Çağdaş Bir Mimarın Portresi: Affan Kırımlı
Mimar Mehmet Şerif Coşkun
Affan Kırımlı bugün -çoğu ileri yaşta- az sayıda kişi tarafından, ama şahsen ama isim olarak tanınmaktadır. Kendisini tanıdığım uzun yıllar neticesinde mimarlık anlayışım üzerinde az olmayan etkisinin bu yazıyı yazmamdaki temel motivasyonumu oluşturmasının yanında mimarlık tarihimiz açısından da hafızamıza kazandırılması gereken, hak ettiği yeri alamamış bir mimardır.
Affan Kırımlı ile tanışmam 1986 yılında, o zamanki adıyla MSÜ’de mimarlık eğitimine başlamamın ardından gerçekleşti. Kendisi ile bir hocam aracılığıyla tanışmış, eğitimimin başlangıcından itibaren bürosunda çalışmaya başlamıştım. Geriye dönüp baktığımda mimarlık eğitimimin büyük bir kısmını kendisinden aldığımı düşünüyorum. Böylece adeta usta-çırak olarak başlayan, takip eden yıllarda meslektaşlığa dönüşen ve yurt dışından döndüğümde bir ortaklık kurarak devam ettirmeyi planladığımız ilişkimiz ölümüne dek sürdü. Ancak 6 ay sürmesini planladığım Viyana gezim, yaklaşık 20 yıl süren bir yaşam şekline dönüşünce bu plan gerçekleşemedi. İstanbul’a tekrar yerleştiğimde kendisi artık hayatta değildi.
Türkiye’yi yeniden tanıma sürecine girdiğimde hayatımızın ayrılmaz parçalarından biri olan vefasızlık ile tekrar karşılaşmam uzun sürmedi doğrusu. Tıpkı geçmişimizde dikkate alınmamış, unutulmuş birçok sanatçı, yazar, düşünür ya da mimar gibi Affan Kırımlı’ya dair de neredeyse dikkate alınabilecek hiçbir kayıt yoktu. Gördüğüm bu büyük eksikliği gidermek amacıyla başladığım araştırma süreci, elde edebildiğim bilgi ve dokümanların umduğumdan çok daha az olması nedeniyle hüsran ile sonuçlandı. Buna rağmen sosyal ağ Facebook’ta “Affan Kırımlı” adını taşıyan bir sayfa açarak elde edebildiklerimi burada paylaştım. Artık (teorik olarak) büyük bir kitle tarafından tanınarak hakkında fikir sahibi olunabilirdi. İlkini 2012’de ve bunun iptalinin ardından ikincisini 2014’te açtığım bu sayfa yıllar içerisinde, hiçbiri mimar olmayan yaklaşık 20 kişi tarafından keşfedildi ve olumlu reaksiyonlar aldı. Bu sayfa sayesinde Affan Kırımlı, Büyükada’da düzenlenen bir sergiye dahil edildi. Sahip olduğum bilgi ve dokümanlarla sergiye katkıda bulunarak kendisinin biraz daha tanınmasını sağlayabildiğimi düşünüyorum. Sayfanın, şimdiye kadar ulaştığı en önemli sonuç ise az sayıda mimar ve akademisyen tarafından da keşfedilmesinin ardından geldi. Başkent Üniversitesi tarafından, VEKAM sponsorluğunda düzenlenen “Ankara’da İz Bırakan Mimarlar” paneller serisinin bir paneli Affan Kırımlı’ya ayrıldı. Paneldeki video sunumum ile Affan Kırımlı’yı en başta mimar yönüyle portresini çizerek tanıtmaya çalıştım. Affan Kırımlı’nın tanınması ve anlaşılması için 2012 yılında başlattığım çalışmanın bugüne gelmesi ve süreci halen devam ettirmem mutluluk verici. Ancak panel sonrası ileride yapılabilecek çalışmalarda, olmayan bir Affan Kırımlı yaratılması ihtimalinin gerçek dışı olmadığını fark ettiğimi eklemeliyim. Böyle bir hataya düşülmesine vesile olmamak adına bu yazıyı yazma zorunluluğunu hissediyorum. Bu yazının amacı; Affan Kırımlı’nın ürettiği çok sayıda proje ve uygulamanın dökümünü yapmak değil, onu bir mimar olarak tanıtmaktır. Onun mimarlık anlayışını, söylemini ve bunların kaynaklarını ortaya koymaktır. Ortaya koyacağım bu bilgiler, aynı zamanda onun bazı çalışmalarıyla ilgili yapmayı planladığım analizler için de teorik altyapıyı oluşturacaktır.
Affan Kırımlı
1920 yılında Edirne’de doğdu, 2000 yılında İstanbul’da vefat etti. Bir kaynakta doğum tarihi olarak hicri 1336 yazmaktadır. İDGSA’da mimarlık eğitimi aldı. Serbest mimar olarak çok sayıda proje üretti. Bunların bir bölümü inşa edildi. Birçok yarışmada birincilik de dahil olmak üzere farklı dereceler elde etti. Hatta bazı yarışmalarda hem birincilik hem ikincilik ödülüne layık görüldü. Aynı zamanda eğitimci olarak da İDGSA’da, Ankara Özel Zafer M.M.Y.Okulu (bölüm başkanı) ve Beşiktaş Mimarlık Yüksek Okulu’nda görev aldı. “Mimarlar Odası”nın kurucularındandır. Sağlık binaları uzmanlık alanıdır.
Affan Kırımlı’nın mimar portresini çizmek çok zor değildir çünkü tutumu çok nettir. Bu konudaki en büyük yardımcılar; onun, mimarlık ile ilgili olsun ya da olmasın her konuda kendisini ifade ederken kullandığı ve konuşmalarında dominant rol alan, kendisini tanıma, anlama yolunda adeta anahtar görevi gören ve kimliğini tanımlayan kavramlardır. Bu kavramlardan hareketle; Affan Kırımlı “çağdaş, bilimsel, analitik ve modern”dir.
“Çağdaş” bu kavramlar içerisinde en önemli yere sahip olandır, bu yüzden ona daha yakından bakmak gerekir. Kendisini tanıdığım süre zarfında ondan en sık duyduğum kelime tereddütsüz “çağdaş” kelimesi olmuştur. Çağdaş olmak, çağdaş kalmak… hayatın her alanına bakışında, hayatı yorumlayışında kullandığı bu kavramın, onun hayat görüşünü ifade eden faktörlerden belki de en önemlisi olduğunu yazmak abartı olmayacaktır. Ona göre sadece bir birey olarak değil bir mimar, sanatçı, yazar, doktor, mühendis ya da her ne olursanız olun, en başta çağdaş olmalıydınız. Çağdaşlığa olan çok güçlü vurgusunun beraberinde getirdiği, “Bu kavramın kendisi için bu denli önemli olmasının nedeni, kaynağı nedir?” sorusunun cevabını geçmişe dair anlattıklarından yola çıkarak vermeyi deneyebiliriz. Affan Hoca henüz çok küçük yaşlardayken kurulan “Türkiye Cumhuriyeti” ve Mustafa Kemal’in gösterdiği, onun ise çok küçük yaşta içselleştirdiği “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma hedefi.” tam olarak bu sorunun cevabı kabul edilebilir. Yine geçmişteki gözlemlerimden yola çıkarak; çağdaşlığın yanı sıra tavizsiz olarak bağlı olduğu şeylerin en başında cumhuriyetin, devrimlerin ve Mustafa Kemal’in fikirlerinin geldiğini söyleyebilirim. Bu kavramın kendisi için ne ifade ettiğini yine kendisinden öğrenmek mümkündür.
