüne başka ufuklar açan, çok sıra dışı bir şehir bence. Dünyanın büyüklüğünü düşününce tabii çok az yer görmüşümdür belki ama düşününce en azından gördüğüm şehirlerin hepsinden çok farklı bir yer, özellikle de Avrupa şehirlerine kıyasla. İyi yanlarıyla, kötü yanlarıyla, bu katmanlı tarihiyle, biraz aşırı enerjisi ve nüfusuyla; tabii bir de bu özgün topoğrafyası, denizle iç içe geçmiş yapısı, devamlı değişen havası ile yazmayla, çizmeyle, tasarımla, şehirle ilgilenen insanlar için eşsiz bir yer İstanbul. Bitmeyecek, dipsiz bir kuyu gibi.

Bir yandan da çiziyordum İstanbul’u, eskizlerini çiziyordum. Yani sadece İstanbul’da değil, başka yerlerde de çiziyorum. Herhalde çizgi benim kafama daha kolay nakşoluyor. Bir silüeti çizerken bir yandan da haritaya bakıyorum, notlar alıyorum, önemli binaları işaretliyorum. Sonra orayı öğrenmiş oluyorum, unutmuyorum bir daha. Gittiğim şehirlerde kentin yüksek bir yerine çıkıp oradan çizmeye çalışıyorum şehri.

©Ertuğ Uçar

©Ertuğ Uçar

Sokak, eninde sonunda fiziksel bir yapı, insan eliyle inşa edilmiş. Malzemeleri üst üste, yan yana koyup, birbirine tutturarak, yapıştırarak inşa edilmiş bir yer sokak. Orayı böyle detaylı bir şekilde çizmeye uğraşırken insan bir sürü başka şey düşünüyor. Mesela kaldırımı çizerken, bu kaldırımlar ne kadar kötü döşeniyor diye düşünüyor ve neden öyle döşendiğini belki de anlıyorsunuz. Ne bileyim, kaldırım öyle döşendiği için sular bu tarafa gidiyor. Bu yüzden de buradaki evin hafif bir tarafı çökmüş, onu görüyorsunuz. Yani fiziksel olarak orada neler olup bitiyor gözlemliyorsunuz. Diyelim ki o bina biraz çökmüş, işte cumba da biraz devrilmiş, sonra düşünüyorsunuz: “Ev sahibi bunu nasıl restore edecek?” İzinler alması lazım. Muhtemelen parası da yok. Bu yüzden de o bina yıkılıp gidecek. Ya da birisi satın alacak onu. Böyle bütün bunları düşündüğün bir şey haline geliyor hani o çizim süreci. Yoksa birebir benzetmeye çalışarak gördüklerimin resmini yapmaya uğraşmıyorum. Daha çok öğrenmeye, anlamaya çalıştığım bir süreç gibi eskiz yapmak benim için.

©Ertuğ Uçar

©Ertuğ Uçar

İşte o eskizleri biriktirip sonunda bir gün onlardan bir kitap yapayım diye düşünürken doğdu İstanbulin. Sonra tek başına eskiz kitabını kim ne yapsın, dedim. Biraz bakarsın biter. Eskiz ile metin bir araya geldiklerinde, birbirlerinin etki güçlerini karşılıklı artırıyorlar; beraber iyi bir bütün oluşturuyorlar. Bu kitaptaki çizimleri, okurlar anlattığım sokağı daha iyi görsün diye koymadım. Zaten öyle eşleşmeler de yok. Yani şehre dair genel bir havayı, atmosferi o metne paralel şekilde metnin içine yerleştirmek ve metni kuvvetlendirmek istedim. Bir de kitabın asıl kaynağı çizimlerdi. Kaynağımı oraya koymuş oldum yani.

YŞ Kitap iki bölümden oluşuyor: “İstanbulin Öyküler” ve “Şehrin Flora ve Faunası”. Bu bölümlerin kurgusunu tasarlarken nelere öncelik verdiniz ve iki bölümün birbirini nasıl tamamlamasını hedeflediniz?

