Antroposende Mimarlık ve Kentte İklimsel Adalet

Uygarlığımızın her geçen gün daha şiddetli sonuçlarıyla başa çıkmaya çalıştığı iklim değişikliğinin kent ve mimarlık ile yakın bir ilişkisi bulunuyor. Karşı karşıya olduğumuz sorunlarla başa çıkma güçlerimizdeki adaletsizlikleri derinleştirecek mekanlar kurabileceğimiz gibi var olan adaletsizlikleri iyileştirecek alanlar, farklı yaşama biçimlerini mümkün kılacak mekanlar üzerine de çalışabiliriz. Bu sayımızın İklimsel adalet konusu etrafında şekillenen Dosya sayfalarında, mimarlara ve akademisyenlere bugün içerisinde bulunduğumuz krizde öncelikli olarak nasıl önlemler alınabileceğini, yapma ve düşünme biçimlerimizin nasıl değiştirilebileceğini, mimarlık eğitiminin ne gibi dönüşümlerle bu konuda daha bilinçli tasarımcılar yetiştirebileceğini sorduk.

Hazırlayan: Ebru Şevli, Mimar

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini arkamızda bırakırken gezegenimizin tamamını ilgilendiren ve büyük tehlike içeren bir sorunla karşı karşıyayız: İklim krizi. Toplumun tamamını ilgilendirmesine karşın; bu sorunun ortaya çıkışındaki sorumluluk ve sonucundaki etkiye maruz kalma miktarlarımız, aldığımız hasarlar eşit değil. Enerji kaynaklarına, temiz havaya ve suya, kısaca sağlıklı çevreye erişimimiz de adil değil. İklimsel adalet adını alan hareket; insanların ırk, dil, cinsiyet, engel, gelir farklılığından bağımsız olarak çevre ve insan sağlığını etkileyen olumsuz koşullara karşı eşit koruma altında olması; sağlıklı, sürdürülebilir ve dirençli koşullarda yaşama, çalışma ve vakit geçirme hakkına sahip olması gerektiğini savunuyor.
Toplumun enerji ve kaynak tükeminden en çok yararlanan bölümü, küresel ısınmanın ve çevresel sorunların etkilerine en az maruz kalan kesimini oluşturuyor. Aynı şekilde, bugün daha iyi koşullarda yaşamalarına karşın, kriz durumlarında da sınırlı kaynaklara en hızlı ve öncelikli erişime sahip oluyorlar. Bu sırada içerisinde bulunduğumuz iklim krizinin ortaya çıkmasında ve hızlanmasında en az sorumluluğa sahip gruplar ve insan dışındaki türler, bu sorundan daha erken ve daha şiddetli etkilenirken, kaynaklara ve çözümlere de daha geç ve sınırlı şekilde ulaşabiliyorlar. Küresel ölçekte örnek verecek olursak; ortalama bir Amerikalı, ortalama bir Afrikalıya kıyasla çok daha fazla enerji tüketir. Ne var ki küresel ısınmanın sonuçları ekvatora yakın ülkelerde, yani sera gazı emisyonlarına en az katkısı olan ülkelerde çok daha feci olacak. Çöküşün zamansallığı ve coğrafyası sırasıyla ne doğrusal ne de homojen olacak (1). Bu durumu anlamak için küresel örnekler daha net bir örnek ortaya koysa da, iklimsel adaletsizlik tek bir kentin içerisinde de gözlemlenebilir boyutlara ulaşıyor.

Alfred Lotka ve Vito Volterra tarafından geliştirilen ve ekolojide yırtıcı hayvanlar ile av popülasyonları arasındaki etkileşimleri tanımlamak için sıklıkla kullanılan bir denklem sistemine dayanan HANDY modeli; yırtıcıların insan, avın ise insan çevresi olarak ele alındığı üç tür senaryo inceliyor. Bu senaryolara toplum içerisindeki eşitsizlikler de dahil edildiğinde diğer parametreler sabit kalmasına rağmen felaketlere daha hızlı ulaşıldığı görülüyor. Sert bir toplumsal tabakalaşmanın uygarlığın çöküşünden kaçınmayı zorlaştırdığı, bu sonuçtan kaçınma yolunda toplum içerisindeki eşitsizlikleri azaltmanın büyük rol oynadığı sonucuna varılıyor (2). Dolayısıyla, bugün karşı karşıya olduğumuz çöküşlerin bir yerinde sabitlenmemizi mümkün kılacak, bulunduğumuz duruma adaptasyon becerilerimizi artıracak kent planlamaları ve mimari tasarımların sosyal eşitsizlikler boyutunu göz ardı etmesi büyük bir tehlike içeriyor.

Dünyayı ve doğayı sonsuza kadar tükenmeyecek bir kaynak olarak gören, bu yolda hem toplumun kırılgan gruplarını hem de insan dışındaki türleri adaletsiz çevresel koşullarla karşı karşıya bırakan bakış hakim olduğu müddetçe içerisinde bulunduğumuz sorun şiddetini artıracak, yaşanmaz kentler, barınılmaz çevreler ortaya çıkmaya devam edecek. Yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında neredeyse hiçbir ciddi tartışma yaratmayan küresel felaketlere karşı hem birey hem tasarımcılar olarak kayıtsızlığımızı koruduğumuz müddetçe, bu felaketler her geçtiğimiz gün gerek ekonomik gerek ekolojik gerekse toplum sağlığı açısından hayatımızı tehdit etmeye devam edecek.

İnsanlığın doğadan üstün, onu kontrol edebilir ve onu kaynak olarak kullanabilir bir tür olarak algılayan bakışın; kendisini doğaya içkin, onun bir parçası, onu koruyan ve ondan öğrenen, onunla birlikte var olabilen bir konuma getiren bakışla değişmesi önem taşıyor. İçinde yaşadığımız gezegene karşı sahip olduğumuz üstüncül tavrın, kendi türümüz içerisinde de daha kırılgan olana karşı değişmediği görülüyor. Irk, cinsiyet ve ekonomik gelir farklılıkları, toplumun bazı kesimlerini iklim değişikliklerinin ezici koşullarına karşı hem daha dayanıksız hale getiriyor, hem de o kırılganlığı derinleştiren etkilere diğer kesimlerden daha çok maruz bırakıyor. Adil kentlerin ve adil mekanların, çevresel sorunlara karşı dirençliliğimizi de sağlaması, barınacak sağlıklı konutlar ve erişilebilir sağlıklı kentsel alanlar barındırması gerekiyor. Mimarlar ve kent plancıları, iklim değişikliğini hem hafifleten hem de iklim değişikliğine adil bir şekilde uyum sağlayan şehirler ve altyapılar tasarlayarak iklimsel adaletin sağlanmasına destek olabilir. Gezegenimizi tehdit eden bu felaketler karşısında mimarlar, planlama ve tasarım alanında çalışan profesyoneller, ortak bir anlatı etrafında şekillenen, sağlam ve canlı bir yerel toplumsal dokunun inşasına katkı sağlayarak direncimizi artırmaya yardımcı olabilirler. Birey merkezli ve materyalist toplumumuzun son birkaç on yılda kasıtlı ve planlı şekilde parçaladığı birlikte yaşama becerilerini oluşturacağı mekanlar üzerine düşünmeye ve üretmeye başlayabilirler (3).

Yalnızca yapıların değil, tüm çevresel etkileriyle birlikte alternatif barınma biçimlerinin tasarlanması kentler için önem taşıyor. Mimarların ve kent plancılarının, Antroposen çağın yapma biçimlerini değiştirmek kadar, var olan sorunlara toplumun farklı kesimlerinin kent içerisinde nasıl ve ne kadar maruz kalacağını değerlendirmeleri de çözümün bir parçasını oluşturuyor. Kentlerin yalnızca ayrıcalıklı bir kesim için değil, tüm kentliler için, kentte barınan tüm türler için yaşanabilir kılınması gerekiyor. İklim krizinin, adalet gibi sosyal kavramlarla birlikte ele alınması ve herkes için adil bir çevre yaratmayı hedefleyerek çözülmesi büyük önem barındırıyor. Çok boyutlu bir konu olan iklimsel adalet, mimarların ve kent plancılarının tek başlarına karar almadan, multidisipliner ekipler içerisinde kentleri dönüştürmelerini, politik ve ekonomik karar alıcılarla iş birliği içinde hareket etmesini gerekli kılıyor. 495 Ocak-Şubat 2025 sayımızın dosya sayfalarında, mimarlara ve akademisyenlere; mimarların ve kent plancılarının bugün içerisinde bulunduğumuz krizde öncelikli olarak nasıl önlemler alabileceğini, yapma ve düşünme biçimlerini nasıl değiştirebileceğini, mimarlık eğitiminin ne gibi dönüşümlerle bu konuda daha bilinçli tasarımcılar yetiştirebileceğini sorduk.

Kaynaklar
1. Servigne P., Stevens R., Her Şey Nasıl Çökebilir?, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 21. Yüzyıl Kitaplığı, 2023.

2. a.g.e

3. a.g.e

“Mekanın üretimi, kendi tanımlı koşulları ve özneleri olan ikinci bir çevre yaratmak anlamına gelir. Bu süreç, mevcut ekosistemleri kendi işleyişi açısından manipüle etmeyi içerir ve bu nedenle iklim adaleti yalnızca insanlar için değil, doğadaki tüm varlıklar için adaleti savunmayı gerektirir…”

Emre Demirtaş, Dr.
Sakarya Üniversitesi


İklim Adaleti: Mekan, İnsan ve Ötesi 

İklim adaleti, iklim değişikliğinin yoksul nüfuslar ile doğal varlıklar üzerindeki orantısız etkisine karşı adil ve kapsayıcı çözümlere olan ihtiyacı ortaya koyar. Bu yaklaşım, iklim değişikliğinden en az sorumlu olan kesimlerin iklim değişikliğinin etkilerinin en ağır yükünü taşıdığını vurgular (1), (2). Literatürde “sosyal eşitlik” ve “çevresel adalet” kavramlarıyla kesişen iklim adaleti, “yaşam hakkı”, “prosedürel adalet”, “ekolojik adalet”, “ekolojik borç”, “termal konfor”, “nesiller arası eşitlik”, “katılım hakkı”, “sürdürülebilir ve temiz çevre hakkı” gibi hayati hakları kapsar.