“Çağdaş” sözcüğü sanıldığı gibi ille de “klasik” kavramının karşıtı değildir. İçinde bulunduğu çağın görüş ve düşünüşlerini yansıtan, anlamına gelir. Bu bakımdan klasikleşmiş her yapıt yaratıldığı çağın çağdaşıdır. Konuya bu açıdan bakarsak içinde yaşadığımız yüzyılın kaşesini taşıyan bazı eserler de şimdiden klasikleşmişlerdir. Çünkü tüm çağlar için geçerli, değerli olandır (1).
Sanırım çağdaşlığa dair yaptığı tanımdan yola çıkarak kavramın, mimarlık alanındaki yansıması tarif edilebilir. Affan Hoca için mimarlıkta çağdaş olan “içinde bulunduğu çağın görüş ve düşüncelerini yansıtan”dır. Geçmişteki sözlü ifadelerine dayanarak; bu hedefe ulaşmak, yaşanılan dönemin ihtiyaç ve problemlerini, o günün teknik olanaklarını (zorlarcasına) kullanarak, yine zamanın estetik anlayışını gözeterek çözmekle mümkündür. Vurgu daima yaşanılan, ait olunan zamandaydı. Bu temel bakışla çağdaşa ulaşma sürecinde tasarlarken güzel, çirkin gibi sübjektif argümanlara dayanarak keyfi olunmamalı, tam tersine objektif yaklaşılmalı; problemler, bilimsel metotlarla elde edilen somut verilere dayanarak akılcı çözülmeliydi. Özetle; “somutluk ve bilimsel (örneğin empirik) metotlar” söyleminin somut halini, analiz yapma ve detaylı çalışma olarak yansıdığı çalışma yönteminde net olarak görmek mümkündü. Muhtemelen taşıdığı karakter özelliklerinin de etkisiyle çok severek yaptığı analizlerin, çalışma yönteminin bir parçası olmasının ötesinde onun için bir anlamı daha vardı; eğlence. Bu çok güçlü analitik yaklaşım içgüdüsü, özellikle fonksiyon binaları olan hastaneler alanında çok aktif olmasının başlıca nedenidir kanımca.
Affan Hoca ideolojik olarak resmi makamlarca sola eğilimli olarak fişlenmişti, arkadaşlarından bazılarının komünist olmasından duyulan şüphe yüzünden Akademi’de gözetim altında tutulurken Barışseverler Cemiyeti’ne üyeliği nedeni ile 1950 yılında hakkında soruşturma başlatılarak bakanlık emrine alınmıştı. Böylelikle Akademi’deki görevi sonlanmış, tekrar bu göreve dönebilmesi için 21 yıl geçmesi gerekmişti. 1971 yılında Akademi’de kendisine yeniden görev verilmişti.
Affan Hoca’nın hiç bilinmeyen yönlerinden biri de bir mimar için genç sayılabilecek bir yaşta uluslararası platformda adının anılmaya başlanmış olmasıdır. Henüz 1950’li yıllarda tanınmış mimarlık dergisi “l’architecture d’aujourd’hui”de bir projesi ile haber olarak yayımlanmıştır. Yine aynı yıllarda, 20. yüzyılda bir mimarın ulaşabileceği belki de en önemli başarı olan CIAM Kongresi’ne, hem de projelerini bir sergi ile tanıtma teklifini de içeren, davet ile onore edilmiştir. Anlattığına göre davete dair mektubu kaybetmiş ve mektubun bir kopyasını almak da mümkün olmamıştı. Türkiye’nin adının geçtiği -yok denecek kadar az sayıda- sadece 6 adet kaydın bulunduğu CIAM arşivinde, davet ile ilgili teyit edici bir bilgi ya da doküman bulmanın mümkün olmadığını da üzülerek yazıyorum. Affan Hoca’nın CIAM tarafından onore edilen tek Türk mimar olması anlamına da gelen bu davetin başka hangi kanallardan yapılmış olabileceğini halen araştırmakta olduğumu eklemek isterim. Yıllar önce, L’architecture d’aujourd’hui dergisindeki haberin görselini Viyana Güzel Sanatlar Akademisi Kütüphanesi arşivinden temin ettim, ancak elde olmayan nedenler ile burada yayımlayamadığım görseli ileride sizlerle paylaşmam mümkün olacaktır.
Önce bir mimar, zamanla bir insan olarak da tanıdığım Affan Hoca ile bürodaki çalışma ortamı sıkıcı olmaktan çok uzaktı. Hoşsohbet oluşu, naifliği, zaman zaman muzipliği ve gülmeyi seven karakteri, sahip olduğu birikimle birleşince çay eşliğindeki uzun sohbetler hem eğlenceli hem öğretici geçerdi. Bu sohbetlerin konusu her şey olabilirdi; politika, siyasetçiler, sanat, eski günler, hatıralar… Çocukluk arkadaşları Muhteşem Giray, Muhlis Türkmen ya da yakın arkadaşları Aydın Boysan, Hayati Tabanlıoğlu ile olan anılarını dinlemek oldukça eğlenceliydi. Muhteşem Giray, Muhlis Türkmen, Turgut Övünç, Orhan Hançerlioğlu, Bülent Tarcan, Hayati Tabanlıoğlu, Kemali Söylemezoğlu aklıma ilk gelen ziyaretçiler. Aynı zamanda, atölye çalışmaları sırasında öğrencilerine klasik müzik dinleten, pek alışılmadık bir eğitimci oluşu da benim için büyük şanstı. Geçmişi gözümde canlandırdığımda, gerek çalışmalarımız sırasında çizdiğimiz projeler ile ilgili ifade ve açıklamalarında gerekse öğretici (teorik) bir ders niteliği de taşıyan sohbetlerimizde kullandığı didaktik üslubu fark etmek hiç de zor değildi. Günler genel olarak eğlenceli geçse de diğer yandan sıkıntılar da kendini gösterirdi. Sadece Affan Hoca’ya özgü olmayan, genelde aynı jenerasyonun başka üyelerinin de yaşadığı sıkıntıların en önemli nedeni; Türkiye’nin yaşamakta olduğu ahlaki ve zihinsel boyutta bir erozyonu beraberinde getiren siyasi, ekonomik ve sosyokültürel değişimlere ayak uydurmada yaşanan güçlükler, hatta bu güçlüklere topyekün uyum sağlayamamaktı. Yalnız insan ilişkilerinde değil iş dünyasında, iş yapma tarzındaki değişim işveren profiline de yansıyor ve beraberinde çok yönlü sıkıntıları da getiriyordu. Gerek iş ahlakındaki gerekse insani boyuttaki erozyonu gözler önüne sermesi bakımından, ölümünden birkaç yıl önce yaşadığı ve paylaştığı bir hayal kırıklığını aktarmak isterim.
