Bunu Bir Kuşağa Yapılmış Övgü Olarak Alabilirim: 1978 Kuşağı, Türkiye ve Coğrafya için Önemlidir…

Ulusal Mimarlık Ödülleri jürisi tarafından mimarlık eğitimi, yazımı, yayımı ve mesleğin kurumsallaşmasında Türkiye’de az bulunur bir verimlilikte emek vermiş olması nedeniyle “Mimarlığa Katkı Dalı Başarı Ödülü”ne layık görülen TED Üniversitesi Mimarlık Bölümü Dekanı Prof. Dr. Ali Cengizkan ile mimarlık, şiir ve Ankara üzerine…

Yasemin Şener, Mimar

Bu yıl Ulusal Mimarlık Ödülleri jürisi tarafından “Mimarlığa Katkı Dalı Başarı Ödülü”ne layık bulundunuz. Bu ödülün sizin için anlamı, önemi nedir?

Ödül konuşmasında da belirttiğim gibi, ödülden dolayı onur duydum ve gururlandım. Mimarlar Odası Ulusal Sergisi Mesleğe Katkı ödüllerinin önceki sahipleri ve kurumun saygınlığı, bu ödülü iki açıdan değerli kılıyor: Çabalarınız mesleki camiada görülmüştür, bir; nitelikli bir grup tarafından, diğer çabalardan ayrı tutulacak boyutları saptanmıştır, iki. İnsan hiçbir zaman takdir edilmek için çalışmaz; ancak bu iki boyutun da beni gururlandırdığını söyleyebilirim.

Jüri yaptığı açıklamada bu ödülün “mimarlık eğitimi, yazımı, yayımı ve mesleğin kurumsallaşmasında Türkiye’de az bulunur bir verimlilikte emek vermiş olmanız” nedeniyle size takdim edildiğini ve “geç kalmış bir ödül” olduğunu vurguladı…

Jüri Raporu gerçekleri mi ifade ediyor, abartı mı içeriyor, bilemem. Ancak, pek çok arkadaşımda da gözlediğim özellik olarak, bunu bir kuşağa yapılmış övgü olarak alabilirim: 1978 Kuşağı, Türkiye ve coğrafya için önemlidir. Yetiştirilme biçimimiz ve yetişme ortamımız, bizim önümüze kişisel olarak yeterli olunan ve üstesinden gelinebilecek, uzmanlık geliştirilebilecek, katkıda bulunulabilecek her alana el uzatma ve o alanda kendini yetiştirme bilinç, görev ve sorumluluğunu verdi. Yine de bu alanda şimdiye kadar yapmak istediklerimi yeterince yapabildiğim kanısında değilim; insan yetişemiyor.

Mimarlık eğitimi sırasında yaptığınız gözlemler ve edindiğiniz eleştirel duruş, sizin kendi mimarlık eğitimi görüş ve yaklaşımlarınızı, pratiğinizi biçimlendiriyor; ancak bu yeterli değil. İyi verdiğiniz mimarlık eğitimi, mesleki eğitimin yanı sıra, her öğrenciye kişisel temelde verilecek disipliner ve pozisyoner bir eğitim… Mimarlık eğitiminin zaman ve emek-yoğun olmasının nedeni bu. Bu süreç sonucunda, mimar adayı, verili olmasa bile yapılan bir tasarımın bütün durumlarına, aktörlerine, kısıtlarına açık olma, kolay özeleştiri yapabilme yeteneğini kazanıyor: İyi bir mimarın hem mesleki hem etik pratiğinin doğal bir sonucu bu. Evet bu yoğunluk işleri karmaşıklaştırıyor; ancak bu karmaşıklık sürecinde mimar kendisini bütün “yeniden yaratıcı-yeniden üretici” süreçlere hazırlamış oluyor.

Öteden beri, “mimarlık eğitimi, yazımı, yayımı ve mesleğin kurumsallaşması”nın bir bütün olduğunu kavrıyorum. Belki de toplamına “mimarlık kültürü” demek gerekiyor. Eğitimi alanında görev üstlenen birinin kaçınılmaz olarak bu alanda öğrendiklerini, mimarlık yazınına-kuramına, mimarlık kültürünün yaygınlaşmasına, mimarlık kültürünün alımlanmasının sorunsallarına yansıtması, doğaldır diye düşünüyorum.

