Biçim Hatayı mı İzler?
Yasemin Aysan, Dr.
Bir afet uzmanı “afetleri adeta bir doktorun neşteri gibi bünyedeki sorunları ortaya çıkarır” demişti. Gerçekten de her afet öncesi ya da sonrası konulan “tanıları” ortaya koysa da tavsiyeleri uygulama, hele yaşam tarzı haline getirip sürdürebilmede başarılı olduğumuz söylenemez. Sonuçta her afetten sonra yeniden ve çoğu kez de aynı hataları, başarısızlıkları, eksiklikleri gidermek için çözüm üretiyoruz. Yine afet konusunda uzun yıllar birlikte çalıştığım bir mimar, konuyu mimarlara hitap edecek şekilde mimar Luis Sullivan tarafından 20. yüzyıl mimarlık ve tasarımına damga vuran “Biçim işlevi izler.” (Form follow function.) sloganından esinlenerek “Biçim hatayı/başarısızlığı izler” i (Form follows failure.) önermişti. Bu anlamda ne yazık ki ancak bir afet şehrin yeni yapı ve kentsel tasarım standartlarına uygun olarak yeniden biçimlendirilmesine fırsat sağlıyor.
Yapı ölçeğinde, deprem sonrası defalarca müdahale edilen Ayasofya’nın Bizans döneminde harcının sismik risklere, kubbe tuğlalarının yangına dayanıklı bir malzemeden yapıldığı araştırmalarla tespit edilmiştir (Atina Teknik, Princeton ve Bogaziçi Universiteleri). Kubbenin depremler sonrası yıkılan kısımlarının defalarca tamir edildiği, Justinianos zamanında 558’deki bir sarsıntı sonrası hafifletilip kubbenin yükseltildiği ve şimdiki şeklinin verildiği tarihi kaynaklarda kayıtlıdır. Osmanlı döneminde, II. Selim zamanında yaşanan depremler nedeniyle zayıflayan Ayasofya Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla takviye edilerek güçlendirilmiş, Sultan Abdülmecit’in emriyle bu kez de Mimar Fossati kardeşler tarafından yapılan restorasyonda kubbe, tonoz ve sütunlar da sağlamlaştırılmıştır. Bugünkü Ayasofya bir ölçüde depremler sonrası ortaya çıkan sorunlara çözüm yoluyla da şekillenmiştir. Ayasofya’nın Dünya Mirası olduğu ve kültürel sembolik önemi düşünüldüğünde 1000 yıldan uzun süredir devam eden deprem risklerine adaptasyonunun önemi ortadadır.
Kent ölçeğinde afet risklerini azaltmaya yönelik biçimlendirme fırsatlarından birisi de 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla birlikte uygulamaya sokulan büyük modernleşme ve şehir planlama projeleriyle İstanbul’un dönüştürülmeye başlanmasıdır. Bu proje kapsamında geleneksel ahşap mimariden taş, tuğla ve kireçli harçtan oluşan kagir yapıya geçiş önemli bir değişikliktir. Duvar malzemeleri pahalı olsa da şehirde sık rastlanan yangınların yıkımını azaltmaya dönük bu değişim zaman içinde yaygınlaştı. Ancak, kagir binalar ahşap ve kireç sıvalı yapılara kıyasla yangına daha dayanıklı olsa da depreme karşı ahşaptan daha riskliydi. Bir riski azaltma fırsatı bazen başka afet riskine yol açabiliyor. 20. yüzyıl ortalarına kadar yaygın yapı teknolojisi olarak kullanılan kagir bugün bazı bölgelerde hala İstanbul’un depreme riskli yapı stoğunun büyük bir kısmını oluşturuyor. Kagirin kolay kırılganlığına karşın yerini alan betonarme karkas yapı tekniğinin getirdiği fırsatlar ve riskler ise ortadadır.
Neredeyse 200 yıl önce yine bir yangın, 1666 Büyük Londra Yangını, Christopher Wren tarafından hazırlanan ilk Yangın Yönetmeliğiyle yapı ve kentsel tasarım standartlarını belirlemiş, yapılarda radikal değişikliklere neden olmuştu. Büyük Yangın’dan önce, Londra şehri, ahşap binaların daracık sokaklarda üst üste yığıldığı sık sık yangınlarla tahrip olduğu bir şehirken Büyük Yangın’dan sonra Kral II. Charles, mimarları ve yapı denetleyicilerini “…hiç kimse, büyük veya küçük, tuğla veya taş dışında bir ev veya bina inşa etmeye kalkışamaz.” talimatına uygun yeniden inşa projeleri hazırlamaya çağırdı. Londra’da afetten tahrip olan yapılar bu prensiplerle inşa edildi. Beş değişik yeniden inşa planı hazırlandı. Genelde orta çağdan kalma dar sokakların yerini meydanlar ve geniş bulvarlar önerilse de Wren’in planındaki fikirlerinin çoğu da dahil olmak üzere öneriler gerçekleşmedi. Radikal, yeni bir kentsel planlama seçenekleri yüksek maliyeti ve o bölgedeki karmaşık arazi mülkiyeti, özellikle de büyük arazi sahipleri nedeniyle gerçekleşemedi. Binalar, çoğunlukla orijinal arsalarına göre, yeniden taş ve tuğladan, ama tümüyle yeni Yangın Yönetmeliği’ne göre inşa edildi. Geçen 360 yılda yangına karşı standartlar son derece sıkı uygulanıp periodik olarak kontrol edilen yenilenen bir yönetmelik olarak sürekliliğini koruyor.