Sağlık binaları konusunda çok sayıdaki projesine ve uygulamasına dayanan birikiminden dolayı kendisinden muhakkak fikir ve teklif alınırdı. Bu kez ise İstanbul’daki mevcut bir hastaneye yapılacak ek bina için kendisiyle görüşme yapılmış ve yine kendisinden teklif alınmış. Ayrıca günümüzde hala ülkemizin çok tanınmış mimarlarından biri olan şahıs ile de görüşülmüş. Sonrasını ondan dinleyelim:
“…’a ‘Affan Kırımlı ile çalışmak istiyoruz.’ dediklerinde,
‘Affan Kırımlı mı? Boş verin onu. Onun zamanı çoktan geçti.’ demiş.
Benim arkamdan nasıl böyle konuşur? O benim elime doğdu. Affan amca der bana…”
Büyük bir üzüntüyle gözleri dolarak anlatmıştı bu anısını. Vefa’nın artık sadece İstanbul’da bir semt adı olduğunu kavramıştı muhakkak ama bu tarzı kabullenmek ve bu insanlara rağmen ayakta kalmak için gereken “esnekliğe” sahip değildi(ler).
Hayatının son yıllarında yaşadığı talihsizlikler kaderinin belirleyicisi olmuştu. Sağlık problemleri yüzünden bir dönem yatağa bağımlı hale gelmesine rağmen gene de pes etmeyerek yeniden ayağa kalkmış, baston yardımı ile de olsa büroya giderek masasının başına oturmaya devam etmişti. Ancak ne kadar mücadele etse de dayanma gücünü test etmenin ötesinde, yakasını bırakmayan talihsizlikler ile girdiği son savaşta kaybeden taraf oldu.
Geçmişteki konuşmalarımızdan yola çıkarak Affan Hoca’nın mimar kimliğini bulma konusunda çok şanslı olduğunu yazabilirim. Birçok mimar için uzun yıllara mal olabilen bu süreci kısa zamanda, hatta büyük bir kısmını henüz Akademi’de öğrenciyken, arkasında bırakmıştı. En azından bu yönde çok güçlü bir temele sahipti. Bu temelin atılmasında başrol, üzerinde çok büyük etkisi olan hocası Wilhelm Schütte’ye aittir. Kendisini tanıdığım süre zarfında Wilhelm Schütte’den sıklıkla bahseder onun analizleri, öngörüleri, öğrencilerine vermeye çalıştığı yöntemi detaylı bir şekilde dile getirirdi. Onun, Affan Hoca için ne kadar önemli olduğunu yazdığı yazılar da göstermektedir. Wilhelm Schütte ile ilgili ilk çalışmanın, 2019 yılında hem de vatandaşı olduğu Avusturya’da yayımlanması için ölümünün üzerinden 50 yıl geçmesi gerekirken, Affan Hoca henüz 1974 yılında Mimarlık Dergisi’nde yayımlanan “50 yıllık Cumhuriyet Mimarlığı Üzerine” başlıklı yazısında Wilhelm Schütte’ye değinmiş ayrıca 1992 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Prof. Wilhelm Schütte” başlığını taşıyan bir yazı kaleme almıştır. 1990’lı yıllarda daktilo ile yazdığı ve bir nüshası bende olan “Prof. Wilhelm Schütte Bir Dahi miydi?” başlıklı yazısının yayımlandığına dair bir bilgiye sahip değilim. Üzerinde böylesine büyüleyici bir etkiye sahip, mimar kimliğinin oluşmasında mutlak karar verici olan Wilhelm Schütte hakkında fikir sahibi olmadan Affan Hoca’yı tanımak mümkün olmayacaktır.
Wilhelm Schütte
1900 yılında Almanya Heißen’da doğdu. 1968 yılında Viyana’da vefat etti. TH.Darmstadt’ta inşaat teknikerliği ardından TH.Münih’te mimarlık eğitimi aldı. “Neues Frankfurt” projesinde okul binaları ile ilgili birimin yönetici mimarı oldu. 1930 yılında Ernst May’in daveti ile “May Brigade” üyesi olarak SSCB’ye gitti. Burada yeni kentlerin planlanması kapsamındaki proje çalışmalarında okul binalarının planlamasından sorumlu birimin yönetimini üstlendi. Çin’de okul binaları konusunda konsültasyon çalışmalarında bulundu. 1937 yılında terk etmek zorunda kaldığı SSCB’nin ardından Paris ve Londra’da yaşadı. 1938 yılında Bruno Taut aracılığıyla aldığı davet üzerine Türkiye’ye göç etti. MEB bünyesinde okul binalarıyla ilgili bir birim kurulması, okul binalarının, köy okullarının ve kreş tiplerinin geliştirilmesi konularında çalışmalar yaptı. İDGSA’da prof. unvanı ile atölye yürütücüsü olarak çalıştı. Serbest mimar olarak da çalışmalar yaptı (2). 1944 yılında Yozgat’ta enterne edildi. 1947 yılından ölümüne kadar olan yaşamını Viyana’da sürdürdü. 1948 yılında kurulan CIAM Avusturya Seksiyonu’nun direktörlüğünü yapmıştır. Okul binaları uzmanlık alanıdır. Wilhelm Schütte tanınmış mimar “Frankfurter Küche” mucidi Margarete Schütte-Lihotzky’nin eşidir (3).