Mimarlıkta bilimsel ve yetkin kavrayışınızı artırmanın doğal bir görev, ancak, eşzamanlı olarak da başkalarına da ulaşmanın bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Tepeden inme “eğitimciler politika ile uğraşmaz” önermesi ne denli saçma ise, “mimar ya da mimarlık eğitimcisi, yalnızca kendi alanını bilmekle ve çok çalışmakla yükümlüdür” önermesi de o denli saçma. Ve biz Türkiye’de, özellikle böyle “yukarılardan inme” kuralımsı ve önermemsi kısıtlamalarla çok uğraşıyoruz. Dolayısıyla bildiklerinizi doğal olarak okulunuza kayıtlı olan öğrencilerle örgün eğitim yoluyla değil, öğrenmek isteyen her düzeyde her yaşta insanla, o insanlara ulaşma yollarını yaratarak, araştırma yaklaşım ve tekniklerini yaygınlaştırarak,  yarışma-kolokyum-öğrenci yarışması-dergi olanaklarını kollayıp kullanarak paylaşmak zorunda olduğunuzu düşünüyorum.

Bir “Ankara tarihçisi”, mimar, akademisyen ve şair olarak Ankara ile aranızdaki bağları nasıl ifade edersiniz?  Kentin yıllar içinde gözlemlediğiniz dönüşümünü tüm bu farklı gözlükler ile baktığınızda nasıl yorumluyorsunuz? Özellikle son yıllarda Cumhuriyet dönemine ait yapılara yönelik hoyrat yıkımlar içinizdeki mimarı ve şairi nasıl etkiliyor?

Ankara’da doğdum; babamın dört buçuk yıllık Lefkoşa görevi dışında sürekli olarak Ankara’da yaşadım. Doğal olarak Ankara en fazla bildiğim, en fazla maruz kaldığım yer; başkalarının Ankarası da “algıda seçicilik ile” en fazla biriktirdiğim ve en fazla anladığım duygu. Buna bir de mimarlıkla ilgili akademik çalışmalar eklenince, böyle bir bileşim ortaya çıkmakta. Ancak Ankara ve Ankaralı, beni her zaman “iradi” olan yanıyla çok etkilemiştir. Yalnızca Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasındaki kararlı ve ümitsizliğe kapılmayan yanı değil, İç Anadolu’ya yön veren, kurucu olurken kendi sokaklarında oturanlara hiçbir yerde yazılı olmayan sorumluluklar yükleyen, yönler gösteren bir kültürel coğrafyadır Ankara. Düşünün Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadrolar Osmanlı kadrolarıdır, ancak Ankara’ya gelir gelmez başkalaşırlar. Mekânsal ve toplumsal coğrafyanın “iradiliği” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da hemen farkettiği bir özelliktir zaten.

Mimarlık, öyle bir disiplin ve öyle bir pratik alanı ki, en cahil insanlar da, en yetkin insanlar da bu alanı araçsallaştırma yetkisine sahip olabiliyorlar. Örneğin Türkiye’de son zamanlarda üzerinde çok tartışılan “yeterlikler çerçevesi” kuralları ve yaklaşımı, mimarlığı çok ilgilendiren “müteahhitlik”-“yüklenicilik” kurumu için işlemiyor: Çöpçülük yapabilmek için bir dizi becerinizin olması gerek; müteahhitlik içinse, yalnızca para sahibi olmanız yeterli. Ülkeyi “inşaat sektörü ile kalkındırmak” için yola çıkan hükumetler ise tam bir kurumsal, toplumsal, endüstriyel felakete yolaçıyor; ülkenin geleceğine ipotek koyduruyorlar. Çoğunlukla başımıza gelen de şöyle bir durum: En yetkili insan, çok seyrek biçimde en yetkin ya da yetkinlerin kim olduğunu sezen insan oluyor. En yetkili insan cahilse, eskilerin “cahil-i cühela” dediği cahilin cahili insanlarla çalışması kaçınılmaz bir durum oluyor.

“Sanki işgal altındayız!” Yalnızca Cumhuriyet değerleri değil, ülkenin ve gelecek kuşakların elindeki değerleri ortadan kaldıran, onların yoksullaşmalarını ve köleleşmelerini getirecek olan bir dargörüşlü saldırganlık, ülkeyi yönetiyor; Ankara da bundan nasibini alıyor. Siz 1300’lerden kalma kerpiç camileri ne hakla yeni malzemeyle yenilersiniz? Siz 700 yıldır bir felaket yaşamadan ayakta duran bir yapıyı 2018 yılında nasıl yıkıp yeniden yaparsınız? Siz 150 yıllık Vali Konağını nasıl TOKİ eliyle “restore” edersiniz? Hacı Bayram Mahallesi arkasındaki çok büyük bir tarihi Ankara bölgesini, üstelik de içindekilerle birlikte ayakta durur ve yaşarken, nasıl yıkıp-içindekileri kovalayıp-yeniden inşa edersiniz?

