Bir Kentleşme Sorunu Olarak Deprem: Depremden Öğrenemediklerimiz

Celal Abdi Güzer, Prof. Dr.

İhsan Bilgin 1999 depremi sonrasında yazdığı yazıda deprem sonrası tepkilerin farklı aktörler üzerinde yoğunlaştığını vurguladıktan sonra asıl sorulması gereken sorunun altını çizmekte, “Felaketlere açık bu kentleşme örüntüsü neden ve nasıl mümkün oldu?” diye sormaktadır.  Bilgin’e göre “1940’ların ikinci yarısında başlayan, 60’larda hızlanan, 70’lerde tıkanan, 80’lerde mecra değiştiren, bugünlerde de yeni tıkanıklıklarından söz edilen Türkiye modernleşmesi kentleşme için gerekli olan ekonomik kaynakları yaratamamıştır.” (1) Bu yazıdan yaklaşık 25 yıl sonra yeni ve büyük bir depremin ardından bu saptamaya eklememiz gereken kentleşmeye hala gereken kaynağı aktaramamış olmamızın yanında depremin bize öğretmek istediklerini görmemezlikten gelmekte ısrar ettiğimizdir. Üstelik bu ısrar bir binanın yapım sürecinde yer alan farklı aktörlerin kendi tutumlarını aşan, üretim süreçlerinin tümünü kapsayan bütüncül bir algı ve davranış biçimine, genel bir üretim sistemine ve toplumsal kültüre karşılık gelmektedir. Bir bölgede onlarca hatta belki yüzlerce bina yıkıldığında yapı ve uygulama bazında, sürecin içinde yer alan aktörlerin hata ve ihmallerinden kaynaklanan bazı aksaklık ve sorunlardan söz etmek mümkün olabilir. Ancak söz konusu binlerce bina, bir yerleşimin, bir kentin yarıdan fazlasının yıkılması olduğunda yapı elde etme, kentleşme süreçlerinin bütünü ile ilgili bir algılama ve değerlendirme kaçınılmaz hale gelmektedir. Kentleşmenin yer seçimi ve planlamadan başlayan, yönetmeliklerle standartları belirlenen, tekil yapı ölçeğinde de tasarımdan imalata hatta kullanım aşamasına çok boyutlu ve çok aktörlü bir oluşum olduğu anımsandığında bu sürecin farklı aşamalarının ve birbirleri üzerindeki etkilerinin gözetilerek çok boyutlu olarak değerlendirilmesi gerekir. Yaşam çevrelerimizin fiziki nitelikleri üzerinde kent ölçeğinden bina ölçeğine belirleyici olan bazı başlıkları değerlendirildiğinde deprem konusunda her bir başlığın etkili olduğu görülecektir.  

 

Kentleşme 

Türkiye kentleri 1940’lardan bugüne ivmelenmiş göçün getirdiği baskı sonucunda hazırlıklı olmadığı hızlı, plansız ve denetimsiz bir yapılaşma ile karşı karşıya kalmış, her şeyden çok radikal farklılıklar içeren eklektik bir yapılaşma yığını haline gelmiştir. Kentler öncelikli olarak mevcut merkezlerin organik biçimde yayılmasına, dokuların birbirlerine tesadüfi olarak eklenmesine açık bir büyüme göstermiş, dönemsel ve bölgesel uygulama farklılıkları kent içinde deprem güvenliğine yönelik olarak çeşitlenen standartlar getirmiştir. Altyapı ve planlamanın büyüme hızının gerisinde kalması bölgesel yığılmalar ve çok kez arttırılan yoğunluk ve yüksekliklerle sonuçlanmış, hız ve maliyet kaygıları yapı nitelikleri üzerinde etkili olmuştur. İstanbul gibi büyük metropollerin aşırı yüklenmeleri sadece bölgesel sorunları arttırmakla kalmamış, diğer bölgelerin ihmal edilmesini getirmiştir.      