W.Schütte politik bir mimardı. Bu yönü komünist olan W.Schütte’nin hayat hikayesinde belirleyici ve baskın bir rol oynamıştır. SSCB’nin kuruluşunun ardından şehirleşme ve yapılaşma alanındaki büyük açığın giderilmesi yönünde yapılan çalışmalarda -ilk proje olarak Magnitogorsk kentinin planlanmasında- yer alması için bu ülkeden resmi davet alan Ernst May’ın idaresindeki -bir bölümü W. Schütte gibi komünist, marksist ya da sadece sola eğilimli 21 mimardan oluşan- “May Brigade” üyesi olarak SSCB’ye gitmesinde inandığı ideoloji muhtemelen çok önemli rol oynamıştır. SSCB’den davetli diğer mimar -Walter Gropius’un ardından Bauhaus direktörü olan- marksist Hannes Meyer yönetimindeki “Meyer Brigade” ya da diğer adıyla “Red Bauhaus Brigade” çoğu marksist olan 7 mimardan oluşuyordu. Buradan W. Schütte’nin de aralarında bulunduğu her iki grup üyesi mimarlardan büyük bir bölümünün de SSCB’ye gitmesinin temelinde yatan motivasyonun ideolojik olduğu, başka bir deyişle hayalini kurdukları toplum ve devletin inşasında yani teorinin hayata geçirilmesinde aktif rol almayı hedefledikleri sonucu şüphe götürmez. Ernst May’ın SSCB’ye gidişe dair ifade ettiği gibi:
Ernst May:… “İlk İşçi ve Çiftçi Devleti’nin inşasında birlikte çalışmak için” (4)
İkinci Dünya Savaşı’na dahil ülkelerin muhalif vatandaşlarının bir bölümü, sürgün hayatı yaşadıkları ülkelerde gösterdikleri direnişte örgütlenme yoluna gidiyorlardı. Yakın tarihimiz ile ilgili pek de bilinmedik bir konuya -İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir dönem en başta İstanbul’un yabancı ülkelerin gizli servisleri ve direnişçiler için önemli bir bağlantı noktası olmasına- dair ilginç bir örnek oluşturan örgütlenme yolunu seçenlerin bir bölümü; W. Schütte’nin de içinde yer aldığı, İstanbul’daki Avusturyalıların oluşturduğu küçük bir gruptu. Ve W.Schütte’nin politik oluşu, Türkiye’deki yaşamında da önemli bir rol oynamaya devam ediyordu. W.Schütte; Avusturya Komünist Partisi(KPÖ) Nasyonal Sosyalist iktidar karşıtı direniş hareketinin İstanbul hücresi üyesiydi. Clemens Holzmeister’dan aldığı davet üzerine İstanbul’a gelen mimar Herbert Eichholzer (5) tarafından kurulan hücrenin üyesi olarak istihbarat faaliyetlerinde bulunuyor, Nazi karşıtı Alman Konsolosluk görevlilerinden elde edebildiği bilgileri İngiliz (Harp) gizli servisi SOE’ye iletiyordu (6). Viyana yıllarımın başlangıcında, 1990’larda Affan Hoca’nın selamını iletmek vesilesiyle tanıştığım W.Schütte’nin eşi M.Schütte-Lihotzky ile sınırlı görüşmelerimiz esnasında maalesef savaş ve direniş hareketi üzerine konuşmak mümkün olmamıştı. Eşi gibi direniş grubu üyesi olan komünist mimar M.Schütte-Lihotzky, anılarında H.Eichholzer’in kendilerini Akademi’de ziyaret ettiğini yazmıştır:
“Herbert Eichholzer bizi Akademi’de ziyaret ettikten kısa süre sonra bir Avusturya direniş grubu bir araya geldi” (7).
İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Viyana’ya yerleşen W. Schütte’nin politik oluşu, hayatını etkilemeye devam ediyordu. Komünist olduğu için kendisine az sayıda proje üstlenme şansı verilmiş, buna rağmen politik inancından ödün vermemişti. Tarihlendirilmiş mesleki çalışmalarında ikinci sırada 1924 yılına ait proje çalışmaları bulunurken ilk sırada tarih belirtmeden KPÖ lokallerinin bulunması genç yaşlarda komünizmi benimsediğine açık bir işarettir (8) . Çizmeye çalıştığım profilini kısaca özetlersek; W. Schütte “mimar, eğitimci, komünist ve idealist”tir.
Ön Kabul
Yukarıda yazılanlara istinaden ve yazının buradan sonraki bölümüne ön kabul olarak; Marksizm üzerine kurulu, bilimsel sosyalizmin teori ve felsefesini oluşturduğu komünist öğreti, komünist mimar W. Schütte’nin söylem ve üretimlerine özde teorik ve felsefi olarak yön vermiştir.
Affan Hoca’nın çağdaşlık, bilimsellik, objektiflik ve fonksiyonellik kavramlarının temelini teşkil etmesi gerektiğini düşündüğü mimarlık üstüne ifadeleriyle, hocasının Akademi’deki-atölye çalışmalarındaki ifadeleri büyük paralellik göstermekteydi. O, bu ifadeleri kullanırken -aradan geçen uzun yıllar nedeniyle de- muhakkak kendi yorumunu da katıyordu. O yüzden yazının bundan sonraki bölümünde yapılan alıntıları; hocasının temelini attığı, kendisinin geliştirerek bunun üzerine inşa ettiği mimarlık anlayışını yine hocasına yansıtarak ifade etmesi şeklinde yorumlamak doğru yöntem olacaktır (9).
Affan Hoca’yı tanıma yolunda cevap verilmesi gereken çok önemli bir soru vardır: Öğrenciliğim döneminde üniversitedeki hocalarım ile kıyaslanamayacak ölçüde vurguladığı ve mimar kimliğini tanımlayan kavramlar ve bu kavramların kaynakları özde nerede yatmaktadır?
Tez
Mimar Affan Kırımlı’nın söylem ve üretimlerinin kaynağı, diyalektik-materyalist öğretidir.
Argumentasyon: Yazılı İfadeleri ve Yorum
1.“Prof. Wilhelm Schütte Bir Dahi miydi?” başlıklı yazısından;
“Bu yazımın konusu olan hocam, saygıdeğer ustam Prof. Wilhelm Schütte bir C.I.A.M. üyesi idi”(10).
Affan Hoca; İDGSA’da Sedat Hakkı Eldem, Arif Hikmet Oltay, Wilhelm Schütte’nin öğrencisi olmuş ancak tüm hocaları arasında W. Schütte’yi ustası olarak kabul etmişti. Akademi’deki öğrencilik günlerini anlatırken atölye çalışmaları esnasında S.H. Eldem’in, mimarlık anlayışı ve yöntemi yüzünden kendisine muhalefet ettiğinden bahsederdi. Bu beni hiç şaşırtmazdı. Affan Hoca gibi radikal, çağdaş bir mimardan konotasyonlar ile oynamanın ötesine geçemeyen bir anlayışı kabullenmesi beklenemezdi. O; S.H. Eldem’in mantalitesinin tam karşıtı olan ustasının, materyalizm üzerine kurulu, konunun işlevsel kökenlerine inerek ve oradan yola çıkarak tasarlamak yöntemini tercih etmişti.
2. 1992 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Prof. Wilhelm Schütte” başlıklı yazısında ustasının temellerini attığı, kendisinin ise geliştirdiği bakışı yine kendi kelimeleriyle ustasına yansıtarak ifade etmiştir.
“Her derste, yüzeyden değil derinlerdeki kökenlerinden işlevsel özünü aramamızı isterdi konuların”(11).
Mimarlıkta öz “işlev”dir ya da “fonksiyon”dur. Fonksiyon kelimesinin genel anlamından –görev, görevin yerine getirilmesi- yola çıkarak mimarlıktaki karşılığını; ihtiyaçlarımız ve bu ihtiyaçlarımızın giderilmesi olarak kabul edebiliriz.