EU Kitabın eskizlerle beraber kurgusunu düşünürken, önce nelerin eskizlerini yapmışım bir bakayım, dedim. Tek tek isimlendirmeye çalıştım onları. İşte sokak var, yokuş var. Çay ocağı eskizi yapmışım mesela. Bol bol kedi var. Köpekler, kuşlar, hayvanlar var çokça. Balıkçılar, tekneler, vapurlar. Yani gidip de meşhur anıt yapıları veya turistik yerleri değil de böyle şehri oluşturan parçaları çizmişim aslında. Kitaptaki bölümler şunu söylüyor: İstanbul nelerden oluşur? Çay ocağı, kahvehane, köprü, vapur, kedi, yokuş, kule… Bunları toplayıp biraz onların etrafında biçimlendirdim kitabı. Daha mimari dille bir yapısöküm de denebilir buna veya kenti parçalarına ayırmak da denebilir. Bir de okurlar bu sayede kitapla daha iyi iletişim kurabilir gibi geldi bana. Dediğim gibi 30-40 tane böyle başlık var. Bunları birleştiriyorsun ve İstanbul oluyor gibi. Bu önemli bence çünkü, ne bileyim, birçok şehrin kendine has listeleri olabilir. Ama bazı şehirlerde yokuş olamaz yani, çatal da olamaz. Mesela New York’ta çatal kullanamayız herhalde yani, grid şehir. Ya da Paris’e yokuş koyamayız. İstanbul’da da bazı şeyleri koyamayız ama biraz böyle İstanbul’a özgü, İstanbul’a dair şeylerin, “İstanbulin” şeylerin listesi gibi bu kitap. Ama bu listenin mantığını kavrayan herkes bu listeye kendi eklemelerini de yapabilir.

YŞ İstanbul’un ruhunu ve hafızasını eskizlerden sonra metinlere taşırken aşılması gereken ne tip zorluklarla karşılaştınız?

EU Aslında çok versiyon yazdım. Herhalde yazan herkes çok versiyon yazmaya alışkındır. Hani mimarın bir binayı tasarlarken önden kırk türlü eskizini çalışması gibi. En büyük zorluğu kitabı yazmaya başladığım ilk beş, altı ayda yaşadım. Bir türlü kendimi bir binayı anlatmaktan, bir sokağı tarif etmekten alıkoyamıyordum. Beyoğlu’ndaki ya da İstanbul’un tarihi bölgesindeki yapı stokuyla ilgili, mahallelerle ilgili eksik de olsa pek çok tarihi bilgi var. Yazarken insanda devamlı o bilgilere başvurma dürtüsü oluşuyor, bu biraz da mimar oluşumdan kaynaklı herhalde. Yani bir mimar olarak bize bir kültür merkezine çevirmemiz için tarihi bir bina verseler, önce gidip bir arşiv çalışması yaparız. Bu binayı kim yaptırmış, daha önce onun yerinde ne varmış, önceki neden yıkılmış, sonra bu nasıl yapılmış, içinde kimler yaşamış falan… O yapının eksiksiz, bütün hayatını kapsayan bir resmini çekmek isteriz. İşte bu mesleki alışkanlık benim ayağıma bağ oldu bu kitabı yazarken.

YŞ Peki bu dürtüden neden kurtulmak istediniz?

EU Birincisi o bilgi, ulaşılabilir ve var olan bir bilgi. “Ben bu bilgiyi niye tekrar edeyim?” diye düşünüyordum. Yeni bir şey sunmuş olmalıydım. İkincisi de aslında bir yandan yazarken bir yandan da o sokakta ilgimi çeken şeylerin bunlar olmadığını biliyordum. Ben o binayı çok beğeniyorum, diyelim. Mimarisi iyi olduğu için ya da bilmem kim efendi içinde oturduğu için beğenmiyorum ki onu; bugünkü yaşamını beğeniyorum. Yani bugünkü yaşamı da ilginç bir katman olarak o binanın hafif eskimiş hali. Ama kendime şöyle sınırlar koydum: Asla bir tarihi figürden, bir padişahtan, sultandan, mimardan, işte o yapılarda yaşamış insanlardan bahsetmeyeceğim. Dolaştığım yerlerin bugününü aktarmak istedim. Bugün orada ne olup bitiyor? Bugün bana orası nasıl hissettiriyor? Yüz yirmi senelik binanın içindeki çay ocağında ne oluyor mesela? Kim orayı işletiyor? Biraz bunları yazayım diye düşündüm. Bu eskizleri çizerken başıma gelen minik olaylara, karşılaştığım insanlara, yaptığım sohbetlere dair minik notlar almıştım. Onları anlattım. Sonra oralara tekrar gittim. Ve yeni sokaklara, yeni yerlere de gittim. Etrafa o gözle bakınca, kendini oraya bırakınca başınıza illa ki bir şeyler geliyor. Biraz durunca, oradan bir fotoğraf çekerek geçmeyip de biraz orada vakit geçirince, örneğin on beş dakika Galata Köprüsü’nün ortasında durunca mutlaka biri sana ya bir şey soruyor ya olta uzatıyor, ya “Şunu tutar mısın?” diyor.

