Bir Balkan Gezisinden İzlenimler 1
Vedat Tokyay, Mimar
Nisan başında, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Kosova’yı kapsayan bir geziye katıldım. Karadağ hariç tüm bu ülkeler 20. yüzyıl başına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğindeydi. Mimarlıkta ikili yapı hakimdi. Bir tarafta manastırlar, diğer tarafta ise camiler ve sivil mimarlık örnekleri. Açıkçası, iktidarı temsil eden kamusal yapılarda (kiliseler, camiler) mimari açıdan ayrışma görülürken sivil yaşamın mimarisinde ise oldukça ortak bir dilin kullanıldığını anladım. Osmanlı Mimarlık geleneği Hristiyan toplulukların sivil mimari yapılarında da egemenliğini sürdürmüştü. Önce, ayrışmalardan başlayalım: 893 yılında yapılan ve Makedonya’nın Ohri Gölü’nün kıyısındaki Aziz Naum Manastırı Kilisesi ile yine Makedonya’nın Kalkandelen kentinde yer alan (1438) Alaca Cami’yi kıyaslayarak irdeleyelim.
Alaca Cami, son cemaat yerinde kolonadlı bir yarı açık mekana sahip olup dikdörtgen formdadır. Her cephesinde sekiz adet dikdörtgen penceresi bulunan bir Bektaşi camisidir. Genellikle camiler Sultan, Sadrazam veya Paşa’nın mali desteği ile yapıldıkları için iktidarı temsil ederlerdi. Buradaki cami ise, Kalkandelenli iki kız kardeşin mali desteği ve dönemin ünlü mimarlarından İshak Bey’in tasarımıyla yapılmıştı. Dolayısıyla, ortaya iktidardan uzak, sivil karakterde bir dinsel mekan çıkmıştı. Yapıya sivil karakterini sağlayan, geleneksel bir camiden çok süslü bir konuta benzemesi, iç ve dış kabuğun tümüyle resimlerle kaplanmış olmasıydı. Duvarında ve tavanında genel olarak el yazmaları, geometrik nakışlar, çiçekler ve evlerin ve camilerin yer aldığı kent manzaraları yer almaktadır. İç mekan, duvarları çevreleyen otuz iki revzenli pencere ile pırıl pırıl aydınlanmıştı. Acaba, bu resimlerin üretilmesinde Aziz Naum Kilisesi’nin tüm iç duvarlarının fresklerle kaplanmış olması mı etken olmuştu? Çünkü, Alaca Cami bir 15. yüzyıl Bektaşi camisi olup figüratif duvar resimleri içeren nadir Osmanlı camilerindendir (Resim 1, 2).

Resim 1. Alaca Cami.

Resim 2. Alaca Cami.
Şimdi, Aziz Naum Manastırı’na ait kiliseyi inceleyelim. Kilise, bir dizi farklı yüksekliklerdeki kitlelerin birliğinden oluşan, ana gövdesinin taş, kulelerin tuğla olduğu, kulelerin dışında hiçbir duvarda pencere olmayan tipik bir Ortodoks kilisesidir. Yapı, Ohri Gölü’nün hemen kıyısında ve ormanlık alanda olup dönemin misyonerlerinden olan Aziz Naum tarafından kurulmuştur. Alaca Cami gibi dış duvarında resim yoktur. Ancak içi zeminden kubbenin en yüksek noktasına kadar havarilerin ve dinsel mitolojinin freskleriyle kaplanmıştır. Ancak mekana akan günışığı bu freskleri aydınlatacak güçte değildir. Tek ışık kaynağı olan kubbenin pencereleri de çok yetersizdir. Açıkçası, 356 yıl önce yapılmış Ayasofya’nın fresklerini aydınlatan günışığı burada yoktur. İç mekanı tanımlayan karanlık ve loş ortam tüm kiliseye damgasını vurmuştur (Resim 3).

Resim 3. Aziz Naum Manastırı Kilisesi.
Beni en çok etkileyen kent Arnavutluk’a ait Berat kenti idi.1455 yılında bir Osmanlı kenti olan Berat, sanat ve ticaretin oldukça geliştiği zengin bir kent idi. Belki de zenginliğini, 18. yüzyıla kadar özel bir statüye sahip olmasına, düşman hücumlarına karşı bölgeyi koruma hizmetine karşı, vergilerden muaf tutulmalarını sağlayan Fatih’in verdiği bir fermana borçludur. Evliya Çelebi, şehrin onu Hristiyanlara, biri Yahudilere, on dokuzu Müslümanlara ait otuz mahalleye ayrıldığını söyler. Bu haliyle, Safranbolu’ya çok benzer. Safranbolu’da da Hristiyanlar ve Müslümanlar birlikte ve barış içinde yaşayıp ticaret yaparlardı. Kale içinde ve nehir yamacında evleri, kiliseleri ve camileri, çarşı ve hamamları vardır. Bizim gezide gördüğümüz Berat, kiliselerin dışında tam bir Osmanlı mimarisini, daha da çok Safranbolu civarında tipikleşen geleneksel sivil mimariyi temsil ediyordu. 2008 yılında Unesco’nun Tarihi Miras Listesi’ne dahil edilmiştir. Zeminler ahır veya işlik olarak kullanılır; az penceresi ve Osmanlı işi küçük taşlardan yapılan bir duvar örgüsü vardır. Duvarda esnekliği sağlamak üzere ahşap yatay hatıllar bulunmaktadır. Üst katları ise ahşap bağdadi duvar ve ahşap dikmelerden oluşur. ½ oranındaki bol pencereli bağdadi duvar sıvalı ve beyaz boyalıdır. Çıkmalarını taşıyan eliböğründeler vardır. Ancak bu çıkmalar, Safranbolu’nun tersine bağdadi tekniğiyle bir eğik duvar parçasına dönüşerek özgün bir detay üretmiştir. Büyük konaklarda, dikdörtgen olan pencereler, orta cumbaya gelindiğinde üstü kemerli bir dikdörtgen pencereye dönüşür. Aynı detayı Safranbolu evlerinde de görürüz. Alaca Cami’ye benzer duvar resimleriyle ünlü Bekarlar Cami de Mangalem semtinde yer almaktadır. Şehrin iki yakasındaki tepelere konuşlanmış hepsi beyaz badanalı iki katlı tarihi evler, kot farkını kullanarak birbirlerinin güneşini, rüzgarını ve manzarasını asla kapatmayacak biçimde yapılaşmıştır. Aynı Safranbolu, Şirince veya Mardin siluetleri gibi… Berat kenti, güneş ışığı ve manzaradan azami yararlanmak üzere bol pencereli evlerden oluşmuş ve silüetindeki bu özgün güzellikten dolayı “bin pencereli şehir” olarak anılmıştır (Resim 4, 5, 6).