Mimarlık ve şehir planlama disiplinlerine bu perspektiften bakmak derin etik ve ekolojik sonuçları olan hak temelli bir yaklaşımı zorunlu kılar. Böyle bir bakış açısı odağımızı iki bakımdan genişletir. Birincisi, mimarlığın çoğu zaman göz ardı edilen sosyoekonomik etkilerini görünür kılar. Olağanüstü olandan ziyade gündelik ve alelade olanın, sermaye mekanlarından ziyade halkın mekanlarının, lüks rezidanslardan ziyade yoksul meskenlerin ve sosyal konutların gerçeklerinin daha yakından incelenmesi çağrısında bulunur. 

İkincisi, insan merkezli yaklaşımları aşarak insan olmayan varlıkların ve doğal ekosistemlerin mekansal üretim süreçlerindeki yerini sorgular. Yapılı çevrelerimiz doğal dünyayı sürekli olarak yeniden şekillendirdiğinden, mekan üretimi bu süreçte ana operasyonlardan biridir. Nihayetinde mimarlık doğa içinde ikinci bir doğa, başka bir ifadeyle, ikinci bir iklim yaratma pratiğidir. Zira mekanın üretimi, kendi tanımlı koşulları ve özneleri olan ikinci bir çevre yaratmak anlamına gelir. Bu süreç, mevcut ekosistemleri kendi işleyişi açısından manipüle etmeyi içerir ve bu nedenle iklim adaleti yalnızca insanlar için değil, doğadaki tüm varlıklar için adaleti savunmayı gerektirir. Dolayısıyla iklim adaleti çağrısı mimarlığın teknik ve estetik boyutlarının yanı sıra etik, ekolojik, ekonomik ve politik sonuçlarının da tüm varlıklar üzerindeki derin etkilerini tartışmaya yönelik bir çağrıdır. 

İnsan ve insan olmayan varlıklar üzerindeki iklim kaynaklı adaletsizlikler, kapitalizmin doğa ile kurduğu yeniden üretim ilişkisi ile doğrudan bağlantılıdır. Latour’un Covid-19 Pandemisi sırasında gerçekleştirdiği bir mülakattaki sözleri bu durumu özetler niteliktedir: “Adaletsizlik sadece ilerlemenin faydalarını yeniden dağıtmakla ilgili değildir; aynı zamanda gezegenden meyve alma tarzımızı da içerir (3).” Gerçekten de mesele hem sınıfsaldır ve kaynakların eşit dağıtımıyla bağlantılıdır hem de kapitalist büyümenin yerküreyle kurduğu yeniden üretim biçimiyle ilişkilidir. Mekanın üretimi, bu sistemlerin içinde çoğu zaman sermaye birikiminin bir aracı olarak yer alır (4), (5). Bu sorgulamaya Central Park örneğiyle başlamak aydınlatıcı olabilir. Manhattan’ın şekillenmesinde kritik bir rol oynayan bu devasa yeşil alan, bir yandan sıfır karbon emisyonu ve sosyal etkileşim için bir vaha olarak görülürken diğer yandan yerli nüfusun yerinden edilmesine neden olan “yeşil soylulaştırma” sürecinin erken bir örneğidir.  Bugün, çevresel iyileştirmelerin emlak değerlerini yükselterek yoksul toplulukları dışladığı benzer dönüşümler, iklim krizinin zaten dezavantajlı olan nüfuslar için yarattığı zorlukları artırmaktadır. Bu senaryo, mimarlık ve şehir planlama aracılığıyla yerinden edilme ve eşitsizlik döngüsünün nasıl sürdürülebileceğini, daha güncel bir ifadeyle “iklim soylulaştırması”nı örneklemektedir (6). 

Resim 1. Jules Guerin tarafından resmedilen New York bölgesi, 1927. 

Resim 1. Jules Guerin tarafından resmedilen New York bölgesi, 1927. 

Tam da bu yüzden mimarlığa salt fiziksel ve işlevsel yönden değil de ekonomi politik bir pencereden bakıldığında aynı zamanda kapitalizmin, emperyalizmin ve sömürgeleştirmenin tarihiyle örülü bir mimarlık tarihi yazmaya başlarız. Elbette bir görüş metni kapsamında bu genişlikte bir çerçeve çizmek olanaklı değildir. O yüzden direksiyonu kendi coğrafyamıza kırarak yakın geçmişimizden bazı mekansal olguları iklim adaleti penceresinden sorunsallaştırarak metni sonlandıracağım.

Türkiye, İstanbul başta olmak üzere neoliberal politikalarla bağlantılı kent suçlarının ve farklı ölçeklerde soylulaştırma pratiklerinin kullanışlı bir etkinlik alanıdır. Önemli bir kısmı iklim adaletiyle ilişkili olan bu uygulamaların çoğunda teknik ve görsel açıdan nitelikli denebilecek mimarlıklardan bahsetmek mümkündür. Örneğin, son dönemde, Nicholas Grimshaw tasarımı Arter ve Renzo Piano’nun İstanbul Modern Sanat Müzesi gibi, iki yeni modern müze, hem mimari nitelikleri hem de kentsel dönüşüm süreçlerindeki rolleri ile dikkat çekiyor. Mimarlığı sadece kendi disiplini içinde değerlendirdiğimizde büyük çoğunluğumuzun öykündüğü mimarların bu yapılarını da övgü dolu sözlerle anmak pekala mümkün. Ancak biliyoruz ki Arter, Dolapdere’nin kültürel soylulaştırılmasının bir uzantısı olarak konumlanıyor; bu süreç, bölgenin sosyoekonomik yapısında köklü değişikliklere yol açarken mahalle sakinlerinin yerinden edilmesi riskini doğuruyor. LEED Gold sertifikalı İstanbul Modern Sanat Müzesi ise, Boğaz kullanımı ve kamusal erişimi hiçe sayan Galataport İstanbul’un kültürel soylulaştırma politikasının bir uzantısı olarak tartışmaya açık bir konumda. Peki, bu bölgeyi mesken tutan tüketim odaklı dev yolcu gemilerinin küresel iklim krizine etkisini yadsımak mümkün mü? Bu yüzden şehirler turizm, lüks tüketim ve hatta kültür sanat odaklı dönüşümler geçirdikçe sormamız gereken ilk soru; “Bu dönüşümlerden kim faydalanıyor ve kimler geride kalıyor?” olmalı!

Resim 2. İstanbul Modern'e bakış (Fotoğraf: Emre Demirtaş).

Resim 2. İstanbul Modern’e bakış (Fotoğraf: Emre Demirtaş).


Resim 3. Arter müzeden mahalleye bakış (Fotoğraf: Emre Demirtaş).

Resim 3. Arter müzeden mahalleye bakış (Fotoğraf: Emre Demirtaş).

Bakışımızı kentlerin cazibeli yüzünden gündelik hayata çevirdiğimizde, tablo daha da çarpıcı hale geliyor. Örneğin, İstanbul’un Esenler, Bağcılar ve Güngören gibi çoğunluğu yoksul nüfusların yaşadığı semtlerin hem iklim hem de deprem açısından en dirençsiz bölgeler olması tesadüfle açıklanabilir mi? Açık alan, yeşil alan ve temiz havaya erişimden yoksun bu topluluklar, aynı zamanda ısı konforu ve enerji erişimi açısından da dezavantajlılar(7). Bu tablo, iklim krizinin sınıf temelli bir mesele olduğunu ve çözümün yalnızca mimari değil, politika temelli müdahaleler gerektirdiğini açıkça ortaya koyuyor. Nitekim, yakın zamanda İzmir’de elektrikli bir ısıtıcının yol açtığı yangında hayatını kaybeden beş çocuğun trajedisi, nitelikli mimarlığın en temel insani ihtiyaçlarla neden buluşamadığını sormamıza yol açmıyor mu? 

Resim 4. Yenibosna, Şirinevler uydu görüntüsü. 

Resim 4. Yenibosna, Şirinevler uydu görüntüsü. 


Resim 5. Şirinevler, Ataköy uydu görüntüsü.

Resim 5. Şirinevler, Ataköy uydu görüntüsü.

Sonuç olarak, iklim adaleti mücadelesi, mimarlığın sınırlarını aşan ve iklim protestolarında duyduğumuz hayati çağrıda özetlenen siyasi dönüşüme odaklanmayı gerektiriyor: “İklimi değil, politikaları değiştirin.” Bu da, rant ve sermaye odaklı üretim ilişkilerine teslim olmak yerine, tüm canlılar için eşitlikçi mekansal pratikleri nasıl oluşturabileceğimiz sorusunu gündeme taşıyor. Kuşkusuz bu hedefe ulaşmak, mimarlık alanının ötesine uzanan kapsamlı bir ekonomi politik dönüşümü zorunlu kılıyor. Bununla birlikte, esas olarak kapitalizmin şiddetlendirdiği bir sorun olan iklim adaletsizliğine karşı meslek alanından bazı mücadeleler vermek de mümkün. En basitinden mesleki söylem ve pratiklerimizi, yetersiz hizmet alan toplulukların ihtiyaçlarıyla ve doğal çevreyle uyumlu hale getirerek iklim adaleti mücadelesine aktif olarak katılabiliriz.

Resim 6. (Fotoğraf: Tania Malrechauffe).

Resim 6. (Fotoğraf: Tania Malrechauffe).