©Ertuğ Uçar

©Ertuğ Uçar

YŞ Yani kitapta kendi sokak deneyimleriniz ile şehrin kolektif hafızasını bir araya getirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

EU Evet, çok subjektif bir şeydi aslında. Bunu gündelik bir kayıt gibi düşünebiliriz. Yani benim gözüm bir kamera, dolaşıyor ve kaydettiklerini de aktarıyor gibi. Ama öyle olur zaten, yani hikayenin öyle olması gerekir. Anı veya gezi yazılarında da öyle olur. Burada ben kendi şehir deneyimimi de zenginleştirmiş oldum böylece.

YŞ İstanbul sürekli yıkılıp yeniden inşa edilen bir döngüye sahip. Siz İstanbulin’de bu döngüyü anlatırken hangi temaları veya metaforları ön plana çıkardınız?

EU Benim aklımda bu kitabı yazarken ya da buraları çizerken mimarlık veya şehirle ilgili kuramlar, ne bileyim, akımlar, tahminler, tarihi anlatılar, bunlardan hiçbiri yoktu açıkçası. Ama mesela İstanbul’un devamlı yıkılıp yapılması konusu, şehirde dolaşırken, o gününü anlatırken ister istemez önünüze çıkıyor. Mesela Kumbaracı Yokuşu’nu anlatırken ve oraları çizmeye çalışırken şu dikkatimi çekti. Yollar ve binalar arasında bir uyumsuzluk var. Kaldırım tabii ülkemizin başat sorunlarından biri bence kentsel anlamda: Kaldırımın yokluğu ya da varsa da yanlışlığı. Ama Kumbaracı Yokuşu bunun için deneysel bir sahne gibi. Kaç kere üst üste kapladıysa belediye orayı, böyle o kadar tuhaf ilişkiler oluşmuş ki… Bir kaldırım var, kimsenin yürüyemediği; sokak böyle engebeli bir arazi haline dönüşmüş. Bir yandan da bu kaldırım, İstanbulluların yaratıcılığı ve esnekliğiyle farklı birtakım şeylere dönüşmüş. Bir yerde bir depo olmuş, başka bir yerde üç kediye yuva olmuş. İşte birisi apartmandan oraya geçmek için bir merdiven, rampa ya da dolgu yapmış. Oraya bir saksı koymuş. Motoruna park yeri yapmış. İnsan o yokuşu çizdikten sonra, o eşiği, yani bina ile kaldırımın bağlandığı yeri çizmeye çalışırken “Burada tuhaf bir şeyler oluyor” diyor ve sonra ister istemez bu uyumsuzluğu fark ediyor.

©Ertuğ Uçar

©Ertuğ Uçar

YŞ İstanbul’un katmanlı belleği; tarihi yapılar, gecekondular, mezarlıklar, bir mimar ve edebiyatçı gözüyle sizin için ne ifade ediyor?

EU İstanbul’un tarihi mahallelerinde mutlaka yıkık konaklar bulunur. Onlar o yıkık halleriyle öyle dururlar orada. Belki bir asırdır duruyor ve yavaş yavaş yıkılıyor olabilir o konaklar. Zaman içinde birileri oradan bir şeyler alıyor; bitkiler çıkıyor; kediler oluyor, evsizler içine giriyorlar. Neredeyse kentsel donatı gibi yani. Her mahallenin böyle harabeleri var, etrafı sarılıp kapanmış. Bunlar da insana bir sürü şey düşündürüyor; ülkenin kentleşmesiyle ilgili, bu mübadeleler, azınlık meseleleri ile ilgili… Aslında orada gördüğünüz ve anlatabileceğiniz o kadar çok hikaye var ki… Ben o hikayelerin peşine düşmedim tabii. O da ayrı bir konu. Düşülmesi lazım belki de. Düşen de çoktur eminim. O ev kimindi? Nasıl bu hale geldi? Neden onun yerine bir şey yapılamıyor? Niye restore edilemiyor?