O halde; “İnsanın ihtiyaçları nelerdir?” Aslında bundan önce cevap verilmesi gereken soru; “İnsan nedir?” Yazının konusundan çok uzaklaşmamak için kavramların genel kabul görmüş tanımlarından yola çıkmak, bir zorunluluk olarak gözükmektedir. İnsan nedir sorusuna verilen cevaplar, farklı alanların bakış açılarına bağlı olarak değişim göstermektedir. Tanımlar değişse de hepsinin buluştuğu ortak noktalar, üzerine kuruldukları ve uzlaştıkları insana ait özellikler bulunmaktadır. Bunlar arasında en başta gelen tartışmasız insanın biyolojik bir varlık olduğudur. Bunun yanında insanın çok önemli bir diğer özelliği zihinsel yetilere sahip, toplumsal bir canlı olması da tanımlardaki ortak paydalardandır. Konumuz olan mimarlıktaki ihtiyaçlara, insanın biyolojik ve toplumsal determinasyonu perspektifinden baktığımızda ihtiyaçlarımız;
1. Biyolojik varlıklar olarak ihtiyaçlarımız
2.Toplumsal canlılar olarak (toplum tarafından üretilen) ihtiyaçlarımız
primer olarak öne çıkmaktadırlar.
Ayrıca insanların maddesel ihtiyaçlarının yanında maddi olmayan ihtiyaçları da bulunmaktadır ancak yazımızın kapsamına göre o ihtiyaçlar sekunder kabul edilmektedir.
Biyolojik Varlıklar Olarak İhtiyaçlarımız
Maddesel varoluşumuzun sonucu olan bu ihtiyaçlarımızın kaynağı biyolojik varlıklar olarak parçası olduğumuz objektif realitede yatmaktadır. Bu niteliğinden dolayı biyolojik yapımızdan kaynaklanan ihtiyaçlarımızın karşılanması ya da fonksiyonların yerine getirilmesi maddesel varoluşumuzun devamı için bizim irademiz dışında kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu karakterdeki bir zorunluluk; bir yandan -genel anlamıyla- maddeyi ve somut olanı primer kabul etmek, felsefi açıdan bakarsak tüm gerçekliğin kaynağı ve tek töz olarak maddeyi gören ve maddesellik üzerine kurulu materyalizmi temel almak anlamına gelmektedir. Diğer yandan ise öz işlevdir anlayışı, materyalizmin insandan bağımsız olması sebebiyle objektif realiteye ait olarak onayladığı, kabul edilebilecek somut gereksinimlerimizi yani fonksiyonları ve bunların giderilmesini mimarlıkta primer kabul etmeyi tek seçenek olarak önümüze koymaktadır. Materyalizmde gerçekliğin kaynağının madde olması ile konform biçimde fonksiyonun temel olarak kabulünde de mimarlığın kökeni ya da özünde yatan; ait olduğumuz materyal dünyanın sonucu olarak (objektif) reel, somut ihtiyaçlarımız, fonksiyonlar yani “materia”dır.
Toplumsal Canlılar Olarak İhtiyaçlarımız
Diğer yandan insan biyolojik canlı olmanın ötesinde toplumsal bir canlıdır ve bu yüzden de insanın karşılanması gereken ihtiyaçları bulunmaktadır. “İnsan nedir?” sorusuna verilen cevaplar arasında farklılıklar olduğu gibi “Toplum nedir?” sorusuna verilen cevaplarda da farklılıklar olabilmektedir. Örneğin; antropolojideki ya da sosyolojideki tanımları bir araya getirmeyi denediğimizde toplum formlarının çağa, döneme, coğrafya ve iklime, üretim şekli ve ilişkilerine bağlı olarak oluşum ve değişim gösterdiğini görürüz yani kabaca bir çerçeve çizecek olursak toplumlar historik ve geçicidir. Dolayısıyla toplumun determinasyonu, insanınki ile karşılaştırıldığında, daha fazla değişkenin etkisi altında olduğu görülür. Toplum tarafından üretilen ihtiyaçlarımız, canlı organizma ihtiyaçlarımızdan farklı bir biçimde varoluşsal “a priori” olmamak ile birlikte seçme şansımızın olmadığı ve içerisine doğduğumuz toplumun varoluşunu devam ettirebilmesi için hayati öneme sahiptir. Öte yandan tarihte insanların herhangi bir formda bir arada yaşamaya başlayarak toplumun oluşmasındaki ilk adımı atmalarında, biyolojik varoluşu güvence altına almak muhakkak altta yatan baş motivasyondu. Bu aynı zamanda biyolojik ihtiyaçlarımızın toplum tarafından üretilen ilk ihtiyaçlarımıza dönüşmesi anlamını da taşıyabilir. Bu ihtiyaçların yaşanılan toplum için hayati rolünü, çok uzağa gitmeden parçası olduğumuz tüketim toplumu üzerinden görebiliriz. Tüketim toplumunun temel karakteristiği kendisini adında açıkça ifade etmektedir: Tüketmek. Ancak karar verici sadece tüketmek değil ne tüketildiğidir. Tüketim toplumu için biyolojik ihtiyaçlarımız ile de örtüşen temel ihtiyaçlarımızın karşılanması karar verici değildir; bunların ötesinde, hayati olmayan ihtiyaçlarımızın karşılamasında gerekli olan ürünlerin tüketilmesi belirleyici yani karar vericidir. Aslında kilit nokta da burada kendisini göstermektedir; karşılayacak ürünlerden önce karşılanacak yaşamsal “a priori” olmayan ihtiyaçların var olması gereklidir ki karşılayacak ürünler üretilsin. Başka bir deyişle tüketim toplumu ve kapitalist üretim, ürünlerden önce ihtiyaçları üretmek zorundadır ve bu üretim, tüketim toplumu için varoluşsal bir zorunluluktur. Örneğin; bir ilaç üretilmeden önce hastalık olmalıdır. İhtiyaç yoksa tüketim yoktur.
Mimarlığın, kapsamına giren tüm ihtiyaçlarımıza verdiği -genel kabul görmüş tanıma göre mimarlığın yapısal, somut ve maddesel olduğu gerçeği ile de örtüşen- cevapların yani karşılama formunun yapısal olması (özdeksele transformasyonunda etkin rol aldığı) tinsel ya da özdeksel ihtiyaçlarımızın materyal dünyaya ait olduğuna işaret etmektedir. Bunun yanında, mimarlığın taşıdığı ekonomi alanına giren özelliklerinin de göz önüne alınması gereksinimlerimizin materyalizm ile olan ilişkisi yönünde ikna edici olabilmektedir.
Diğer alanlardan farklı olarak Marx’ın ekonomi temeli üzerine kurduğu konuyu basitleştiren toplum anlayışı perspektifinden bakarsak şu ya da bu ihtiyacımızın materyalizm ile ilişkisini kurmaya çalışmak dahi gereksizdir aslında.
Marx ihtiyaçlarımız konusunda genel olarak ayrıma gitmiş; ihtiyaçlarımızı doğasal ihtiyaçlarımız ve gerekli ihtiyaçlarımız olmak üzere iki temel kategoride incelemiştir. Ancak ihtiyaçların karşılanmalarında yöntemsel olarak farklılaştırma yoluna gitmemiştir. Kısaca; ihtiyaç, ihtiyaçtır.
“… Bu ihtiyaçların doğası, midemizden ya da fantazimizden çıkmaları, bunda (ihtiyaçların karşılanmalarında) hiçbir şeyi değiştirmez”(12).