Kaynaklar

  1. Saraswat, C., Kumar, P. (2016). Climate justice in lieu of climate change: a sustainable approach to respond to the climate change injustice and an awakening of the environmental movement. Energy, Ecology and Environment 1, 67–74. 
  2. Retecka, M.A. (2019). Climate Justice: Feasible and Desirable?, Inside Enacting Environmental Justice through Global Citizenship (eds. Nyka, M. and Schneider, E.), Oxford, United Kingdom: Inter-Disciplinary Press, (pp. 59-64).
  3. Latour B. (2020). Imaginer les gestes-barrières contre le retour à la production d’avant-crise,(https://aoc.media/opinion/2020/03/29/imaginer-les-gestes-barrieres-contre-le-retour-a-la-production-davant-crise/), (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2024).
  4.  İklim kriziyle kapitalist kentleşme arasındaki ilişkiye dair etraflıca tartışma için bkz. Sargın, G.A. (2021). Kapitalist Kentleşme ve İklim Krizi bir Sınıf Meselesidir, (https://gasmekan.wordpress.com/2021/10/03/kapitalist-kentlesme-ve-iklim-krizi-bir-sinif-meselesidir/), (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2024). 
  5. İklim krizini, özellikle yapılı çevre ve sanatsal üretimlerle ilişkili olarak etik ve politik merceklerden inceleyen kapsamlı bir tartışma için “İklim Estetiği” adlı kitaba başvurabilirsiniz. Çaylı, E. (2020). İklimin Estetiği: Antroposen Sanatı ve Mimarlığı Üzerine Denemeler, Everest Yayınları, İstanbul.
  6. İklim soylulaştırması çevre dostu projelerin düşük gelirli sakinleri yerlerinden ederek sosyal eşitsizliklerin artmasına neden olduğu süreci ifade eder. Etraflı tartışma için bkz. Keenan J.M., Hill T., Gumber A., (2018). Climate gentrification: From Theory to Empiricism in Miami-Dade County, Florida, Environmental Research Letters 13, 5.; Anguelovski, I, Connolly, J.J., Pearsall, H. Roberts, J.T. (2019). Why green “climate gentrification” threatens poor and vulnerable populations, Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America.
  7. Mekanda Adalet Derneği’nin iklim adaleti bağlamında enerji yoksulluğu ve ev içi ısı konforunu merkeze alarak yürüttükleri sivil toplum araştırma projesini takip etmek için bkz. https://mekandaadalet.org/program/enerji-yoksullugu-ve-ev-ici-isi-konforu/

“Hukuk düzeni, sorunların çözümünde kritik bir rol oynamaktadır. Sağlıklı konutlar ve yaşam alanları oluşturmak, çevreye verilen zararları gidermek, bu süreçlerin finansal kaynaklarını belirlemek ve olası kural ihlallerine karşı yaptırımlar öngörmek, bu alanı düzenleyen hukuk kurallarının temel işlevleri arasında yer almaktadır…”

Hande Gül Tan, Avukat


Yaygın olarak “iklim adaleti” şeklinde kullandığımız kavram, “iklimsel adalet” şeklinde ifade edildiğinde daha anlaşılır olacaktır. Sosyal adalet, çevresel adalet, dağıtıcı adalet gibi tamlayanı sıfat olan benzer kavramlarda söz konusu adaletin/adaletsizliğin neye ilişkin olduğu veya nasıl olduğu ifade edilmektedir. İklim adaleti kavramı ise hakimin adaleti gibi bir isim tamlamasıdır ve kavram bu haliyle adil olmasını beklediğimiz özneye işaret etmektedir. İklim, adil olmasını bekleyebileceğimiz bir özne değildir. Bu durumda, adaletin/adaletsizliğin neye ilişkin olduğunu açıklamak için, kavramı “iklimsel adalet” şeklinde kullanmak daha uygun olacaktır. Adalet tartışmasını ortaya çıkaran durum ise temelde bir adaletsizliğin ortaya çıkmasıdır. Tüm dünyada, iklim adaleti şeklinde dillendirilen tartışma, iklim değişikliği sonucunda ortaya çıkan adaletsiz duruma ilişkindir. Bu durumda doğru bir şekilde anlamamız ve çözmemiz gereken “iklimsel adaletsizlik”tir.

İklimsel adaletsizliği anlamak için hak ve çıkar ayrımına değinmek gerekmektedir. Hak, birine mutlaka verilmesi gereken, ona borçlu olunan bir değerdir; çıkar ise bir tarafın, bu taraf bir insan veya bir devlet olabilir, hak ettiğinden fazlasını alırken başkasının payından eksilttiği mal veya değerdir. Bugün birçok gelişmiş ülke kendi çıkarları doğrultusunda, savunmasız durumda olan küçük ülkelerin haklarını tehdit etmektedir. Büyük endüstri devletleri fosil yakıt kullanımını azaltmayı ağırdan alırken, yükselen deniz seviyeleri ve aşırı hava olayları, küçük ada ülkeleri için varoluşsal bir tehdit oluşturmaktadır. Bu küçük ülkelerin uluslararası platformlarda seslerini duyurmak için yeterli ekonomik ve diplomatik güce sahip olmamaları, onların maruz kaldığı bu adaletsizliğin görmezden gelinmesine yol açmaktadır. Uluslararası anlaşmalar ve konferanslarda alınan kararların uygulanabilirliğini sağlamak için yeterli finansmanın sağlanmaması, izleme mekanizmalarının yetersizliği ve ihlal durumlarındaki yaptırım eksikliği, iklim değişikliğiyle mücadele amacıyla gerçekleştirilen birçok uluslararası girişimi büyük ölçüde sembolik kılmaktadır. İklimsel adaletin sağlanması çabalarının samimi ve anlamlı hale gelmesi, büyük devletlerin kendi ekonomik çıkarlarını sınırsızca arttırdıkları kalkınma politikalarını terk ederek, daha sorumlu politikalar izlemeleri ile mümkün olacaktır. 

İklim değişikliğine uyum sağlamak için yalnızca uluslararası düzeyde değil, yerel düzeyde de adımlar atılmalıdır. Dünyanın dört bir yanında kent yönetimleri daha yeşil, daha sürdürülebilir bir geleceğin peşinde koştuğunu iddia etmektedir. Bir kenti yeşil hale getirmek, o kentin tüm unsurlarını kucaklayacak bir çabayı gerektirir. Gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu bir şehirde, yeşil dönüşümün, sadece yüksek gelir gruplarının ulaşabileceği bir ayrıcalık haline gelmesi riski söz konusudur. İleri teknoloji kullanılarak inşa edilen lüks yapılar ve ulaşım sistemleri, geniş ve keyifli yaşam alanları, toplumun yalnızca bir kesiminin faydalandığı imkanlar haline geldiğinde burada adil bir durumdan söz etmek mümkün değildir. Sıcak ve soğuk hava dalgaları, sel baskınları, orman yangınları, hava kirliliği gibi felaketler, en savunmasız grupları, kentler bağlamında düşük gelirli mahallelerde yaşayanları, etkilemektedir. Bu bölgelerdeki yapılar genellikle kötü inşa edilmiş, yetersiz altyapıya sahip ve aşırı hava olaylarına karşı dayanıksızdır. Düşük gelir gruplarının temiz enerjiye ve sağlıklı konutlara erişimindeki eşitsizlik, iklimdeki değişikliklerle daha da derinleşebilir. Bu eşitsizliğin giderilmesi amacıyla hem merkezi hem de yerel düzeyde çalışmalar yapılmalı ve diğer ülkelerdeki başarılı uygulama örnekleri incelenmelidir. Bugün maalesef birçok gelişmiş ülke, yeşil şehir uygulamalarında gelir eşitsizliğini göz ardı etmektedir. Örneğin, Kuzey Avrupa’nın birçok yeşil başkenti, yüksek yaşam standartlarına sahip, sınırlı bir grubun faydalandığı yeşil imkanlara sahipken, düşük gelir grupları bu gelişmelerin dışında kalmaktadır. 

Kent mimarisi, sosyal sorumluluk anlayışıyla şekillendirildiğinde, iklimsel adaletsizlik ve gelir eşitsizliğine karşı güçlü bir araç haline gelebilir. Bir kent yapısının planlanmasında kuralların ve uygulamaların yalnızca asgari yaşama şartlarını sağlaması yeterli değildir. Kentlerin, insanın doğal istem ve özlemlerine yanıt verebilecek ve onun insanca yaşama olanaklarını gerçekleştirebilecek şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Bizler, aklımızı kullanabilme yeteneğimiz sayesinde, bir parçası olduğumuz doğal çevrenin kaynaklarını ve olanaklarını kullanarak yapay çevremizi, kentleri şekillendirmekteyiz. Ancak, bu süreçte kaynakların vahşi bir biçimde tüketilmesini engellemek amacıyla kendi kudretimizi sınırlandıran kurallara ihtiyaç duymaktayız. Bu kuralların yetersizliği veya bu kuralların uygulanmasındaki yetersizlik, insanın kaynakları sınırsızca tüketmesine ve doğal çevrenin geri dönüşsüz biçimde yok olmasına sebebiyet verecektir. Hukuk düzeni, bu sorunların çözümünde kritik bir rol oynamaktadır. 

Sağlıklı konutlar ve yaşam alanları oluşturmak, çevreye verilen zararları gidermek, bu süreçlerin finansal kaynaklarını belirlemek ve olası kural ihlallerine karşı yaptırımlar öngörmek, bu alanı düzenleyen hukuk kurallarının temel işlevleri arasında yer almaktadır. Bununla birlikte, hukuksal düzenlemeler, iklimsel adaletsizliklerinin çözümünde ancak dolaylı bir araç olarak işlev görebilir. Gerçek anlamda etkili sonuçlar, kapsamlı ve sürdürülebilir çevre politikalarının benimsenmesi ve uygulanması ile mümkün olacaktır. Ayrıca, doğal çevrenin korunması ve insan sağlığının sürdürülebilir bir şekilde güvence altına alınması, yalnızca koruma kurallarıyla değil; iyileştirme ve geliştirme odaklı politikaların oluşturulması ve sürdürülmesi ile mümkün olacaktır. Bu politikaların belirlenmesi ve uygulanmasında kural koyucu ve uygulayıcıların gelecek nesillere karşı hissettiği sorumluluk hayati bir önem taşımaktadır.

“Gerçeklikleri, kapsayıcılığı ve toplulukları merkezine alan kent planlamaları olmadan şehirler daha eşitliksiz, çatışmalara daha yatkın ve herkes için daha az yaşanabilir yerler olmaya hazır olmalıdır. İşte bu yüzden, iklim adaletsizliği de dahil olmak üzere tüm adaletsizlikler hakkında konuşmak ve bunları telafi etmek için harekete geçmek, kentsel uzmanlıklar için kritik bir önem arz ediyor…”

Jacqueline M. Klopp, Dr., Direktör, Araştırmacı Eğitimci
Center for Sustainable Urban Development
Environmental Justice and Climate Just Cities Network
Earth Institute, The Climate School
Columbia University


İklim değişikliği karşımızda, kentlerde var olan karmaşık eşitsizliklere ve katmanlaşmış adaletsizliklere yenilerini eklemeye devam ediyor. İklim değişikliğinin etkileri uçsuz bucaksız bir durumda, küresel ölçekten mahalle ve hatta hane ölçeğine kadar toplumlarımızın fiziki ve ruhani temelleri ile temas halinde… Süreklilik kazanan sel, kuraklık, aşırı ısınma ve vahşi yangınlar; tüm bunların ekonomi, ekoloji ve yaşam biçimlerimiz üzerindeki etkileri, bazı yerleri insan sağlığı açısından daha tehlikeli ve riskli hale getiriyor. Ekstrem durumlarda, birçoğu değerli olan bu alanlar su ya da ateş altında kalarak tamamen yok olacaklar. Bu yüzden, hem kentsel ve bölgesel yönetimler hem de dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan bireyler, emisyonları ve onları oluşturan tüketim pratiklerini azaltmanın yollarını arama konusunda birbirlerini desteklemek ve artık kaçınılmaz olan iklim değişikliği etkilerine uyum sağlamak için çalışan ağlara katılıyorlar. Bu da, mimarları ve şehir plancılarını, artık çok daha değişken ve zorlayıcı bir iklim sistemine uyum sağlamak ve koşulları hafifletmek üzere yapılı çevreyi yeniden şekillendirmek için sorunun çözümünde ön saflara yerleştiriyor.