Ben kentin daha çok bugünüyle ilgilendim. Bugün mesela o seyirlik bir şey. Aslında güzel bir şey yani. Onun da kendine has bir estetiği var. Ve bizim gözümüzü okşayan bir şey. Ben bu harabeleri biraz öyle görüyorum. Şehrin içinde böyle seyrediyorsun onunla. O küçük bir antikite gibi. O şehre ait. Bu kitaptaki şehrin hafızasıyla ya da geçmişiyle ilgili hikayelerim genelde buralardan doğdu. Yoksa benim üstten bir bakışla koyduğum bir şey değildi, sokakta dolaşırken oradan büyüyen şeyler olarak ortaya çıktılar.

YŞ İstanbul’un ruhunu tamamlayan kediler, kuşlar, ağaçlar, sokak bitkileri kitapta önemli bir rol oynuyor. Bu canlı eşlikçiler ve yapılar sizce birbirini nasıl tamamlıyor? Doğa, insan ve şehir arasındaki ilişkinin İstanbul’a özgü yönünü metne taşırken hangi detaylar sizin için kritik oldu?

EU Yani bitkiler ve hayvanlar her şehirde var tabii. Ama İstanbul’da bana kalırsa bunun çok özgün bir versiyonu var. Bu durum biraz şehir mekanındaki boşvermişlik, tasarlanmamışlık ya da kendiliğindenlikle ilgili. Biraz da plan, program, ruhsat, izin tanımadan şehri devamlı inşa etme arzusundan… Hepimiz evlerimize bir şeyler ekliyoruz, dükkanlar bir şeyler ekliyor. İstanbul’daki kaçak metrekare belki izinli metrekareden daha fazla olabilir. Küçük küçük eklerden bahsediyorum. Bunlar şehirdeki bitki ve hayvanlarla bir uyum tutturmuş gibi geliyor bana. Çünkü şehrin bitkileri de kendiliğinden… Bir Avrupa şehrine gitseniz şehrin çoğunlukla her noktasının tasarlanmış olduğunu görürsünüz. Öyle kendi halinde bir yer bırakılmaz. Meydanlar, peyzaj tasarlanmıştır. Tamam böyle çiçekten süs yapmayabilirler ama her şeyin bir düzeni, kontrolü vardır. Bir sarmaşık alıp başını giderek bütün mahalleyi kaplamaz yani. Kaplıyorsa da o, kentsel yönetimin, belediyenin bilgisi dahilindedir. İstanbul’da ise sokak hayvanlarının şehre olan hakimiyeti çok tartışılacak bir nokta. Tamam, hoşumuza gidiyor ama bir yandan da bir sınırı da olmalı. Yani bu kitap böyle bir şeyi tartışmaya kalkmıyor ama Türkiye’de hayvanlara gösterilen müsamaha, kentle ilgili bir sorun olma sınırında bana kalırsa. Ben de çok seviyorum sokak hayvanlarını ama bir dengenin tutturulması gerekir diye düşünüyorum. Bu tamamıyla şehirlilerin gönlüne bırakılamaz, birtakım kuralları olması gerekir. Hiçbir kural yok burada. Bitkilerle ilgili de öyle. Türkiye’de şöyle bir kabul var: Yeşil iyidir. Çok kızan oluyor ama İstiklal Caddesi bir yaya caddesi yani. İnsanlar zor yürüyor. Devamlı da araba geçiyor. Öyle bir caddeye ağaç dikmek de neyin nesi? Sonra o ağaçları bence doğru bir kararla kaldırdılar ama bugün hala “İstiklal Caddesi’ndeki ağaçları kaldırdılar, lanet olsun, yeşil iyidir, beton kötüdür” diye bu karar eleştiriliyor. Park da olmalı, meydan da olmalı bir kentte. Ama yola asfalt döşenir, şehre de araba lazımdır biraz. Bazı yerlerde de ağaç olmaz yani.

Bizde bu konuların kuralı yok gibi geliyor bana. Korumacılık ayrı bir şey. Bir tarafta devlet, yerel ve kamusal yönetimler bazen hayvanlara, bitkilere, hatta insanlara da o kadar vahşi davranabiliyor ki bu sefer halkta aşırı bir korumacılık oluşuyor ve anlamını yitiren bir hale dönüşüyor bu durum. İstanbul aşırı büyük bir şehir. Ben bu kitapta Boğaz çevresi ve tarihi şehir gibi bir sınırı kapsadım. Bu bölge bence insanların, hayvanların ve bitkilerin birlikte gerçekten tuhaf bir yaşam tutturdukları bir yer.

YŞ Bu kitapla ilgili okurlardan nasıl dönüşler aldınız?