Planlama 

Türkiye’de bugün geldiği noktada, planlama disiplinler ve ölçekler arası süreklilik içermeyen parçacı bir yapıyı temsil etmektedir. Üretime, tüketime ve hizmetlere yönelik bölgesel denge sağlayacak planlamalar yerine metropollere yığılmalara izin verilmesi, örneğin üniversitelerin yarısına yakının İstanbul’da yer alması, benzer biçimde banka merkezlerinin İstanbul’a taşınması gibi kararlar zaten birikmiş sorunlar yaşayan bölgelerin yoğunluk ve sorunlarını arttırmaktadır.  Başta demiryolu olmak üzere altyapının yeterince gelişmemesi, üst ölçekli ve çok girdili planların sürdürülebilir olmaması merkezlerde oluşan yığılmaları ivmelendirmektedir. Planlamanın en önemli girdilerinden biri deprem güvenliğinde temel belirleyicilerden biri olan yer seçimidir. Türkiye’de büyüme ve yapılaşma baskısı zemin nitelikleri sorunlu olan alanların, tarım arazilerinin, su yataklarının, deprem fay bölgelerinin yapılaşmaya açılması ile sonuçlanmıştır. Benzer biçimde yerel yönetimlere aktarılan planlama yetkileri planların temel anlayışları ile çelişen yoğunluk ve yükseklik artışları, parçacı uygulamalar getirmiştir. Bugün gelinen noktada ölçekler arası süreklilik içeren, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel öncelikleri kapsayan, farklı disiplinlerin birikimlerine dayanan bütüncül bir planlama anlayışından bahsedilemez.

Tasarım 

Deprem güvenliğine yönelik olarak bina ölçeğindeki tasarımların standartları yönetmelikler tarafından belirlenmektedir. Türkiye’de bu yönetmelik ve standartlar yıllar içinde çok kez değiştirilmiş, mevcut yapı stoku hangi dönemde yapıldığına bağlı olarak çeşitlenen fiziki nitelikler barındırmış, bir sonraki yönetmelik bir önceki yönetmelikle yapılan yapıların daha az güvenli olarak algılanmasına neden olmuştur. Özellikle kamu yapılarında projelerin ihale yöntemi ile ve en düşük maliyetlerle yaptırılmaya çalışılması, proje sürelerinin kısa tutulması nitelikli hizmet alımını güçleştirmiş, yerel ve bağlamsal özellikleri dışlayan tip projelerin artmasını getirmiştir. Özellikle TOKİ eli ile uygulanan çok sayıda konut yapısı kullanılan yapım tekniği nedeni ile deprem açısından belli bir güvenlik standardı sağlamakla birlikte gerek tip proje tekrarları gerekse yapım tekniği kısıtları nedeni ile niteliksiz kentsel çevreler oluşturmuştur.   

 

Yapım 

Depremle ilgili en önemli konu imalat aşamasında belli yapım standartlarının sağlanamaması, proje öngörülerinin gerçekleştirilmemesidir. Bu zaman zaman yapımcının yeterince nitelikli malzeme kullanılmaması gibi ihmallerden kaynaklanabileceği gibi çoğu zaman bilgi eksikliği ve deneyimli eleman sorunu nedeni ile de olabilmektedir. Türkiye’de bina yapımcısı olabilmek için belli özellikler ve deneyime dayalı bir birikim aranmamaktadır. Yapı üretiminin hızlı, kolay ve geri dönüşü yüksek bir yatırım alanı gibi görülmesi çok sayıda kişinin bunu bir yatırım ve iş alanı olarak görmesini getirmiştir. Bu alanda yatırım yapmanın temel önceliği bilgi ve deneyim birikimi olmaktan çok belli bir sermaye birikimine sahip olmaktır. Benzer biçimde bina yapımı en kolay ve yaygın ulaşılacak iş ve yatırım alanlarından biridir. Özellikle üniversitelerin sayısının plansız biçimde artışı ara eleman ve nitelikli işgücü eğitimini uygulama deneyimine indirgemiş, inşaatlar bu alanda deneyim edinerek yetişmiş ve birikimleri bu tesadüfi deneyimlerle kısıtlı olan işgücüne bırakılmıştır. Depreme dayanıklılığının temel belirleyicilerinden olan yapının taşıyıcı nitelikleri üzerinde etkili olan temel, beton ve demir işlerinde kritik detayların imalatı, malzeme standartlarının sağlanması bilgi ve deneyim eksikliği nedeni ile aksayabilmektedir.