Affan Hoca için mimarlıkta sabit yıldız “öz işlevdir” felsefesi materyalizm olan mimarlığın bir ifadesidir.
Görsel olarak ifade etmek istersek; “bottom-up” yöntemine ait şemayı gözümüzde canlandırabiliriz. Bu yöntemde hiyerarşik olarak en altta yer alan fonksiyonun zihinsele giden sürecin başlangıç noktası olması gibi; “öz işlevdir” tanımında da materyal realite kaynaklı fonksiyon, mimarlıktaki zihinsel üretime giden sürecin başlangıcıdır. Bottom-up yöntemini ifade eden şemayı, fonksiyonu primer kabul eden bakışa ait çalışma yönteminin ifadesi olarak da okuyabiliriz.
Affan Hoca’nın söylemi ile çalışma yöntemi arasında çelişki yoktu. Bir proje çalışmasında fikir aşamasının ardından fonksiyonu başlangıç gören yaklaşım gereği ikinci aşama, proje konusuna göre analitik olarak örneğin: karakteristik kısımların, birimler ya da modüllerin çizilmesi olurdu. Her zaman olduğu gibi bu aşamada da, karşınızda duranın entelektüel yönü olan tanınmış bir mimar, patron ya da şef değil gerçek bir emekçi olduğunu ispatlarcasına -her ayrıntıyı en ince detaylarına kadar hesaplayarak- kendisi tekrar tekrar çizer ve sonuçtan memnun olmasının ardından bütüne ulaşma sürecine başlardık. Yanlış anlaşılmayı engellemek için bir konuyu açıklamam gerekir. Evet, kaynak işlevdi ancak buradan Affan Hoca’nın işlev kavramını sadece ihtiyaç programındaki fonksiyonlar olarak kabul ettiği ve mimarlığı bu fonksiyonların karşılanmasına indirgediği sonucunu çıkarmak yanlış olacaktır. Zira kendisi bir “teknotrat” değildi. İşlev en geniş anlamı ile mimarlığın bütün bileşenlerini kapsıyordu. Örneğin; konstrüksiyon, malzeme, strüktür vs. keyfi kararlardan bağımsız tasarlanarak ve değerlendirilerek görevini yerine getirmeliydi. Bu hedefe ulaşma sürecinde parçası oldukları maddesel gerçekliği kavramada da rehber olan bilimsel yöntemler mesela her biri ait oldukları spesifik alanlar için geçerli empirik yöntemler esas alınmalıydı. Kavrama dair bu netleştirmenin ardından yukarıda örnek olarak verilen bottom-up yönteminde en altta yer alan fonksiyon kavramına “ütiliter” kavramını da ekleyebiliriz.
3. Affan Hoca’nın mimarlığa bakışının felsefi alt yapısının materyalizm olduğuna dair bir başka ipucu yine aynı yazısında mevcuttur. Ustasının temelini attığı kendisinin geliştirerek içselleştirdiği anlayışın teorik boyutunu materyalizmin oluşturduğunu vurgularcasına şöyle yazmıştır;
“Sadece gördüğü verilerden bilimsel düşünme yöntemiyle mantıksal sonuçlar çıkaran gerçek bir bilim adamıydı” (13).
“Gördüğü veriler” derken duyularımızla algılayabildiğimiz, maddesel, somut, içinde yaşadığımız ve parçası olduğumuz objektif gerçekliğe ait verileri; “sadece” vurgusuyla ise tüm maddesel ya da zihinsel üretimlerimizi üzerine kurguladığımız, söz konusu verileri elde ettiğimiz somut dünyayı tek baz kabul eden materyalizmi işaret ettiğini düşündürmektedir. Bu ifade yalnızca materyalist felsefeye değil aynı zamanda yönteme de işaret etmektedir. Detaya girmeden, genel olarak yazdığı bilimsel düşünme yöntemi ile anlatmak istediği nedir?
4. Yukarıdaki sorunun cevabını bu yazısından 18 yıl önce 1974 yılında Mimarlık Dergisi’nde yayımlanan “50 yıllık Cumhuriyet Mimarlığı” başlığını taşıyan yazısında vermiştir.
“Adı unutulan Wilhelm Schütte ise düşünce ve uygulamaları, tam uyumluluk içinde dialektik yönteme dayanan tek örnektir” (14).
Affan Hoca’nın mimarlık söyleminde esas aldığı bilimsel yöntem ile ifade etmek istediği aslında “diyalektik yöntem”dir. Gerek W. Schütte’nin hayat hikayesi ve profilini gerekse buna dayanarak yaptığım ön kabulü göz önüne aldığımızda yaptığı bu tespitin doğruluğundan şüphe edilemez. Tespiti aynı zamanda ön kabulün doğruluğunu da teyit etmektedir. Ancak dile getirdiği diyalektik yöntemin netleştirilmeye ihtiyacı vardır.
Ön kabulün ışığında; Affan Hoca’nın yazısında “usta”sına yansıtarak ifade ettiği, bilimsel yöntem olarak yer alan diyalektik, idealist diyalektik değildir. W. Schütte’nin Marksizm’e dayalı teorik ve entelektüel altyapısı dolayısıyla, burada söz konusu olan “materyalist diyalektik yöntem”dir. Diğer adıyla “Marksist Diyalektik Metot” (15). W. Schütte’nin kendisi gibi komünist olan eşi mimar M.Schütte-Lihotzky anılarında İstanbul yıllarından bahsederken:
“Bu içimizden her biri için tatmin edici, anlamlı bir çalışma dönemiydi: Avusturya’daki direniş hareketi, pratikte destek olma imkanı ile doğrudan bağlantılı olarak Marksizm üzerine yoğun teorik çalışma…” (16).
Fakat unutmamak gerekir ki ustası, Komünist Parti’nin yasaklı olduğu bir ülkede, sürgünde yaşayan komünist bir mimardı. Politik kimliğinin açığa çıkması, gerek Türkiye’deki hayatı açısından gerekse istihbarat toplamaya çalıştığı birimler tarafından ağır yaptırımlara maruz kalmasına neden olurdu(17). Kendini ifşa etmemeliydi. Bu yüzden Akademi’de ideolojik yönünün ortaya çıkmasına neden olabilecek komünizm, Marksizm ve bunlarla ilişkilendirilebilecek diyalektik, tarihsel materyalizm gibi kavramları dile getirmiş olamaz. Buradan şu sonuç çıkarılabilir: Affan Hoca diyalektik yöntemi ustasının anlattıklarında görmüş, kendi bilgi ve birikimlerine dayanarak adını koymuştu. Diyalektik ile ilgili başka bir yazılı ifadesine sahip olmamakla birlikte o günleri düşündüğümde diyalektik ile ilişkisi, çalışmalarında somutlaşmış halde izlerini göstermektedir.