Bu bağlamda, her zaman olduğu gibi zengin ve güçlü olanların, gerek nitelikli ve güçlendirilmiş konutlarda yaşamak, yeşil çatılar ve park alanları gibi yeşil altyapılara daha rahat erişmek, havalandırma ve hava temizleme araçları satın alabilmek; gerekse kentler ve ülkeler arasında daha rahat yer değiştirme hakkında sahip olmak gibi ayrıcalıkları sayesinde, etkilerinden tamamen kaçınmaları mümkün olmasa bile iklim değişikliğine karşı adaptasyon açısından daha elverişli bir konuma yerleştiklerini fark etmek önem taşıyor. Bu süreçte mevzubahis ayrıcalıklı kesim; mimarların, tasarımcıların ve plancıların uzmanlıklarına ihtiyaç duyacak. Kent profesyonelleri için bu iş imkanlarının geniş sonuçlarını düşünmeden karar verme yanılgısına düşmek de kolay olacak. 

Toplumdaki düşük gelir sahibi bireylerin büyük kısmı genellikle tehlikeye daha yatkın kentsel alanlarda yaşıyor. Bunlara taşkın alanları ya da dev otoyol altyapılarının neden olduğu sel sorunlarının görüldüğü bölgeler de dahil. Toplumun ekonomik olarak ayrıcalıksız kesimi, aynı zamanda genellikle daha az yeşil altyapıya sahip olan (parklar, bahçeler ve ağaçlık alanlar gibi), baskın olarak beton gibi yüksek ısı salınımına ve dolayısıyla kentsel ısı adası etkisine yol açan malzemeler ile inşa edilmiş yapılardan oluşan yerlerde yaşıyor. Bu durumun kırsal alanlarda da kötüleşmeye devam etmesi ile, yeni yaşam ve muhafaza yolları arayışındaki iklim göçmenlerinin kente gelmesi ve dolayısıyla düşük gelirli ve gerilimli mahallelerde nüfus artışını tetiklemesi beklenebilir. 

Genel olarak, kentteki en kırılgan, en yok sayılmış ve en çok hasar almış; en düşük gelirle tarihsel olarak hizmetlerden en az yararlanmış; yaşlıları, çocukları ve engelli bireyleri de içeren komüniteler ve popülasyonlar, iklim değişikliğine adaptasyon için ihtiyaç duydukları da dahil olmak üzere, sorunlarını çözmek için gereken kaynaklara en az erişime sahipler. İklim değişikliğini ortaya çıkaran üretimler ve kararlardan en çok etkilenenler olmalarına rağmen, bu konuda en az sorumluluğa sahipler. Bu gerçeklikleri, kapsayıcılığı ve toplulukları merkezine alan kent planlamaları olmadan, şehirler daha eşitliksiz, çatışmalara daha yatkın ve herkes için daha az yaşanabilir yerler olmaya hazır olmalıdır. İşte bu yüzden, iklim adaletsizliği de dahil olmak üzere tüm adaletsizlikler hakkında konuşmak ve bunları telafi etmek için harekete geçmek, kentsel uzmanlıklar için kritik bir önem arz ediyor. 

Bu şu anlama geliyor; kent için çalışmakta olan profesyoneller, dirençliliği artırmak için yüksek kapsayıcılığa sahip, çok disiplinli ve topluluklarla ortaklaşa çalışılan süreçlere dahil olmak ve bu süreçlerde ortaklaşa fikir ve bilgi üretimine katkı vermek zorundalar (1), (2). Bu aynı zamanda sosyal birlikteliği ve dayanışmayı mümkün kılacak olan kamusal alanları ve kentsel altyapıları geliştirme hedeflerini de içermelidir (3).

Daha güçlü toplulukların daha fazla korunan topluluklar olduğuna dair yeterli miktarda kanıt mevcut. Pratikte, bu tüm toplulukların yüksek kaliteli, akıllıca tasarlanmış ve yeterli kaynağa sahip alanlara erişebildiğinden; parklara, okula ve topluluk merkezlerine giderek bağ kurma ve kurduğu bağları sağlamlaştırma hakkında sahip olduğundan emin olmak anlamına geliyor. Bunun da ötesinde, mimarların ve kent plancılarının ekoloji ve çevre uzmanlarının yanı sıra sosyal bilimler uzmanları ile de ortaklaşa çalışarak tasarlamalarını ve doğa ile uyum içerisinde olan, döngüsel ekonomileri ve dayanışmayı vurgulayan üretimler yapmalarını gerekli kılıyor. Örneğin; doğru ağaç ve bitki türleri ile zenginleştirilmiş yeşil altyapı entegrasyonları, kentsel ısı adası etkisini hafifletirken bir yandan da yağmur suyunun toprağa ulaşmasını mümkün hale getirir, iklim dirençliliğinin yanı sıra sosyal ortam ve insan sağlığı açısından da olumlu etkiler oluşturur. Kırılgan toplulukları destekleyecek tasarımların ve malzeme araştırmalarının, yapıları üretenleri ve çevreye en az zarar verenleri, iş gücünü oluşturan bireyleri de kapsaması yapılı çevremizde daha fazla adalet sağlamanın tek yolu olarak görülüyor (4).

Bu aynı zamanda, mimarlık, tasarım ve planlama bölümlerinin daha farklı eğitim vermesi gerektiği anlamına geliyor. Yeni nesillerin alacakları eğitimle, müşteriye hizmet etmek üzerine kurulu olan dar profesyonel bakışı, sosyal ve çevresel olarak zarar verici boyutlardaki tüketimi azaltma, insanları adil bir şekilde korumak için iklim sorunlarını hafifletme ve dirençlilik sağlamadaki kilit rollerini anlayarak daha derinlikli ve bütüncül bir anlayışla değiştirmek için cesaretlendirilmeleri gerekiyor. Bu durumun sağlanması için de disiplinler arası stüdyolar oluşturmak; hem daha ekolojik ve bütüncül bir eğitim vermek hem de öğrenciyi sınıfın sınırlarından çıkartarak özellikle en kırılgan olan topluluklarla direkt ve hakiki bir şekilde iletişim kurmaya ve ortaklaşa çalışmaya teşvik etmek gerekiyor. Gerçek ortaklıklar, tüm paydaşların çalışma şekillerinde eşitlik sağlanması ve birlikte çalışırken karşılıklı olarak öğrenme ile nitelik kazanır (5). 

Kolektif refah için yol gösterici bir ilke olarak, güç dengesizlikleri ve adalet hakkında açıkça konuşmalar yapmak kilit öneme sahip. Öğrenciler, daha geniş toplumsal fayda için olağan proje türlerinden yararlanmanın yaratıcı yollarını düşünmeye ve bu yolları, onları ortak olarak dahil etme çabası içindeki kişilere iletme konusunda teşvik edilmeli. Ayrıca bu bölümler, içgörü ve bilgi paylaşımı için, savunmasız ve düşük gelirli mahallelerden öğrencileri, söz konusu öğrenci bünyelerine dahil etmek, toplumu yansıtan ve dolayısıyla onu yaratıcı ve kapsayıcı bir şekilde daha iyi koruyabilen bir profesyonel yapı oluşturmak için çalışmalı. Genel olarak, kent profesyonelleri adaleti, insanları ve doğayı daha iyi anlamak; tasarımlarına, planlarına ve projelerine dahil etmek için çalışmalı. İnsanlar bu çalışma sayesinde kendilerini temsil edilmiş, saygı görmüş ve korunmuş olarak görebilirler. Bu, iklim değişikliğinden kaynaklanan ciddi tehditler karşısında kentlerimizde daha fazla adaleti ve dolayısıyla herkes için koruma ve dayanıklılığı desteklemek isteyen kent profesyonelleri için ileriye dönük zorlu yola bir bakış niteliği taşıyor. 

Notlar

  • YAPI Dergisi’ne özel olarak hazırlanan bu yazının çevirisi yazarın izniyle, Ebru Şevli tarafından yapılmıştır. 

Kaynaklar

  1. Advancing Equitable Partnerships: Frontline Community Visions for Coastal Resiliency Knowledge Co-production, Social Cohesion, and Environmental Justice. Geforum, 2024. (https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S001671852400112X?via%3Dihub)
  2. Good Practices in the Co-Production of Knowledge: Working Well Together in Environmental Change Research. Columbia Academic Commons, Columbia University Libraries, 2024. (https://academiccommons.columbia.edu/doi/10.7916/1h4j-2204)
  3. Shagun Kar, Green Infrastructure Handbook. (https://drive.google.com/file/d/1rUUdi9J1GZyKtHN22XxsHbMTZCnaWLD7/view)
  4. AIA Materials Pledge. (https://www.aia.org/design-excellence/climate-action/zero-carbon/materials-pledge)
  5. Globalisation and the urban studio: Evaluating an inter-university studio collaboration in Nairobi. Jacqueline Maria Klopp, Jonathan Chanin, Peter Ngau and Elliott Sclar. (https://www.columbia.edu/~jk2002/publications/Klopp14.pdf)

“Mimarlar ve kent plancıları başta olmak üzere kentle ilişkili meslek alanlarının ve çevrelerinin; iklim sorununu göz ardı etme lüksleri olmadığı gibi iklim sorunu ile yapılı çevre üretimi arasında, toplumsal adaleti gözetmeden kurulacak ilişkinin eksik ve yetersiz kalacağını bilmeleri gerekmektedir…”

Osman Balaban, Prof. Dr.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi


İklim Adaleti ve Kentsel Yapılı Çevre: Mimarlara ve Plancılara Bazı Hatırlatmalar

İklim değişikliği ile ilgili metin ya da tartışmalara başlarken “çağımızın en önemli küresel çevre sorunu” ifadesini sıklıkla kullanıyoruz. Biraz klişe haline gelmiş olsa da, bu oldukça önemli ve geçerli bir ifade. İklim değişikliği, yol açtığı ve gelecekte daha da artması beklenen sonuçlarıyla insan yaşamı ve yerleşmeleri üzerinde büyük tehdit oluşturmaktadır. Gerekli tedbirlerin, hızlı ve yaygın bir şekilde alınmaması halinde bizleri ve bizden sonraki kuşakları pek iç açıcı bir geleceğin beklemediğini söylemek zorundayız. İklim değişikliğinin mevcut çevre sorunları içinde “en önemlisi” olduğu iddiası, bir yandan iklim sorunu açısından limitlere ulaşılması ve çözümün aciliyet kazanmasıyla, diğer yandan ise iklim sorununun çok boyutlu niteliğiyle yakından ilişkili. İklim değişikliği; diğer çevresel, iktisadi ve toplumsal sorunlar üzerinde “çarpan etkisi” (multiplier effect) yaptığından, doğrudan ve dolaylı etkileri pek çok alanda karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, değişen iklimsel koşullar, tarımsal üretimi olumsuz etkilemekte, gıda arzının daralmasına ve dolayısıyla fiyatların artmasına yol açabilmektedir. Giderek daha sık ve şiddetli hale gelen sıcak dalgaları, halk sağlığını olumsuz etkilemekte, yaşlılar ve hastalar üzerinde yaşamsal risk oluşturmaktadır. 