Kentsel Dönüşüm

Türkiye deprem deneyimleri sonrası yapı stokunu iyileştirmek amacı ile kentsel dönüşüm uygulamalarına öncelik vermiştir. Ancak kentsel dönüşümün yükünü azaltmak amacı ile dönüşümün temel itici gücü mevcut yapısal alanlarda değer ve rant artışı olarak görülmüş, imar hak ve yoğunlukları arttırılarak dönüşümün büyük ölçüde kendisini finanse etmesi beklenmiştir. Bu anlayış parçacı, kent içindeki değerli alanları öne alan bir dönüşüm uygulaması ile sonuçlanmış, gerçekten dönüşüm gerektiren pek çok kentsel doku ikinci planda kalmıştır. Yapı bazlı “yık-yap”lara dayanan dönüşüm modelleri yapıların güçlendirilmesine paralel olarak gündeme gelebilecek kentsel iyileştirme olanaklarını kısıtlamış, toplu iyileştirme alanlarında ise hak sahipleri ve yapım maliyetleri denkleminin oluşturduğu büyüklük ve yoğunluklar nitelikli bir kentleşmenin önüne geçmiştir.  

Denetim 

Yapıların inşaat aşamasında denetlenmesi, imalatların proje ve malzeme niteliklerine göre gerçekleştirilmesi deprem güvenliğine yönelik en önemli aşamalardan biridir. Türkiye bu aşamaya yönelik olarak 2000’li yıllar sonrasında yapı denetimini gerçekleştirecek bağımsız kuruluşların oluşmasını öngörmüş ve aşamalı olarak yeni bir denetim sistemi benimsemiştir. Benzer biçimde kamu kurumları da proje aşamasından başlayarak oturma izni aşamasına kadar olan yapım süreçlerini denetlemektedir. Ancak bu denetim süreçlerinde teknik elemanların nitelik ve deneyimleri, özellikle kamu kuruluşlarında alanlarında uzman olan kadroların varlığı önemli girdilerdir. Benzer biçimde denetim yapı ölçekli tekil bir süreç olarak ele alınmakta, yer seçimi, planlama gibi aşamalar sonrasında devreye girmektedir.  

Türkiye’de yapı kullanma kültür ve alışkanlıklarımız çoğu zaman güvenlik boyutunu öne almamaktadır. Yapıların düzenli olarak izlenmesi, yapım sonrası belli aralarla denetlenmesi, onarılması, gerekirse güçlendirilmesi yerleşik bir olgu değildir. Bunun ötesinde yapım sürecindeki denetim sonrasında çeşitli nedenlerle taşıyıcı siteme zarar verilmesi, yapının taşıyıcı özelliklerini değiştirecek tadilat ve ekler yapılması yaygın olarak görülmektedir. 

Sonuç ve Öneriler

Deprem güvenliği çok girdili, çok aktörlü, yapı üretiminin planlamadan uygulamaya birçok aşamasını kapsayan karmaşık bir süreçtir. Ülkenin kentleşmeye yönelik ideolojik ve politik önceliklerden ekonomik ve kültürel önceliklerine pek çok bağlamsal özelliği deprem güvenliği üzerinde etkilidir. 2023 başında yaşanan depremlerde karşı karşıya kaldığımız durum bu geniş kapsam içinde çok boyutlu bir sorgulama yapmamızı gerektirmektedir. Yıkılan yapıların yerine hızla yeni yapılar yapma refleksi siyasi bir öncelik ya da mağdurların acil gereksinimi açısından anlaşılabilir olmakla birlikte yeni çevreler tasarlayıp üretirken depremden öğrendiklerimi değerlendirmemiz, planlama ve yapı üretimine yönelik olarak önceliklerimizi yeniden sıralamamız, benzer yaklaşım biçimini ve benzer hataları tekrar etmememiz gerekir. Öncelikli olarak yer seçiminden başlayan nitelikli bir planlamanın öne alınması, bu planlamanın sadece deprem güvenliğini esas alan bir üretim sürecinin altyapısı olmanın ötesinde nitelikli bir kentleşme için model oluşturması hedeflenmelidir. Birçok kentte yıkılan ve çoğunluğu merkezi alanlarda olan yapılar, can ve mal kaybının ötesinde kentsel hafızanın da büyük ölçüde kaybı ile sonuçlanmıştır. Bu nedenle bölgesel olarak bağlamsal değer ve öncelikleri göz önüne alan bir planlama ve tasarım süreci yaşama geçirilmelidir. Bu doğrultuda planlama ve tasarım süreçleri hızla geçiştirilen, bir an önce yapıma odaklanan süreçler olarak ele alınmamalı, depremin çok boyutlu hasarının yanında sorunlu kentleşme ve yapılaşma biçimimize yanıt arayan bir arayış olarak görülmelidir. Bu doğrultuda hazır tip çözüm ve projelerin kolaycılığına kapılmadan başta zemin verileri olmak üzere planlama önceliklerine dayalı bütüncül ve aşamalı bir üretim süreci tasarlanmalı bu sürecin katılımcı bir zemin olması sağlanmalıdır. Depremin hemen arkasından üniversiteler, meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve meslek alanlarında deneyimli olan çok sayıda kişi bu süreçlere gönüllü destek vermeye hazır olduklarını beyan etmektedir. Bu kurum ve kişilerin desteği ile bütüncül planlar, model oluşturabilecek çok sayıda alt proje yaşama geçirilebilir. Türkiye’nin nitelikli bilgi ve birikimden yararlanabileceği, katılıma açık bir zemin oluşmuştur. Bu zeminin değerlendirilmesi bir öncelik olmalıdır.