Kendi tarihini yeniden yazmak isteyen bir cahil-i cühela takımı, oturduğu dalı kesen Nasrettin Hoca gibi. Biliyorsunuz Hoca Nasrettin de, Hacı Bayram-ı Veli de, Yunus Emre de, Köroğlu da, İç Anadolu bölgesinin kültürüyle varolmuşlardır. Ankara kendi içindeki cahillerle, kendi erdemlileri yoluyla her zaman savaşmıştır.

Ankara’da 41 yıl ailecek oturduğumuz ev durmasa bile, Kaleönü mahallesinde doğduğum ev hâlâ ayakta bulunmakta. Bu da bir direnç noktası: Yeter ki “ihya etmeye” kalkışmasınlar!

Tüm bunların içinde daha öznel bir üretim alanı olarak şiiri nasıl bir yere koyuyorsunuz? Mimarlığın farklı sahalarındaki yoğun üretimleriniz nedeniyle şiiri ihmal ettiğinizi düşündüğünüz oldu mu? Bundan sonraki süreçte şiirin üretimlerinizdeki yeri nasıl evrilecek?

Şiir ve mimarlık yaşamımda her zaman merkezî bir yeri paylaşmaya çalıştı. Epeydir şiiri ihmal ettiğimi, şiir alanındaki dostlarım söylüyorlar, doğru olabilir. Ancak edebiyat ve şiirden koptuğumu söyleyemem. Hâlâ günlük ve aylık yayınları izliyor, okuyorum: Ayrıca Ceyhun Atuf Kansu, Behçet Aysan ve Metin Altıok şiir ödüllerinde jüri üyesiyim. Öte yandan, şiirden öğrendiklerimi mimarlığa, mimarlıktan öğrendiklerimi şiire aktardım, yansıtmaya çalıştım. Bu nedenle de hiçbir zaman kaygılanmadım. Şiir insana, başka insanı, ötekiyi, ötekiler toplamını, dünyayı öğretir. Mimarlık eğitimi ortamında bu disiplinin çok yararını gördüm; karşınızdaki kişiyi tanımak; farklı kültürleri öğrenmek, farklılıklara açık olmak; dil üzerinden farklılıkları anlamak ve tercüme etmek; dilin gücünü ve mimari temsilin yan anlamlarını tartışmak: İki alandan da besleniyorum ben.

Tezgâhtaki araştırmalar, yayınlar, kitaplar, yeni sorumluluklar neler?

ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde 35 yıl eğitimci olarak çalıştıktan sonra, Eylül 2015’ten beri TED Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ndeyim. Mimarlık Bölümü’müz 2012’de, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’müz 2016’da kuruldu. Aynı fakültede Endüstriyel Tasarım ve İç Mimarlık-Çevre Tasarımı bölümlerini bu yıl kurmak üzereyiz. Mimarlık ve Kent Çalışmaları adlı interdisipliner yüksek lisans programını 2017 yılında açmıştık; bir “şehir üniversitesi” olarak bilinçli adımlar atmaktayız.

“Ankara’nın İlk Planı / 1924-25 Lörcher Planı” kitabı ile “Ankara 1957 Yücel-Uybadin Planı” çalışması, doktora alanımla ilgili zannedilir; oysa 20. yy ortasında Ankara’da konut ve barınma ile ilgili olan doktora çalışmamı henüz yayınlamadım, ötesinde berisinde dolandım; onu yayına hazırlamak istiyorum. 1928 Ankarası üzerine olan bir başka kapsamlı çalışma ise epeydir hazır; onu da yayınlamak üzereyim. Bunlar yanısıra, pek çok makale konusu ve araştırma alanı üzerinde hâlâ çalışıyorum.

Çok yakında, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü ilk mezunlarından (1935), 43 yıl aynı bölümde öğretmenlik yapan babam Recep Cengizkan’ın “Ankara’da Okul Çağında Ev Geçindiren Çocuklar” adlı mezuniyet tezini kitaplaştırmış olacağım. Hem 1918-1924 arasındaki kendi çocukluğuna, hem de 1933-1935 Ankara’sının çalışan çocuklarına ışık tutan bir çalışma. Yararlı olacağını umarım.