Resim 4. Bekarlar Cami.

Resim 5. Berat kaleiçinde bir konak.

Resim 6. Berat kentinin kuşbakışı görüntüsü.
Buraya kadar tamam. Mimari tarz ile sosyal yaşam ve kültür arasındaki geçişkenlikleri biliyoruz. Peki, Bigorski Manastırı yapılarının Osmanlı mimarlığını temsil etmelerini nasıl açıklarız? 1020 yılında, Kuzey Makedonya’da yapıldığı bilinen manastır, 16. yüzyılda Osmanlı döneminde bakımsız kalmış ve harabe haline gelmiştir. 1743 yılında bir keşiş tarafından restore edilmiş ve keşişlerin kalması için belli odalar ve işlikler inşa edilmiştir. İşte, 1020 yılında yapılan tümüyle taş duvarlı ve çatısı taş kaplamalı yapıların aksine, 1743 yılında (Osmanlı egemenliğinde) yapılan ek binaların tümünde Osmanlı mimarisi egemendir. Zemin katlar, az pencereli taş duvarlıdır. Üst katların ilki zeminle bir, ikincisi ise çıkmalı, her iki üst kat duvarları bol pencereli, beyaz boyalı, bağdadi üzeri sıvalı ve ahşap iskeletli, kırma çatı ise kiremittir. Üzerine üstelik, tüm çıkmalar, ahşap eli böğründeler ile taşınmaktadır. Avlunun ortasında da Osmanlı şadırvanına benzer bir su yapısı bulunmaktadır. Sanki buradaki geçişkenlik, İshak Paşa’nın Aziz Naum Kilisesi’nden öğrendikleri gibi, 1743 yılındaki restorasyonu yapanların da o dönemde çevre kentlerde süregiden Osmanlı mimarlığından etkilenmelerine benzemektedir. Çünkü restorasyonu yapan yapı ustaları, taş duvar, ahşap yapı, payanda gibi detayları, 300 yıldan beri egemen olan Osmanlı mimari örneklerinden almışlardı (Resim 7).

Resim 7. Bigorski Manastırı.
Peki, bu Tito rejiminin (1945-1980) siyasi görüşünü yansıtan kentler ve mimarisi nasıl gelişmişti? SSCB gibi mimarlıkta neoklasizmi değil modernizmi seçmişlerdi. Ayrıca, 2. Dünya Savaşı’nın ertesinde, Nazilere karşı bir dizi kayıp vermiş olan bu ülke, Spomenik döneminde, direnişin yer aldığı bölgelerde ürettiği çağdaş heykellerle ülkesinin ne kadar büyük sanatçıları olduğunu da gösterdi. Özellikle, Bogdan Bogdanoviç’in modern partizan anıtları ile (Resim 8) Vjenceslav Richter’in 1958 Expo için Yugoslavya Pavyonu (Resim 9) ve Ivan Štraus’un Havacılık müzesi, mimarların modern sanat ve mimarlık yolunda ilerlediğini gösteriyordu.

Resim 8. Spomenik heykeli, Mimar Bogdan Bogdanoviç.

Resim 9. Yugoslavya EXPO 1958 Pavyonu, Vjenceslav Richter.
Peki, gezide gördüğümüz Üsküp, neden bir 19. yüzyıl kentine benziyordu? Çünkü Üsküp 2014 projesindeki heykellerin hepsi figüratif ve demode eserlerdi. Ayrıca, ırmak boyunca, 2014 yılında üretilmiş neoklasik yapılar yer alıyordu. Demek ki yaratmaya çalıştıkları kent ideali, yarım yüzyıl önce Stalin’in uyguladığı neoklasizmdi (Resim 10).

Resim 10. Üsküp Arkeoloji Müzesi.

Resim 11. Tiran Dikey Ormanı, Stefano Boeri.

Resim 12. Skanderbeg Gökdeleni.
Peki, gezide gördüğümüz Tiran, yeni ürettiği gökdelenleriyle kenti ve mimarlığı geliştiriyor mu? Stefano Boeri’nin yaptığı Tiran Dikey Ormanı (Resim 11), mimarlık ve sürdürülebilirlik açılarından yetkin bir eser olarak görünüyor. Aynı yargıyı, kentin merkezinde kurulu MVRDV’nin Skanderbeg Gökdeleni için yapabilmem çok zor. Bu yapı, Arnavutların ulusal kahramanı İskender Bey’in fiziksel şeklini temsil ediyor. Bir mimari yapı, nasıl olur da, bir insanın fiziksel şekline bürünür? Yanıt açık: Neoliberalizmin yapamayacağı yoktur (Resim 12).