İklim değişikliğinin çarpan etkisini gözlemlediğimiz sorun alanlarından birisi de toplumsal adalettir. İklim değişikliği, bir çevre sorunu olduğu kadar özü itibariyle bir adalet sorunudur. Her ne kadar karşı karşıya olduğumuz iklim değişikliği insan eylemlerinden kaynaklanıyor olsa da her insanın bu soruna olan katkısı aynı değil. Ülkelerin, toplum kesimlerinin ve hatta bireylerin iklim değişikliğinin ortaya çıkmasındaki tarihsel sorumlulukları oldukça farklı. Ortalama bir ABD’linin karbon ayak izi, bir Hintlinin karbon ayak izinin 7 katıdır (Ritchie & Roser, 2020) (1).  Öte yandan her Hintlinin karbon ayak izi de birbirinin aynısı değil. Aynı toplumun zengin ve yoksullarının iklim sorununa katkısı arasında belirgin farklar var. Ancak bu durum, iklim değişikliği bağlamında adalet tartışmasının sadece bir yönünü oluşturuyor. İklim değişikliği, ülkeleri ve toplum kesimlerini de farklı biçim ve düzeylerde etkilemektedir. Örneğin; aşırı sıcaklar serinletilmiş iç ortamlarda yaşayanlar ve çalışanlar açısından ciddi bir risk oluşturmazken dış ortamlarda çalışanlar ile evlerini serinletme imkanına sahip olmayanlar üzerinde ciddi yaşamsal tehdit oluşturmaktadır. Dolayısıyla, iklim değişikliğine katkısı az olan ülkeler ya da toplum kesimleri, iklim değişikliğinden daha fazla etkilenebilmektedir (Balaban, Özgür & Sakar, 2021), (2). Dahası iklim değişikliğinin farklı bölge ve kesimler üzerindeki bu asimetrik sonuçları, her toplumdaki mevcut adaletsizlik ve eşitsizlikleri derinleştirmektedir. Dolayısıyla iklim değişikliği ile mücadeleyi amaçlayan her eylem ya da politika girişimi toplumsal adaleti gözetmek zorundadır. Diğer bir deyişle, iklim politikası kapsamında üretilecek çözümlerin, mevcut eşitsizlik ve adaletsizlik durumlarını nasıl etkilediği ve bu çözümlerin ne denli adil ve kapsayıcı sonuçlar ortaya koyduğu dikkate alınmalıdır.

İklim değişikliği ve toplumsal adalet tartışmasında öne çıkan konulardan birisi de kentsel yapılı çevrenin üretimidir. Bunun nedeni; kentlerin iklim değişikliğinin nedeni (yüksek sera gazı salımları nedeniyle) ve mağduru (maruz kaldıkları iklimsel tehlike ve afetler nedeniyle) olmaları yanı sıra iklim eylem ve politikalarının başlıca uygulama alanı (belediyelerin sorumluluk alanları ile iklim eylemleri arasındaki örtüşme nedeniyle) olmalarıdır (Balaban, 2012), (3). Dolayısıyla, mimarlar ve kent plancıları başta olmak üzere kentle ilişkili meslek alanlarının ve çevrelerinin; iklim sorununu göz ardı etme lüksleri olmadığı gibi iklim sorunu ile yapılı çevre üretimi arasında, toplumsal adaleti gözetmeden kurulacak ilişkinin eksik ve yetersiz kalacağını bilmeleri gerekmektedir.    

Toplumsal adaletin başlıca üç boyutu olduğu ve yapılı çevre üretiminin “adil iklim geçişi” (just climate transition) sağlayacak şekilde dönüştürülmesinin bu üç boyut ekseninde değerlendirilmesi gerektiği söylenebilir. Bunlardan ilki, toplumsal kaynakların ve bunlara ilişkin fayda ve maliyetlerin farklı kesimler arasında eşit, hakça ve adil bir biçimde paylaşılıp paylaşılmadığıyla ilişkili olan “paylaşım adaleti” (distributional justice); ikincisi, karar verme ve uygulama süreçlerine katılımda tüm toplumsal kesimlerin eşit hak ve fırsatlara sahip olup olmadıkları ile ilgili olan “prosedür adaleti” (procedural justice) ve sonuncusu olan “tanınma adaleti” (recognition justice) ise kültürel farklılıklara saygı gösterilmesi ve azınlıklar ile marjinal birey ve grupların, toplumsal ve siyasal süreçlerde eşit temsiliyle ilgilidir (IPCC, 2022), (4). 

Kent planlama ve mimarlık, bir kentsel ortamdaki kaynak ve değerlerin nasıl dağıldığını belirlemekte ve bunlara erişimin koşullarını doğrudan etkilemektedir. Dolayısıyla plancılar ve mimarlar; yarattıkları kentsel çevrelerdeki kaynak dağılımı ve erişiminin, iklim sorunu bakımından ne tür sonuçları olacağını ve bu sonuçların ne denli adil olduğunu dikkate almak durumundadır. Farklı ölçeklerdeki plan ve projeler yoluyla üretilen kentsel çevrelerin ne denli kapsayıcı oldukları, mekansal kaynaklara erişimde hakkaniyetli ve adil bir ortam sağlayıp sağlamadıkları ile bu kentsel çevrelerin fayda ve maliyetlerinin adil bir şekilde paylaşılıp paylaşılmadığı sorularına verilecek yanıtlar, kentsel yapılı çevre üretiminin adil iklim geçişi bakımından katkısının değerlendirilmesinde belirleyicidir. Yaratılan kentsel ortamın faydaları, toplumun bazı kesimlerinde yoğunlaşırken maliyetleri bu ortama erişimi olmayanların da içinde bulunduğu başka kesimlerin omzuna yükleniyorsa, plancıların ve mimarların toplumsal sorumluluklarını yerine getirmede başarısız oldukları düşünülebilir. 

Kentsel yapılı çevre üretimini belirleyen plan ve projelerin üretim süreçlerinin ne derece kapsayıcı ve şeffaf oldukları ise prosedür adaleti ve tanınma adaleti bakımından önemlidir. Plan ve projelerin üretimi süreçlerinde, iklimsel tehlikeler karşısında zarar görebilirliği en yüksek kesimler başta olmak üzere yerleşik iktisadi çıkarlar karşısında kısa ve uzun vadeli çevresel ve toplumsal çıkarların mücadelesini veren kişi ve grupların seslerini duyulur kılan gerçek (genuine) bir katılımcılık sağlanmalıdır. “Usul esastan üstündür” prensibini bu tartışmaya uyarlayacak olursak; prosedür adaletinin en temel ilkelerini sağlamaktan uzak bir şekilde; siyasi, ekonomik ve teknik elitlerin iş birliğiyle üretilecek plan ve projelerin, kentsel ortamda bölüşüm adaletini güvence altına alması olanaklı değildir. Bölüşüm ve prosedür adaletini sağlamakta yetersiz olan mekan üretim pratiklerinin ise bazı toplum kesimlerine ve onların çıkarlarına yanıt verirken diğer bazı kesimlerin o kent ortamında yeri yokmuşçasına bir izlenim doğurması kaçınılmazdır. Bir kentsel ortam birilerini görünür kılar ve hatırlatırken, başka birilerini unutturuyorsa, orada tanınma adaletinin sağlanması açısından ciddi bir sorun var demektir.   

Türkiye’de iklim değişikliği ile ilgili farkındalığın ve girişimlerin son dönemde artması kuşkusuz sevindiricidir. Ancak mevcut girişimlerin henüz emekleme döneminde oldukları, iklim adaleti ve adil geçiş gibi iklim sorunu ve politikasının güncel ve can alıcı konularıyla güçlü ilişkiler kuramadıkları açıktır. İnşaat faaliyetlerinin ekonominin lokomotifi hale geldiği son yirmi yılda kentlerimizde yürütülen projelerin çoğunda iklim değişikliğiyle somut ilişki kurulduğu söylenemez. Böylesi bir ilişkinin kurulduğu örneklerde ise konunun daha çok prestij artırma amaçlı kısmi müdahaleler düzeyinde ele alındığını, yapısal çözüm ve tedbirlerin projelere ve proje üretim süreçlerine nüfuz etmediğini görüyoruz. Bu düşünme ve uygulama eksikliğinin, Maraş Depremleri sonrasında da karşımıza çıktığını, yıkım yaşanan ve yeniden inşa gerektiren bölgelerdeki planlama ve tasarım çalışmalarında sadece deprem tehlikesinin dikkate alındığını, iklim sorununun azaltım ve uyum boyutları ile iklim adaletinin yeterince göz önünde bulundurulmadığını söylemek mümkün (Balaban, 2023), (5). Bu eksiklik ve yetersizliklerin plancıları ve mimarları aşan yapısal nedenleri olduğu kuşkusuz ancak ülkemizdeki mesleki pratiklerin ve eğitim süreçlerinin kentlerde adil iklim geçişini sağlamak konusunu henüz gündeme almamış olduklarını da itiraf etmek durumundayız.