Çalışma ortamından ayrıldıktan sonraki yıllarda zaman zaman gözümün önüne gelen, ancak uzun yıllar sonra bende netlik kazanan ve adını koyabildiğim bir şey vardı ve bu şey aynı zamanda bu izlere de işaret etmekteydi: “Fonksiyon şemaları.” Affan Hoca bazı proje çalışmalarının ileri evrelerinde projelerin fonksiyon şemalarını çizerdi. Bu şemaların çizilmesinin tabii ki işverenle bir ilgisi yoktu. Hiçbir işveren doğal olarak bunlar ile ilgilenmez. Bu çizimleri yapmasının nedeni, muhtemelen analizci doğası gereği bu yönde duyduğu zihinsel ihtiyacın giderilmesiydi. Hoş vakit geçirme, bir tür eğlence olarak çizdiği ve daha sonra bir kenara koyduğu bu fonksiyon şemalarının, binanın işleyişinin kağıda dökülmesinin çok ötesinde ve yorum telkin eden bir anlama sahip olduğunu düşünüyorum.
Yorum: Fonksiyon şemalarını çizmek her ne kadar iyi vakit geçirmek için yapılsa da burada söz konusu olan kendisini şema çizimi olarak dışa vuran “bilgi üretimi”dir. “Tasarımın bilgiye dönüştürülmesi”dir.
Tasvir edecek olursak; büroda yan yana masalarda proje çizerken masaların birinde proje zihinde bilinçli ya da sezgisel olarak bazı işlem ve evrelerden geçirilerek yeni bir ifade tarzıyla, yeni bir formda kağıda aktarılıyor, bilgiye dönüştürülüyordu. Bu çalışma esnasında transformasyon yaşayan sadece proje değildi. Eş zamanlı olarak çalışma ortamı da bir transformasyona uğruyor ve adeta (bilgi üretilen) bir “bilimsel araştırma laboratuvarı” karakterini alıyordu. Rus Avangart’lardan konstrüktif sanatçıların kendi çalışmaları ve yöntemlerine verdikleri ancak bir metafor olarak kalan isim “laboratuvar çalışması” kısa zaman dilimlerinde olsa da gerçek anlamına İstanbul Beyoğlu’nda Affan Hoca’nın bürosunda çok daha yakındı.
Yazının bizi sürüklediği yorumun ilham verdiği -geçmişin içinde barındırdığı potansiyele, bunun değerlendirilmesine ve geçmişle bağın farklı boyutlarda da sürdülebileceğine dikkat çekme amacını da taşıyan- dolayısıyla konu ile organik bir bağa sahip olması sebebiyle, girişilen bir çalışmaya kısaca değinmek isterim. Yakın gelecekte analizler ile de ilişkili olarak paylaşmayı ümit ettiğim çalışmanın konusu; tasarımın ve daha da önemlisi, kabul görmüş mimarlık tanımına göre tasarımın yapılış amacı ve nihai hedefi olan “yapının bilgiye dönüştürülmesi” metodu.
Yeni Ufuklar
Tasarımın Bilgiye Dönüştürülmesi
Fonksiyon şemaları çiziminin, tasarımın bilgiye dönüştürülmesi yorumu önümüzde yeni ufuklar açmaktadır. Mimarlığı mekan fonksiyonlarına indirgemeyen anlayış perspektifinden bakmak, tasarımın fonksiyon yanında birçok farklı -konstrüksiyon, form, mimari dil, mekan dili, sosyo-kültürel vb.- bileşene sahip olduğu mantıksal sonucunu beraberinde getirmekle birlikte bunların da fonksiyon örneğinde olduğu gibi bilgi formunda şemalar yardımıyla ifade edilebileceği fikrini de getirmektedir. Bunun yanında yorumun;
a. Tasarımın bilgiye dönüştürülmesi,
b. Tasarımı oluşturan tüm bileşenlerin bilgiye dönüştürülmesi şeklindeki kademeli ilerleyişi de metotlaşma arayışını telkin etmektedir.
Üretilen transformasyon aşamalarına kısaca göz atabiliriz:
1. Tasarımın, ait olduğu zaman-mekan bağlamından ve tek defaya özgü, benzersiz olma niteliğini meydana getiren tüm ögelerinden ayrıştırılarak steril hale getirilmesi.
2. Elde edilen sonucun yeni bir soyutlama işleminden geçirilerek adeta demontaj uygulaması ile bileşenlerine ayrılması.
3. Bileşenlerin birbirinden izole edilerek yeni bir (soyut) ifade tarzı ile tekil bilgi formunda üretimi.
4. Elde edilen tekil bilgilerin bütünleştirilerek tasarımın integral tüm bilgi formunda yeniden üretimi.
Bu evreler neticesinde ulaşılan bilginin temel niteliği, spesifik bir dalın (mimarlığın) kendine has özelliklerine, kurallarına dayalı yani bu dala özgü olmasıdır. Başka ifade ile elde edilen sonuç mimarlığa has teknik bir bilgidir. Bu evrelerin iskeletini oluşturabileceği metot ise teknik bir metot olarak nitelendirilebilir. Yukarıda ifade ettiğim çalışmanın asıl amacı, konusu; gözden kaçırmamamız gereken, somut gerçekliği temsil eden felsefemiz materyalizmin mimarlıktaki ifadesi olan -kurgu somut tasarım değil- gerçek somut yapı(sal)nın “felsefi bir bilgi” ye dönüştürülmesi söz konusu olduğunda metotlaşma için bambaşka bir yol izlenmelidir.
Bu noktada hatırlatmak gerekir ki bizi girişilen bu denemeye getiren; önceki bölümlerde geri planda dolaylı olarak tasvir edilmeye çalışılan, başlangıcı geçen yüzyıla dayanan uzun bir yolculuktur. Bu yolculuk boyunca zaman-mekan ve buna bağlı olarak içinde yer alınan koşullar, imkanlar değişse de üretimlerin sürekli sabit kalan ortak paydaları var olmuştur. Aynı zamanda çalışmada bağlı kalınan bu paydalar bazen sadece teori ve niyet olarak kalsa da üretimlerin teorik ve felsefi kaynakları “diyalektik ve materyalizm”dir.
Metot arayışına, sadık kalınan diyalektik-materyalist öğreti perspektifinden yaklaştığımızda bu yoldaki rehber modelimiz kendisini net biçimde ortaya koymaktadır:
Marx’ın Soyuttan Somuta Yükselme Metodu (18)
Marx’ın 1857 yılında yazdığı üç el yazmasından biri olan “Einleitung [zu den Grundrissen der Kritik der politischen Ökonomie]”da ele aldığı, politik ekonomi metodu olarak geliştirdiği “diyalektik materyalist soyuttan somuta yükselme metodu”, en başta özünde yatan diyalektik ve kanunları, prensipleri ile mimarlığın kendine has özelliklerinin diametral duruşu nedeniyle mimarlıkta tasarım ya da yapının “felsefi bilgiye” dönüştürülmesi ile metodun bu girişimde model olmasının imkansız olduğunu düşündürmektedir. Buna rağmen, denemenin aşması gereken karar verici bu engelin, farklı bilim dallarının sunduğu perspektifler yardımı ile aşılma ihtimali konuyu üzerine gidilmeye değer yapmaktadır.