Bunun yakın örneği 2017’de Londra’daki 24 katlı Greenfell Tower Binası’nda elektrik arızasından çıkan ve ülkede II. Dünya Savaşı’ndan beri yangından en çok insanın öldüğü afet. Afetten hemen sonra başlayan detaylı bir soruşturma sonucunda binanın yalıtım ve görünüşünü iyileştirmek için sonradan yapılan kaplama ve dış yalıtımın yönetmeliğe uygun olmaması nedeniyle yayıldığı tespit edildi. Yangının ardından, çok sayıda üst düzey görevli ve sorumlu istifa etti. Birleşik Krallık’ta ve diğer bazı ülkelerde yerel yönetimler, benzer kaplamaya sahip olanları bulmak için diğer yüksek binaları araştırdı. Bu binaların kaplamalarının yenilenmesi için çalışmalar devam etmektedir. 350 yıl önce Büyük Londra yangınıyla başlayan yönetmeliğin bugün hala güncellenerek aynı ciddiyetle devam etmesi başka örnekler için umut verici olmaktadır.
Büyük yangınlar sonrası geçmişte yapıların ve kentlerin yepyeni prensipler üzerine inşa edildiği pek çok örnek var. Örneğin 1871’deki Büyük Şikago Yangını sonrası şehrin devasa genişlemesinin ve yeni bir mimari tarzın -Chicago Okulu’nun- gelişmesinin yolunu açtı. Bugün kent, mimarlık tarihinde yangın sonrası geliştirdikleri inşa tarzıyla tanınıyor.
Londra’dan 100 yıl sonra 1755’de Lizbon aynı anda deprem, tsunami ve yangınla tarihin en karmaşık afetlerinden birisini yaşadı. Afet sonrası planlama süreci kral tarafından atanan ve süreci yeni bir düzen için fırsat olarak gören Markiz Pombal tarafından yönetildi. Lizbon’un yeni planı, şehir planlama tarihçilerince değişimi yansıtması için geçmiş değerleri ve biçimleri reddeden, yeni değerleri yansıtan, tepeden inme bir süreci yansıtır. Lizbon artık 18. yüzyıl değişen Avrupa değerlerine göre Kral’ın, kardinal ve soyluların değil halk hükümetinin, güçlenen tüccarın ve orta sınıfın şehri olacaktır. Şehir bu prensipler ışığında büyük ölçüde otokratik bir lider, Markiz Pompal, ve savunma yapıları ve kolonilerde yeni kentler inşa eden tecrübeli askeri mühendisler tarafından tasarlandı. Seçilen Do Santos planı, afet öncesi kentin gücü temsil eden en önemli yapılarının yer aldığı Baixia’ya Londra gibi yeniden planlama örneklerine dayanan yeni bir ızgara plan düzeni getirdi. Eski önemli yapılar kentin hafızasını korumak için onarıldı, ana meydanlar korundu ancak yeni yapıların sokak seviyesi ticari aktivitelere, üst katlar birden fazla aileye göre tasarlandı.
Yapısal düzeyde, afet sonrası yapılan gözlemler sonucu sıvılaşma oluşan nehir kenarındaki alanlar toprağa çakılan ahşap yığınlar ve kazıklarla stabilize edilip üzerine yeni alçak katlı binalar inşa edildi. Yığma yapılar yangında ahşaba kıyasla daha dayanıklı ama depreme karşı kırılgan olduğundan yeni binaların yapılarına sismik risklere karşı ahşap çerçeveler entegre edildi. Yeni caddeler, her iki taraftaki binalar yıkılsa bile aralarında geçilebilecek şekilde geniş yapıldı. Molozlar Baixia’nın denize açılan kısmına doldurulup stabilize edilerek tsunami dalgalarına karşı 1.20 metre yükseltildi. Lizbon, karma kullanımlı, az katlı, yapısal olarak sağlam ve yangına dayanıklı zamanına göre modern bir model sundu.