Kaynaklar

  1. Ritchie, H., Roser, M. (2020). “CO₂ emissions.” (https://ourworldindata.org/co2-emissions) 
  2. Balaban, O., Özgür, B., Sakar, B. (2021). İklim Değişikliği, Göç ve Yerel Yönetimler. Yerel Yönetişim ve Göç Dizisi II – Kitap 2, RESLOG Yayınları.
  3.  Balaban, O. (2012). “Climate Change and Cities: A Review on the Impacts and Policy Responses”, METU Journal of the Faculty of Architecture, 29(1), 21-44.
  4. IPCC (2022). “Climate Change 2022: Impacts, Adaptation, and Vulnerability”. Contribution of Working Group II to the Sixth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change [H.-O. Pörtner, D.C. Roberts, M. Tignor, E.S. Poloczanska, K. Mintenbeck, A. Alegría, M. Craig, S. Langsdorf, S. Löschke, V. Möller, A. Okem, B. Rama (eds.)]. Cambridge University Press. Cambridge University Press, Cambridge, UK and New York, NY, USA, 3056 pp., doi:10.1017/9781009325844.
  5. Balaban, O. (2023). “Şehirleşme ve İklim: Hatalarımızdan Çıkarılacak Çok Ders Var.” Erhan Arca ile Söyleşi. EKOIQ, Sayı 105, Mart-Nisan 2023, 34-39.

“Mimarlık pratiği, canlı ve canlı olmayan dünyanın toplumsal ve siyasi hakikatinin görselleştirilip ispatlanmasında ve hak savunuculuğunda önemli bir metodoloji.”

Pelin Tan, Prof. Dr.
Batman Üniversitesi
Roemer Fellow Beirut Orient Institute


Jeontoiktidar, İklim Adaleti, Teritoryal Metodoloji 

Doğa ve kapitalist sömürü arasındaki düalist yapı uzun zamandır bir çatışma içerisinde yer alıyor. Mimarlık pratiği, kaynakları sömürmesi, eşitsiz dağıtımı ve güvencesizliği ile (prekar) belki de iklim adaletini en dengesiz hale getiren mesleklerden biri. Fakat bir yandan da, günümüzde iklim krizi ve adaletsizliğini öne çıkaran proje ve eğitim yöntemleri ile mimarlığın mekan üretimi üzerine tarihsel, spekülatif ve dayanışmacı öneriler üretiyor. Teritoryal ölçeği bazı coğrafyalarda anlamak ve bu yönde jeontoktidar stratejilerini görünür kılmak, günümüzde Laura Kurgan, Forensic Architecture veya Malkit Shohnan gibi mimar ve mimarlık eğitim birimleri için önem taşıyor. Çatışma, savaş, prekarite ve eşitsiz toplumsal gelişim, mekan üretimini etkiliyor ve dolayısıyla iklimin değişimini de etkileyen sonuçlara yol açıyor. Zorunlu göç, insan ve insan olmayanların kırılgan varlıksal durumları, “yavaş şiddetin” yarattığı olumsuzluklar, iklim krizinin neden ve sonuçlarını birlikte taşıyor.

Resim 1. Karasal Kozmolojiler, interdisipliner sanat ve tasarım atölyesi, Hasankeyf, Batman, 2023 (Fotoğraf: Pelin Tan).

Resim 1. Karasal Kozmolojiler, interdisipliner sanat ve tasarım atölyesi, Hasankeyf, Batman, 2023 (Fotoğraf: Pelin Tan).

Doğa ve varlık arasındaki canlı olmaya dair yaşamsal sınırı eleştirel kuram içinde değerlendiren ve sömürgecilik ile birlikte neo-liberal kapitalist eleştiriler üzerine çalışan antropolog Elizabeth Povinelli, “biyopolitika” kavramının yanına getirdiği “jeonto-iktidar”ı, uzun süredir biyoiktidarı kapsayan ve şimdi de kapsamaya devam eden bir yönetişim tarzı olarak konumlandırıyor: “Biyoiktidar, yaşamın yönetimi ve ölüm taktikleri aracılığıyla işlerken; jeontoiktidar, yaşamı yapılandıran söylemleri, duygulanımları ve taktikleri bir araya getiriyor. Yaşam ve cansızlık arasındaki ilişki, dolayısıyla jeontoiktidar terimi, en doğru şekilde biyo-jeo-iktidar olarak adlandırılabilecek şeyin kısaltmasıdır: Güçten türetilen güç. Yaşamın ve cansızlığın ontolojikleştirilmesi (1).” Jeonto-iktidar kavramı çerçevesinde “yavaş şiddet”in sömürgeci ile ilişkisini, altyapı projelerinin teritoryal mekan üretiminde ve karar mekanizmasında siyasi bir fail haline gelmesini (örneğin barajlar, bkz; Akıncı&Tan, 2), ekstraktivist politikalar ile denetim ve militerleşmenin artmasını açıklayabiliriz. Dolayısıyla iklim adaletsizliği, yani daha prekar durumda olan canlıların ve canlı olmayanların şiddet görmesi, sömürülmesi, yerel teritoryal uzamdan ve yaşam alanlarından koparılması, yeryüzü ile kurdukları onarıcı ilişkiyi de yok ediyor (3), (4).

Filistinli Sosyolog Saad Amira (5) ve Lübnanlı Antropolog Munira Khayyat (6), eylem odaklı katılımcı saha araştırmaları yaparak çatışma bölgelerindeki mekan üretimini “yavaş şiddet” stratejileri ile tartışmakta ve karşı-direniş yöntemlerine bakmaktalar. Yerleşimci sömürgeci ve saldırgan bir şiddet sürdüren İsrail askerlerinin Gazze’deki tarım alanlarını ve Güney Lübnan’daki kırsal üretim yerlerini toksitleştirmelerinin (örneğin, yıllardır helikopter ile düzenli olarak tarım alanlarına zehir atmalarının) ve Batı Şeria’daki zeytin alanlarını yakmak gibi ekolojiye topyekün zarar veren çatışma stratejilerinin altında ırkçı şiddet, yaşam alanlarını yok etme hedefi yatmakta. Forensic Architecture mimari araştırma grubu, 2014 yılından bu yana Han Yunus, Gazze’de doğa-kırım, eko-kırım yapan İsrail devletinin, toprak ve havaya verdiği zararı ve bu zararın insan ve insan olmayanlar üzerindeki etkisini belgelemekteler (7). Mimari araştırma ve görsel temsiliyet dilini kullanan bu araştırma grubunun mimarları, Gazze ve Batı Şeria’da İsrail tarafından sürdürülen yavaş şiddetin etkilerini ispatlamaktalar. Mimarlık pratiği, canlı ve canlı olmayan dünyanın toplumsal ve siyasi hakikatinin görselleştirilip ispatlanmasında ve hak savunuculuğunda önemli bir metodoloji. Sınır teritoryalleri, iklim adaletsizliği ve yavaş şiddet ile yüzleşilen, en güvencesiz ve en kırılgan bölgeler.

Resim 2. ICARDA tohum bankası, Bekaa, Lübnan, 2024 (Fotoğraf: Pelin Tan).

Resim 2. ICARDA tohum bankası, Bekaa, Lübnan, 2024 (Fotoğraf: Pelin Tan).

Mali’de iklim değişikliğinin çöl yerleşimleri üzerindeki etkisi için Birleşmiş Milletler birimi ile Afrika’da araştırma sürdüren Harvard Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi ve FAST ofisi mimarı Malkit Shoshan, kendisine Venedik Mimarlık Bienali Gümüş Aslan Ödülü’nü kazandıran “Sınır Ekolojileri ve Gazze Şeridi” projesinde, uzun bir süre Gazze’de bir çiftçi aile ile birlikte mekansal ve eko-kırımın Filistinli çiftçi aileler üzerindeki etkisini belgeledi (8). Shoshan’ın beraber hareket ettiği ve dayanıştığı Kudaih ailesi, Gazze’nin en ağır askerileştirilmiş bölgelerinden birinin yakınındaki Khuza’a köyünde yaşıyor. Orada nesillerdir ailelerine ait olan dört bin metrekarelik bir çiftliği işletiyorlar. Meyve ve sebze yetiştiriyorlar; hayvan yetiştiriyorlar; diğer mahsullerin ticaretini yapıyorlar; komşu çiftliklerle çalışıyorlar ve yedikleri gıdanın yüzde doksanını kendileri üretiyorlar. “Nüfusun yüzde sekseninin uluslararası yardıma bağımlı olduğu Gazze Şeridi gibi kriz durumundaki bu topluluk; gıda üretimi, enerjiyi kullanma şekli ve enerji elde etme şekli açısından tamamen kendi kendine yeterli olmayı başardı. Yağmur suyunu hasat edin.” diyor Malkit Shoshan. Şu anda savaş ile birlikte kirlenmiş, toksik bir toprağa sahip olan ve ürünlerin yok edildiği bu alanlar, geleceğe dönük olarak hem zorunlu göç koşulları hem de diğer canlılar için eko-kırım yarattı. Bu anlamda Soshan gibi mimarların rolü, mekansal üretimi canlı ve canlı olmayanlar ile birlikte danışarak izlemek ve toplumsal hakikatı görsel metotlar ile ortaya çıkarmak.

Mimarlık eğitimi ve tasarım stüdyoları, son yıllarda iklim krizinin nedenleri, etkileri ve mimarın bir toplumsal hak savunucusu olarak etkin aktör rolünü inceliyor ve geliştiriyor. Antroposen döneminin eko-kırımı, kırılgan topluluk ve coğrafyalara olumsuz etkileri içeren iklim felaketleri ile yüzleştiğimiz bugünlerde, yiyecek ve tohum egemenliği, nehirler ve ormanların sürdürülebilir yaşam hakları önümüzde duruyor. Bu bağlamda, zorunlu göç, eşitsiz gelişim, kırılgan prekar insan ve insan olmayan topluluklar mimarlık araştırma ve eğitimimizde önem kazanıyor.   