İleriye dönük olarak teorik altyapıyı oluşturacak temel ögeler ve kaynakları ortaya koymak hedefi ile mesleki alanın dışından, farklı yönlerden kısa kesitler de sunmaya çalıştığım yazıyı geçmişimiz ile kurduğumuz hoyratça ilişkiye işaret eden kısa süre önce yaşadığım bir rastlantıyı paylaşarak bitirmek isterim.
Bir süre önce MSGSÜ’ye eski bir arkadaşımı ziyaret için gittiğimde, uzun süredir bulunmadığım mimarlık bölüm koridorlarını adımlarken duvarda pano benzeri bir düzenleme gözüme çarptı. Aralarında eski fotoğrafların da bulunduğu grafikler ile sanırım Akademi’nin tarihi ile ilgili bir şeyler ifade edilmek isteniyordu. Önünde, büyükçe bir maketin üzerine konulduğu masa bulunduğu için tamamını yakından görmemin mümkün olmadığı panoyu incelerken kelimenin tam anlamı ile birden ağzım açık donup kaldığımı yazmalıyım. Siyah beyaz fotoğraflarda W. Schütte ve M.Schütte-Lihotzky gülümseyerek karşımda duruyorlardı… Tam da yazıyı yazdığım günlerde ne inanılmaz bir rastlantıydı bu? 80 yıllık fotoğrafların üzerinde adları yazmıyordu. Neden mi? Şüphesiz, bu fotoğrafların sahipleri ve panoyu düzenleyenler de dahil olmak üzere fotoğraflardaki kişilerin kim olduğu hakkında hiç kimsenin en ufak bir fikri dahi yoktu…
Onurlandırabilsek keşke
Biraz da ayakta duran adamı.
Nedense ona bakmayız da
Değerlendiririz cansız yatanı.
W.H. Auden (19)
Notlar
1. Affan Kırımlı, Türkiye’de Çağdaş Mimarlık Hareketleri, Yapı Dergisi, Sayı 52.
2. Affan Kırımlı, 50 yıllık Cumhuriyet Mimarlığı Üzerine, Mimarlık dergisi Sayı:7, 1974.
3. https://deu.archinform.net/arch/1665.htm
https://www.wikiwand.com/de/Wilhelm_Schütte
http://kg.ikb.kit.edu/arch/-exil/461.php
4. Werner Nels, Bauhaus und Marxismus, München:utzverlag, 2010.
5. Kaynakta, KPÖ merkez komitesi’nin 12 üyesinden biri olan ve bir süre İstanbul grubunda da faaliyet gösteren direnişçi (Widerstandskämpfer) Willy Frank’ın da H. Eichholzer ile birlikte kurucu olduğu öne sürülmektedir.
Kemal Bozay, Exil Türkei-Ein Forschungsbeitrag zur deutschsprachigen Emigration in der Türkei (1933-1945), Münster:LIT Verlag, 2001.
6. Peter Pirker, Subversion deutscher Herrschaft – Der britische Kriegsgeheimdienst SOE und Österreich, Wien:V&R Unipress, 2012.
Kemal Bozay, Exil Türkei-Ein Forschungsbeitrag zur deutschsprachigen Emigration in der Türkei (1933-1945), Münster:LIT Verlag, 2001.
7. Margarete Schütte-Lihotzky, Erinnerungen aus dem Widerstand, Wien:Promedia, 1994.
8. https://deu.archinform.net/arch/1665.htm
9. Aşağıdaki 2.maddedeki alıntı, “Her derste, yüzeyden değil derinlerdeki kökenlerinden işlevsel özünü aramamızı isterdi konuların.”, Yapı Dergisi, Sayı:129’da yer alan “Mimarlık Öğrencilerine Birkaç Öğüt” başlığını taşıyan yazısındaki ustasına ithaf etmeden kullandığı “Konunun içerik’indeki işlevsel özü arayarak başlayın.” ifadesi içerik olarak örtüşmektedir.
10. Affan Kırımlı, Prof. Wilhelm Schütte Bir Dahi miydi?, 1990’lı yıllar.
11. Affan Kırımlı, Prof. Wilhelm Schütte, Cumhuriyet gazetesi, 1992.
12. Karl Marx, Das Kapital, Erst.B.Erst.Ab.1.Kap.ME23,S.49, Berlin:Dietz Verlag, 1962.
13. Affan Kırımlı, Prof. Wilhelm Schütte, Cumhuriyet gazetesi, 1992.
14. Affan Kırımlı,50 Yıllık Cumhuriyet Mimarlığı Üzerine, Mimarlık Dergisi Sayı:7, 1974.
15. M.M.Rosental, Die marxistische dialektische Methode, Berlin:Dietz Verlag, 1953.
16. Margarete Schütte-Lihotzky, Erinnerungen aus dem Widerstand, Wien:Promedia, 1994.
17. Bahsi geçen ağır sonuçların neler olabileceğine dair bir örnekle fikir verilebilir. İstanbul direniş grubu üyelerinin -aralarında Herbert Eichholzer ve M.Schütte-Lihotzky’nin de olduğu- bir bölümü Nazilere karşı direnişte aktif olarak yer almak üzere Avusturya’ya döner. Ancak dönüşlerinden kısa bir süre sonra Gestapo tarafından yakalanır ve tutuklanırlar. Buna rağmen M.Schütte-Lihotzky eşi W.Schütte’ye şifreli mektuplar göndermeyi başarır. W. Schütte, görev aldığı MEB’e ait, resmi yazışmalarda kullanılan bir mektup kağıdı ve mührü habersizce “ödünç” alarak, MEB adına, eşinin MEB çalışanı olduğunu belirten ve affının talep edildiği sahte bir mektup yazarak Nazilere gönderir. M.Schütte-Lihotzky’nin aldığı ölüm cezasının hapis cezasına çevrilmesi ve İstanbul grubunun Naziler tarafından öldürülmekten kurtulan tek üyesi olarak hayatta kalması ancak bu şekilde mümkün olur.
Peter Pirker, Subversion deutscher Herrschaft Der britische Kriegsgeheimdienst SOE und Österreich, Wien:V&R Unipress, 2012.
18. Karl Marx, Einleitung [zu den Grundrissen der Kritik der politischen Ökonomie] 3.Die Methode der Politischen Ekonomie, MEW 42, Berlin:Dietz Verlag, 1961.
19. Stephen Gardiner, Le Corbusier Çağdaş Ustalar Dizisi 7, İstanbul, Afa yayıncılık AŞ, 1985.
Teşekkür
CIAM arşiv (gta Archiv) araştırmalarında çok değerli yardımlarından dolayı Sayın Muriel Pérez (MA UZH)’e en içten teşekkürlerimi sunarım.
Tercümeler yazara aittir.
Kısaltmalar
CIAM: Congrès Internationaux d’Architecture Moderne
Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi
SOE: Special Operations Executive
Özel Operasyonlar Birliği
KPÖ: Komunistische Partei Österreich