Şüphesiz, deprem Türkiye için yakın zamanda yaşananlarla sınırlı olmayan, süreklilik gösteren bir sorun alanıdır. Bu nedenle belirli bir bölgede yaşanan deneyim bütüncül sorgulamaları ve kentleşme ölçeğinden yapı üretim ölçeğine tüm yerleşik alışkanlıklarımızın yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bunların başında bir planlama olgusu olarak kentsel dönüşümün işlevselleştirilme biçimi ve yapı üretim ve denetim süreçleri gelmektedir. Türkiye hızla parçacı, yerel ve özelleşmiş önceliklere dayalı, radikal revizyon ve mevzi değişikliklere açık planlama anlayışından vazgeçmeli, planlama kavramını çevresel, kültürel, sosyal ve ekonomik girdileri içeren bir sürdürülebilirlik kavramı olarak ele almalıdır. İstanbul ve benzeri metropollerdeki yığılmaların, kentsel büyüme baskılarının önüne geçilmeli, bölgeler arası üretim ve gelir dağılımı adaletini sağlayacak biçimde bölgesel çekim noktaları oluşturulmalıdır. Kentsel dönüşüm sadece yapı bazında iyileştirmeler için değil, aynı zamanda kentsel ölçekte iyileştirmeler ve altyapı iyileştirmeleri için bir fırsat olarak görülmeli, dönüşümün itici gücü sadece yeniden yapım sürecini sağlayacak bir artı değer beklentisi olmamalıdır. Bu anlamda kentsel dönüşüme verilen devlet desteği arttırılmalı, örneğin faizsiz uzun vadeli krediler devreye alınmalıdır. Benzer biçimde yapı sigortaları sigorta şirketlerinin denetim süreçlerine dahil edilmesi yolu ile yeniden düzenlenmeli doğrudan ve dolaylı denetim sağlanmalıdır. Yapı stoğunun değerlendirilmesinde nitelikli güçlendirme alternatifi bir seçenek olmalı, salt ranta dayalı emsal artışlarının baskısı ile kentsel hafızamızı oluşturan, dönemsel ya da kimlik değeri olan yapılar kolaylıkla gözden çıkartılmamalı, burada harcanacak kaynaklar daha öncelikli yapılara aktarılmalıdır. Özellikle büyük ölçekli yapılar ve devlet yapıları söz konusu olduğunda tasarım deneyim ve birikimi proje gruplarının seçiminde belirleyici bir kriter olmalı, sadece bütçe kısıtlarına dayalı ihale yöntemleri terk edilmelidir. Benzer biçimde önemli yapılarda katılımcı süreçler, yarışma ve benzeri proje elde etme biçimlerine öncelik verilmelidir.  Yapım aşamasında ise nitelikli teknik eleman sağlanması, ara elemanların yetiştirilmesine ve deneyim kazanmasına öncelik verilmesi gerekmektedir. 

Burada bahsedilen ve sadece depremle sınırlı olmaksızın kentleşme ve yapı niteliklerine yönelik olarak da belirleyici olan konu ve alt başlıkların çoğu detaylı olarak araştırılmaya, tartışılmaya ve öneriler geliştirilmeye açık başlıklardır. Benzer biçimde deprem ve kentleşme ilişkisi çok sayıda kurum ve aktörü barındıran birbirleri ile ilişkili karmaşık üretim süreçlerine referans vermektedir. Bu süreçlerin bir bütün olarak ele alınması ve her bir alt alanda iyileştirmeler yapılması öncelikli olarak bu konuda geliştirilen toplumsal duyarlılığın ve eleştirel kültürün afet dönemleri ile sınırlı olmaksızın süreklilik kazanması ile olanaklı olacaktır.

  1. Bilgin, İhsan, 1999, “Bedelsiz Modernleşme”, Mimarlık, sayı 288, s:26-27.