Columbia Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi Mekansal Araştırmalar Merkezi ve Bilgisayar Tasarım Bilimi Master Programı’nı yöneten Prof. Laura Kurgan, iklim adaletsizliğinin hem mekansal hem de sosyo-politik bağlamı, farklı ölçeklerdeki emek koşulları, etnik kimlikler ve güvencesizlik gibi toplumsal unsurlar üzerine araştırmalar yürütmekte. Eğitim stratejileri olarak dijital teknolojiler ve eleştirel etkileşimli haritalar üretmek üzerine çalışan Kurgan; kentsel ve geniş ölçekli teritoryal uzamlar üzerine öğrencileri ile birlikte odaklanmakta. Güncel mimari temsil teknolojileri ile yoksulluk, bakım (care) görünürlüğü ve eşitsiz gelişim gibi konuların mekan üretimine etkisi ve iklim krizi içindeki parametrelerine odaklanıp, iyileştirici veya toplumsal hakikat bilgisi içeren tasarım önerileri geliştirmekte. Telekomunikasyon endüstrisinin kentin hava atmosferi üzerindeki etkileri, kent içi yoğun yapılı çevrenin neden olduğu çöp ve atık yönetimindeki olumsuzluklar, etnik grupların yiyecek ürünü lojistiğinin sürdürülebilirliği, kentsel doğa hinteralanlarının inşaat sektörüne karşı korunmasına dair yöntemler, Irak’taki Ma’dān kabilelerinin yerleşim alanlarındaki çevre mültecileri durumları ve mera alanlarının korunması ile ilgili tasarım önerileri gibi, yerkürenin farklı mekanlarına gezegensel ölçekler içeren bir perspektif üzerinden bakmak Kurgan’ın tasarım proje pedagojisinde yer alıyor (9).

“Karasal Kozmolojiler” başlıklı Eko-Tasarım Master Programı ve Deneysel Tasarım Lisans Bölümü; Bolzano Üniversitesi, Hamburg Sanat Üniversitesi ve Batman Üniversitesi ortaklığında, Batman ve Hasankeyf’de, köylüler ve çobanlar ile birlikte gerçekleştirdiğim disiplinler arası bir tasarım atölyesiydi. Povinelli, Amira, Harraway ve Tsing gibi kuramcıların ve araştırmacıların örnek ve eleştirel çalışmalarına dayanan bu atölye, barajın iklime ve dolayısı ile tarım üretimine olumsuz etkisi üzerine odaklanarak büyük altyapıların eko-kırım etkisini ele alıyordu. Çobanlardan, Batman ve Mardin hakkında edindiğimiz, yeterli sulama, temiz toprak, sağlıklı bir hava (yani atmosfer) gibi iklim krizinin etkisi altında olan unsurlara dair, kadın emeği, mülteci emeği, çobanların yiyecek üretimi, kırılgan toplulukların dayanışması sonucunda oluşan bilgilerin, tasarım bilgisi ile birleşiminin önemli olduğunu gördük. Toksitlenmemiş toprağın temizliğinin ve sürdürülebilirliğinin, Dicle havzası çevresindeki biyoçeşitliliğinin korunması gerekliliği gibi acil gerçeklikleri, acil tasarım pedagojileri üzerinden inceledik. 

Kaynaklar

  1. (https://criticalinquiry.uchicago.edu/jean_thomas_tremblay_reviews_geontologies/), (Erişim tarihi: 01.12.2024). Bakınız: Povinelli, E., 2016, Geontologies, Duke Press.
  2. Akıncı, Z.&Tan, P. 2016. “Waterdams as Dispossession: Ecology, Security, Colonization”, in Climates: Architecture and The Planetary Imaginary, GSAPP, Lars Muller Publication, Columbia University Press.
  3. Tan, P. 2020. “Surpassing Disaster: Territories, Entanglements, Methods.”, Mediating the Spatiality of Conflicts, International Conference Proceedings, TU Delft Faculty of Architecture and the Built Environment, BK Books.
  4. Tan, P. 2025. “The Architecture of Entanglement Ontology”, in Swamps and the New Imagination, MIT Press.
  5. Amira, Saad. 2021. “The Slow Violence of Israeli Settler-Colonialism and the Political Ecology of Ethnic Cleansing in the West Bank.” Settler Colonial Studies 11 (4): 512–32. doi:10.1080/2201473X.2021.2007747.
  6. Khayat, M. 2022.  A Landscape of War: Ecologies of Resistance and Survival in South Lebanon, University of California Press.
  7. (https://forensic-architecture.org/investigation/herbicidal-warfare-in-gaza)
  8. (https://seamlessterritory.org/our-collaborative-project-border-ecologies-and-the-gaza-strip-is-covered-by-mold-magazine/)
  9. İlgili tasarım projeleri: The Bittersweet Harvest: Navigating Manhattan Chinatown’s Changing Produce Network, Zoe Lin, (https://gsapp-cdp.github.io/archive/projects/2023/the-bittersweet-harvest/); Computational Design Practices Project Archive, (https://gsapp-cdp.github.io/archive/); Remote Sensing, Matthew Heaton (https://gsapp-cdp.github.io/archive/projects/2024/remote-sensing/); Conflict Urbanism, (https://centerforspatialresearch.github.io/conflict_urbanism_sp2021/).

“‘Taş ile Diken için Bir Mülk’ biyolojik zamanımızda mümkün mü? Taş ve diken birer hukuk özneleri olabilirler mi? Kadim varlıklarımız, kaynaklarımız için adaleti arayabilir miyiz? Doğayla sözleşebilir miyiz? Bir rüya mı bu arzu?”

Seda Kurt Şengün, Peyzaj Yüksek Mimarı
Büro Seda Kurt Şengün


Taş ile Diken için Bir Mülk  

Bir ay kadar önce, kuzeyin şiddetli yağmur çamuru hala üzerimizdeyken, güneyde, yayılıcı türler vari bir grup insanın, ne olduysa, kendini durdurabildiği bir sınır duvarına lütuf gibi yerleştirdiği gelişigüzel bir kapıdan tek tek ve sessiz bir merakla yerküre içinde yeni bir küreye (1), yeni bir doğa’ya (2) açıldık. O küreye ulaşmadan önce, 14 Kasım’da orada ve sonra, günlerdir anlamaya, anlamlarını öğrenmeye çalıştığımız maddeler ve varlıkların küresi olan bu yeni doğa bizim için, milyon zamanda birikmiş, dönüşmüş ve göçmüş, artık olmayanların bilincini günümüze taşıyan numune bir yaşam kaynağı ve değeri ölçülebilir olamaz, dokunulamaz rezervuar bir cevher küresi. Fakat yaygın rastlanılıyor ki, böyle bir cevher küre, kaynak-tanımaz-meta-sever birçoklarının ezberlerinde, belki de mahalle baskıları nedeniyle bozamadıkları, konforsuz, çirkin bir yabani, yabancı, tekinsiz bir öteki gibi kayıtlı olmalı. 

Otobüsümüzü, çoğunluk güçler birçoklarının tabiata karşı kuşanıp mevzilendiği, orada olmasını beklemediğimiz yapılı bir alana bırakıyoruz. Alelade biçimli asfalt bir zemin üzerindeyiz, nasıl, hangi bilgilere göre bir biçim anlaşılmıyor; düşüncesiz, aceleci bir yerleşke olduğu anlaşılıyor; alanın ve hacmin amacı aklımıza yatmıyor; açıklamalar yetmiyor. Neyse, biraz aldırıyoruz fark ettiklerimize ama yürüyoruz bir kenara doğru, bir psikolojik sınır gibi, öteki-ötesi için bir kapı-duvarın içinden geçiyoruz. Bizim için yeni bir küreye, yeni bir doğaya açılıyoruz. 

Yerkürede Akdeniz kıyılarına özgü ormanlar zamanla bodur ve kurak orman birliği makilere dönüşmüş, makiler de garig birliklere dönüşmüş. Bu sırada meyveli ağaçlar insanlar tarafından aşılanmış, kültüre alınmış. Makilerin kalmadığı zaman diliminde meyve bahçeleri de yerlerini tarlalara bırakmış ve yerkürenin zengin çeşitliliği giderek azalmış (3). Aşılama gibi, yakacak kereste, otlatma eylemleriyle de tahrip eden insan bu dönüşümde etkili bir rol alıyor; ormanı bodur bireylere dönüştürüyor; makilerin gariglere küçülmesine sebep oluyor; meyve bahçelerinden tarlalara dönüşmesi için, yabanı eteklerinden çekiştiriyor. 

Biz neyseki hala delicelerin yaşayabildiği, deri gibi sert yapraklı garig birliklerine sürtünerek milyon yıl önce insanın olmadığı miyosen devrin andeziti, tüfleri aralarına dağılmış sığ toprakta kabiliyetli ve karakterli, burcu burcu kokan dikenlerin arasından denize doğru yürüyoruz, biraz ignimbirit kayaçları dinleyip göreceğiz. 

Bir yerli, kıyıdaki muazzam morfolojiye sırtını dönmüş balık tutuyor. Bir ayağımız tuzlu suda laflıyoruz, sonra pembe sarı kayaçlara hayran ve milyon yıl önceye şaşkın bir sersemlikle, yüce yerkürede ufala ufala ama parçalanmadan taşların, dikenlerin tepesine tırmanıyoruz. Dikenlerin esansları rüzgarla dağılıyor, aralarına giremiyoruz; zira aralarına kabul etmiyorlar, taşlar ve dikenleri soluyoruz. Bir kaç damla deniz mi yağmur mu geçiyor, antik bir insan devri taş ocağı hayal meyal az beride, sıvı mı değil, donmuş bir ebru gibi konsantrik halkalı kayaç, fay aynası gibi tuhaf oluşumlar, bizi zamanla, yerle, yerli yerinde buluşturuyor. 

“Taş ile Diken için Bir Mülk” biyolojik zamanımızda mümkün mü? Taş ve diken birer hukuk özneleri olabilirler mi? Kadim varlıklarımız, kaynaklarımız için adaleti arayabilir miyiz? Doğayla sözleşebilir miyiz (4)? Bir rüya mı bu arzu? Bugün olduğu gibi, kısacık bir saat yeniden misafir edebilir mi bu mülk bizi? Yerli yerinde bulur muyuz deliceyi, kokulu dikenleri, taşları, yerli balıkçıyı? Kapı-duvar diyoruz, otobüsümüze dönüyoruz.  

Resim 1. Lale Adası, Garig bireyi, 2024 (Fotoğraf: Seda Kurt Şengün).

Resim 1. Lale Adası, Garig bireyi, 2024 (Fotoğraf: Seda Kurt Şengün).


Resim 2. Lale Adası, Garig bireyler birliği, 2024 (Fotoğraf: Seda Kurt Şengün).

Resim 2. Lale Adası, Garig bireyler birliği, 2024 (Fotoğraf: Seda Kurt Şengün).

BioPoetik Stüdyo olarak, Adramytteion Kazı Ekibi ve İda Madra JeoPark iş birliğiyle 14-15 Kasım tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz bu teknik gezi ile modül 2 “BiyoKarşılıklılık (5)” kurgu kavramı odağında devam eden tasarım çalışmalarımız için kuzeyde Ören Adramytteion, güney sahada Badavut güzergahı üzerinde, milyon yıl önceden günümüze taşınan birer tabiat mirası jeositler ve kültür mirasları olan antik devir taş ocaklarını, jeomorfoloji, coğrafya, arkeoloji anlatılarıyla yerinde inceleme şansı yakaladık. 