EU İyi dönüşler aldım, almaya da devam ediyorum. Kitap ikinci baskıyı yaptı ki bu benim için de bir ilk. Bu kitapta metinlerle çizimlerin bir araya gelmesinden doğan atmosferi sevdiklerini düşünüyorum. Okuyanlar, eskizlerle birlikte “Bizde şehirde dolaşma arzusu uyandırdı”, diyorlar; ki bu çok önemli bir şey. Yani kenti iyi bilenler de bilmeyenlerde de… Mesela bilenler bildikleri yerlere “Bir daha bu gözle gitmek istedik”, diyorlar. Birkaç kişi de kitapta geçen sokaklara harita uygulamalarından baktıklarını ve eskizlerin yapıldığı yerleri bulmaya çalıştıklarını söylemişti. Hatta o uygulamalarda fotoğraflara yansıyan sahnelerin veya tuhaf insanların görüntülerini de paylaştılar benimle.

YŞ Bir mimar olarak edebiyat, bir yazar olarak mimarlık sizi nasıl besliyor ve bu iki alanın etkileşimi metinlerinize ve mimarlığınıza nasıl yansıyor?

EU Elbette ki birbirlerini etkiledikleri noktalar oluyordur ama ben bunları ayırmaya çalışıyorum. Edebiyat çok kendi başıma yaptığım bir şey. Mimarlığı ise kalabalık bir ekiple birlikte üretiyoruz. Ofisimiz, üretimin gerçekten kolektif yapıldığı bir yer. Giderek de tecrübeli arkadaşlarımız ipleri daha çok ellerine alıyorlar. Mimarlık benim için hiçbir zaman elime kağıdı ve kalemi alıp, bir eskiz çizip, “Hadi bu fikri yapalım” dediğim bir alan olmadı. Bir masanın etrafında beraber düşünüp tartıştığımız, zaman zaman kavga ettiğimiz, yapıp bozduğumuz, ekipteki herkesin katkısına muhtaç olduğumuz ve bu katkıyı da talep ettiğimiz bir üretim şekli. Edebiyat ise tamamen kendime ait bir üretim alanı ve böyle olması belki iyi de oluyor, dengeliyor hayatımı. Benim ikinci hayatım gibi diyelim ona.

YŞ Evet mimarlık ve edebiyat aslında paralel yanları olmakla birlikte bileşenleri birbirinden oldukça farklı iki kurgu alanı. Yazmanın daha çok okumayla ilişkili bir tarafı olduğunu düşünüyorum. O kelimeleri biriktirmek, iç dünyanızda farklı katmanlaşmalar oluşturmak için iyi okuyan birisi olmanız gerekiyor. Ve çok okumanın mimarlığa da mutlaka önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Yani pek çok mimarın, aynı zamanda iyi birer okur ve sadece tasarladığı mekanı tarif etmek için bile olsa eline kalemi aldığında gerçekten iyi yazabilen kişiler olduklarını görüyorum. Siz ne dersiniz?

EU Haklısınız bu konuda. Mesela ben yazmanın ve konuşmanın mimarlığın içinde önemli bir yer kapladığına inanıyorum. Başka hiçbir disiplinde olmayan bir formatı var mimarlık eğitiminin. Bir proje tasarlıyorsunuz, sonra gidip hocalarınızın ya da dışarıdan gelmiş jüri üyelerinin önünde, bir kalabalığın önünde çizdiğiniz bir şeyi bir de kelimelerle ifade ediyorsunuz. Bu okuldan sonraki meslek yaşamınızda da devam ediyor. Yani biz bir binayı, tamam, tasarlıyoruz ve inşa ediyoruz ama burada acayip bir seri etkileşim kuruluyor. Ve bu sözel ve yazınsal bir etkileşim aynı zamanda.

Bundan önceki kitaplarımda ne yazacağımı en baştan daha sıkı kurguluyordum. Mimari tasarım gibi bakıyordum belki de meseleye. Hatta ilk yazdığım iki kitaptaki öykülerin uzunluklarını sayfa olarak eşit tutmaya çalışmıştım. Bugünden baktığımda bunun mimarlık eğitiminin bana verdiği bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Mimarlık çok daha katı bir üretim alanı. Ve ben yazdıkça o dünyanın katılığından biraz sıyrılıyorum. Belki bu ferahlama mimari üretimlerimi de etkiliyor olabilir. Mimarlık sınırları çok belirli olan bir konu. Mimar sınır ister. Projeyi tasarlamadan önce “brief” sorar. Yani bir mimara şöyle deseniz; “Git istediğin yerde bana istediğin en harika binayı tasarla, sana da sınırsız para ve zaman vereceğim,” o mimar mahvolur. Tasarım aslında tanımlanmış sınırlardan, problem çözümlerinden, bir takım meydan okumalardan ve engellerden doğuyor. Edebiyat ise öyle değil. Kimse sizden bir şey istemiyor. Kendi kendinize bir şey yapmaya çalışıyorsunuz.