Afetlerin ortaya çıkardığı sorunlar her zaman tek bir plan ya da modelle çözülemiyor. Örneğin topraklarının büyük kısmı su seviyesinin altında olan, dört nehrin geçtiği Hollanda coğrafi koşulları ve su baskınının doğası gereği afet, tarım, yaşam dengesini gözeten, evrimsel ve kademeli bir strateji uygulamakta. Doğal kum tepeleri ve inşa edilmiş bentler, barajlar ve bent kapakları denizden gelen fırtına dalgalarına karşı korunma sağlarken nehir bentleri, büyük nehirlerden ülkeye akan suların taşmasını önler, karmaşık bir drenaj, kanal ve pompa sistemi alçak kısımları yerleşim ve tarım için kuru tutar. Böyle bir sistem ancak büyük ölçüde “yerinden”, yerel Su Kontrol Kurulları’nca yönetilebilir. İklim değişikliğinin getirdiği ek riskler nehirlere daha fazla taşkın alanları sağlayarak taşkın yüksekliğini azaltmayı amaçlarken aynı zamanda daha çevreci ilave çalışmalar yürütülmektedir. 21. yüzyıldaki küresel ısınma, deniz seviyesinin yükselmesine neden olabilir ve bu da Hollanda’nın selleri kontrol altına almak için aldığı önlemleri yetersiz kılabilir. Değişimlere uyum sağlayabilen, evrimsel bir afet riskinin azaltılması stratejisinin su baskının doğasına ve koşullara en uygunu olduğuna şüphe yok.
Bangladesh afetler açısından Hollandayla benzer bir sorunu paylaşmakla birlikte en az gelişmiş ülkeler kategorisinde olması nedeniyle büyük yatırım gerektiren önlemleri ülke ölçeğinde alması ve sürdürebilmesi çok zordur. Dış yardımla zaman zaman kritik teknolojik çözümler yapılsa da büyük bir su baskınında topraklarının %75 i su altında kalan 170 milyon insanın afet risklerini azaltma stratejisi büyük ölçüde yerel düzeyde kendi çözümlerini üretmek ve afetle yaşamak olmak zorundadır. Geçmişte yabancı ülkelerin nehirleri kontrol etme önerilerinin sadece çok pahalı olması dışında kırsal Bangladeş’in tarıma dayalı ekonomisinin özellikle pirincin suya bağlı üretimi olması nedeniylede kabul görmedi. Kısacası az su baskını iyidir yeter ki yıkıp geçmesin. Lokal düzeyde en yaygın çözüm ise evlerini su baskını seviyesinin üstünde topraktan bir platformun üstüne genellikle lokal malzemeyle inşa etmektir. Yardım kuruluşları afet sonrası beton platform inşası ve ahşap az bulunduğundan strüktürü çatmak için ahşap yardımı sağlar. Bangladeş’in etkili ve yerel düzeyde yönetilen kasırga ve su baskını erken uyarı sistemi vardır. Uyarıda bölgede yapılmış olan toplu barınaklara sığınılabilir. Bu barınaklar konusunda olumlu-olumsuz ciltler dolusu çalışma yapılmıştır. Afetle yaşamak pek çok afete sık maruz az gelişmiş ülkede en temel stratejidir.
Merkeziyetçi yaklaşımların yanı sıra yerel çözümler, yeniden inşa sürecinde bitmiş evler yerine finans sistemi ve inşa sürecine entegre edilmiş yapının riskleri konusunda eğitim ve kontrol mekanizmasıyla “sağlam” ev yapma sürecini yerelde desteklemek yardım kuruluşları ve Dünya Bankası önderliğinde son 20 yılda pek çok ülkede örneğin tsunamiden sonra Sri Lanka’da başarılı sonuçlar elde etti. En azından ilçe ölçeğinde küçük yapılarda düşünülebilecek bir yeniden inşa seçeneği olabilir.
Yeni Zelanda Christ Church’de 2011’de olan deprem sonrasında bir bölgede Belediye Meclisi tarafından yürütülen “Bir Fikir Paylaşın” projesi insanların şehirlerini nasıl hayal ettikleri hakkında fikir sunmaları için bir fırsat yarattı. 10.000’den fazla kişi, konseyin taslak merkezi şehir planını etkilemek için kullandığı 100.000’den fazla fikirle katkıda bulundu, gelecek için somut öneriler ürettildi.2011’in sonlarında, merkezi hükümet topluluk tarafından oluşturulan planı reddetti. Yerelden ve gelecekteki kullanıcılardan katkı ve görüş istemeden bir plan oluşturuldu.
Londra yangını, Lizbon depremi, veya daha yakın zamanda Kyoto depreminde uygulanan yukarıdan aşağıya süreç ve Katrina Kasırgası, kısa süreli de olsa Christ Church depreminden sonra izlenen aşağıdan yukarıya süreç, Sri Lanka’da tsunami sonrası izlenen yaklaşım doğal afetlere yönelik yeniden inşa stratejilerinin her iki ucunda yer almakta. Büyük afetlerde uç noktalar arasında bir denge, sosyo-kültürel ve ekonomik bağlama ve yürürlükte olan yönetişim sistemlerine bağlı olarak daha kapsayıcı ve verimli bir yaklaşım olabilir. “Biçim hatayı izler” e geri dönersek. geçmişin hatalarından yepyeni stratejiler neden çıkmasın?