YŞ İstanbul’un kentsel ve mimari belleğinin ötesinde bir de edebi belleği var. Siz bu edebi bellek ile aranızda bir bağ kurdunuz mu? Kentin edebiyattaki izleriyle ilgili araştırmalarınız, okumalarınız oluyor mu?

EU İstanbul’la ilgili çok şey okuyorum tabii. Fakat, İstanbul’la ilgili özgün üretimin hak ettiğinden çok daha az olduğunu söylemem lazım. Birbirini tekrar eden çok fazla kitap var. Dediğim gibi bu tarihsel bilgi çok yenileniyor. Halbuki daha subjektif bakışlara, bu şehrin insanlara hissettirdiği gibi özgün bakışlarla az rastlıyorum açıkçası. Bunların en önemli örneklerinden biri “İstanbul Ansiklopedisi”dir. İstanbul için üretilmiş en fantastik, en ütopik şey; kurulmuş ve gerçekleşmiş en önemli hayal diyebilirim. Dünyanın da bundan haberi yok, çevirisi ve baskısı olmadığı için. Mesela orada Reşat Ekrem Koçu da İstanbul’un camileri, kiliseleri ve anıt yapılarını değil; sokak dedikodularını, kabadayıları, kişileri, efsaneleri, mezar taşlarını, yani İstanbul’a dair her şeyi yazmış. Bunları da öyle yukarıdan bir bakışla değil, sokak seviyesinden yazmış. Çok ilham verici bu yüzden. Ayrıca Orhan Pamuk’un “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” kitabı da benim için çok etkileyicidir. Defalarca okudum yıllar içinde. İstanbul’un tarihi ve mekansal anlatısını kendi hayat öyküsünün üzerine geçirerek yazdığı çok özel bir kitap bence o da. Dijital tarafta Nilay Örnek’in “İstanbul Apartmanları” başlığı altında yayınladığı, kentin mimari açıdan değerli yapı stokunu, o yapıların içinde yaşayanlarla, ilişkilerle beraber anlattığı hikayeleri çok seviyorum. Hatta ben de yazmaya çalışıyorum bazen bu konuda. Yapılar içinde yaşanan hikayelerle birlikte ele alındığı zaman mimarlık biraz daha yere iniyor. İnsanlar da bu yapılarla bağ kurabiliyorlar.

©Ertuğ Uçar

©Ertuğ Uçar

Ancak hala İstanbul’un eskizli kitaplar, resimli kitaplar, iyi fotoğraflı kitaplar, iyi şehir rehberleri anlamında çok eksikleri var. İstanbul’un sayısız rehberi, haritası olmalı. Her mahallenin kendi kitabı, kendi renkleri, yürüyüş rotaları, yüzme rotaları, kayık rotaları ve daha bir sürü şeyi olmalı yani. Bu alanın çok açık bir alan olduğunu düşünüyorum.

YŞ Peki, yazarlık ve mimarlık serüvenlerinizin yeni çakışma noktaları neler olacak? Kafanızda yeni projeler var mı?

EU Aslında bu hikayelere devam etmek istiyorum ama kötü devam filmleri gibi olmasını da istemem tabii. Kitapta kediler, vapurlar gibi böyle birkaç tane ilgimi çeken konu var. Onları çıkarıp biraz genişletip yine şehirle ilişki kurarak yeni metinler oluşturabilirim.

Şu sıralar yeni bir proje olarak Sibel Keyvan ve Banu Uçak ile birlikte sekiz ay sürecek bir dizi sohbet serüvenine başlıyoruz: İstanbulin Sohbetler. Kitaptan çıkarttığımız bazı başlıkları, örneğin şehrin hayvanları veya şehri resmedenler gibi başlıkları, bu konularda üretimler yapmış, emek sarf etmiş konuklarla birlikte ele alacağız. Minoa Pera’da düzenlenecek bu etkinlik serisinde Murat Gülsoy, Serkan Taycan, Hüseyin Ortak, Akgün Akova, Büke Uras, Ahmet Aygün, Volkan Narcı ve Zeynep Uysal konuşmacılarımız olacak.