Bizzat tabiatın içinde, mevcut maddeler ve varlıkları, etkileri araştırmaya odaklı bir yapıyla, tartışmalar ve kritiklerle yürüyen BioPoetik Stüdyo pratiği, değerli iş birlikleriyle geliştirilmiş disiplinler arası bilimsel içerik ve paralel pedagojik pratikler ile üçüncü dönem peyzaj mimarlığı öğrencilerimiz için özgün bir temel stüdyo. Yerkürenin kümülatif bilgisini lokal için derliyor, bilimsel bir yaklaşımla çalışabilme ve düşünebilme deneyimini eylemlere dönüştürmeyi önceliyor.

“Taş ile Diken için Bir Mülk”, günümüzde hakları olan resmi bir mülk olamasa da, şimdi Lale Adası’nda çok sayıda insanı çağırabilecek iri ölçülerdeki yapıların arkalarına sıkıştırılmış bir yaşamı sürdürüyor. Hem milyon devirlik bir yerküre mirası hem de bir kültürel mirası içine almış hayret edilecek bir yaşam bu. Fakat bu ortak mirası apaçık insanlar, yerli toplum sahiplenmiyor. Öyleyse bir süredir tutarsızlıklara da tanık oldukça, insanlar için iklimi, adaleti düşünmeyi bıraktım. Taşlar ve dikenler bir örnek ve paha biçilemez bu birlikteliği, yaşamımızı korumaya çalışıyorlar belli ki ve daha birçok örneği gözlerimle görmeye devam ediyorken mülklerce taş ile diken diyorum.

Kaynaklar

  1. Seda Kurt Şengün, BioPoetics Studio, Module I Project “A World within a World”. İstanbul Teknik Üniversitesi, Kasım 2024.
  2. Seda Kurt Şengün. Yeni Bir Doğa Düşüncesinde Fotoğraf. Peyzajı Açmak, Sy. 67-75. YEM Yayınları, 2022. 
  3. Hikmet Birand. Alıç Ağacı ile Sohbetler 1971. İş Bankası Yayınları, 2014.
  4. Michel Serres. Doğa ile Sözleşme. YKY. 1990.
  5. Misafir Öğretim Görevlisi Seda Kurt Şengün. BioPoetics Studio (2024-2025 Güz). İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü: Landform and Built Environment, 3. dönem tasarım stüdyosu özgün başlığı ve yerküre-meta, bilim-estetik ikiliği üzerine içerik üretimi. BioPoetics Studio bir önceki stüdyo ile bağlar kurmaktadır: Seda Kurt Şengün. Landscape as Strata: Between Production and Consumption (2022-2023 Güz). İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü: Landform and Built Environment, 3. dönem tasarım stüdyosu özgün başlığı ve yerküre-meta ikiliği üzerine içerik üretimi.

“Bugünün politik, ekonomik, ekolojik krizler dünyasında ana akım mimarlığın açmazlarına işaret etmeyi; büyüme ve ilerleme odaklı, hafriyatçı, doğanın ve emeğin sömürülecek kaynaklara indirgendiği kentleşme ve mimarlık pratiklerinin niçin sürdürülemez olduğunu; “başka türlü” mimarlıkların aciliyetini ve yaşanabilir bir gelecek için potansiyellerini gündemde tutmayı amaçlıyorum…”

Yağmur Yıldırım
Apaçık Radyo


Radyo Dalgalarında İklim Adaleti ve Mimarlığı Konuşmak

Türkiye’de iklim adaleti savunuculuğu denildiğinde akla ilk gelen isimlerden birinin Açık Radyo olduğunu söylemek kimseyi şaşırtmaz sanırım. Bu yıl otuzuncu yaşını kutlayan, “kainatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine açık” radyomuz, iklim krizini ve bu krizin pek çok toplumsal, ekonomik, politik veçhesini gündemde tutmaya her zaman gayret etti ve ediyor. İklim değişikliği olgusunun geniş kitlelerce kabullenilip ana akım medyada kendisine yer bulmasından çok önce bu konu radyoda enine boyuna konuşulur, toplumsal bilinç yaratmaya uğraşılırdı; hatta pek çok dinleyici, böyle bir konudan Açık Radyo ile haberdar olduğunu mektuplarında paylaşır. Türkiye’nin çok hareketli politik gündeminde çoğu haber bülteninin ancak sonlarına doğru veya tematik bir köşede kendine yer bulabilen iklim haberleri, güne başlarken Açık Gazete’nin her zaman ilk sözleri, programın omurgası olageldi. Günlük haber programları dışında da gönüllü programcıların hazırlayıp sunduğu Açık Yeşil, Altın Saatler, Ekoloji Politik, Gezegenin Geleceği, İklim Kuşağı Konuşuyor, İklim Habercileri, Antroposen Sohbetler, Biofilia gibi pek çok program, konusunu iklimden, afetlerden, ekolojiden alıyor. Radyo dalgaları değişen iklimin ve sonuçlarının, hem Türkiye’nin hem dünyanın pek çok yerinde yürütülen hak mücadelelerinin, sivil toplum girişimlerinin seslerini taşıyor.  

2011 yılından beri her perşembe Açık Radyo’da (yeni ismiyle Apaçık Radyo’da) yayımlanan, 2014 yılından beri hazırlayıp sunduğum Açık Mimarlık programında da bu konuları mimarlık-mekan üretimi odağında tartışan sayısız yayın yaptık. “Mimarlığın tüm halleri üzerine konuşmalar” sloganını taşıyan bir programda aksi olamazdı zaten; burada mimarlığı yalnız mimarların konuştuğu bir alan olmaktan çıkarmayı, mekanı kullanıcılarıyla birlikte, farklı perspektiflerden, farklı seslere ve deneyimlere alan açarak konuşmayı gözetiyorum. Konuşamayanlara, sesi kısılanlara ya da duymazdan gelinenlere ses olmayı çok önemsiyorum. Bugünün politik, ekonomik, ekolojik krizler dünyasında ana akım mimarlığın açmazlarına işaret etmeyi; büyüme ve ilerleme odaklı, hafriyatçı, doğanın ve emeğin sömürülecek kaynaklara indirgendiği kentleşme ve mimarlık pratiklerinin niçin sürdürülemez olduğunu; “başka türlü” mimarlıkların aciliyetini ve yaşanabilir bir gelecek için potansiyellerini gündemde tutmayı amaçlıyorum. 

Doğal afetlerin ne kadar “doğal” olduğunu, ana akım mimarlığın iklim krizi ile ilişkisini, ekolojik krizleri derinleştiren mega projeleri şimdiye kadar pek çok programda mimarlık gündemi üzerinden tartışmaya çalıştım* (örn. Kentleşme ve Sel, 27.08.2015; Depremler, Afetler ve Mimarlık, 22.09.2016; Afetler ve Kentlere Etkileri, 18.08.2016; İklim Değişikliği ve Ekoloji Gündemi, 28.08.2019; İklim Krizi ve Mimarlık Gündemi, 08.06.2017; 31.01.2019; İklim Krizini Fırsata Çeviren Mega Projeler, 04.09.2019; Hakikat Sonrası Politika, 08.05.2019). 

Bununla beraber, insan faaliyetlerinin gezegeni biçimlendirdiği jeolojik dönemimize işaret eden antroposen çağı tartışmalarındaki muğlak “insanlık” anlayışının tehlikelerine, bunun göz ardı ettiği sınıf, toplumsal cinsiyet, etnisite gibi farklılıkların yarattığı kırılmalar ve çelişkileri pek çok programda dile getirdik, bu konu üzerine çalışan araştırmacıları dinledik. (örn. Ayşen Ciravoğlu, Elif Kendir ve Ezgi Tezcan ile söyleşi, 25.07.2019; Eray Çaylı ile söyleşiler, 17.05.2018; 29.10.2020; Evren Uzer ile söyleşi, 17.01.2019). 

Bir başka deyişle, bugünün krizlerinde “hepimizin aynı gemide olmadığına” dikkat çekmeye çalıştık. Bunu yaparken de toplumsal cinsiyet, sakatlık, insan sonrası gibi farklı perspektifleri davet ettik (örn. Gizem Kıygı, Emir Küçük ve Tolgahan Akbulut ile çocuk, 20.02.2020; Evren Uzer ile sakatlık, 11.05.2023; Aslı Odman ile halk sağlığı, 17.10.2019; Yelta Köm ile teknokapitalizm, 03.12.2020; Aslı Odman ve Mine Yıldırım ile insan olmayanlar, 01.06.2023; 12.12.2019). 

İklim adaleti tartışmalarının merkezindeki konulardan biri de sömürüye ve tahakküme dayalı yapma biçimlerimizi değiştirmemiz, hayatın örgütlendiği temelde bir dönüşüme olan acil ihtiyacımız. Açık Mimarlık’a bu tartışmaları mekanın üretimi özelinde taşıyarak mimarlığın yapma biçimlerine dair başka olasılıkların, yeni bir mimarlık dağarcığının mümkün olup olamayacağını pek çok konukla değerlendirdik (örn. İlker Kahraman ile dirençli kentler, 23.02.2023; Enise Burcu Derinboğaz ile ekolojik restorasyon ve ekosistem sürdürülebilirliği, 19.09.2019; Can Sucuoğlu ile göç, mimarlık ve aciliyetler, 17.09.2015; Şebnem Yücel ile restoratif mimarlıklar, 02.04.2021; Bahar Bayhan ve Ayça Yüksel ile kentlerde iyilik hali, 14.03.2024; Dilara Atalay, Emre Gündoğdu, İdil Bayar, Merve Gül Özokcu ile mimarlıkta “yapmamak” ilkesi üzerine, 18.01.2024). Basmakalıp sürdürülebilirlik yaklaşımlarının ötesine geçen, iklim adaletini ve kentsel müşterekleri gözeten, ilham verici örnekleri tasarımcılarıyla konuştuk. (örn. Koray Velibeyoğlu, Mert Uslu, Yusuf Kurucu ve Didem Yaygel ile Sasalı Biolab İklim Duyarlı Tarım Eğitim ve Araştırma Enstitüsü projesi, 18.03.2021; Aslıhan Demirtaş ile insan merkezci olmayan mimarlık yaklaşımları, 18.05.2017; Emir Drahşan ile ekoköy projeleri, 27.06.2019; Gül Köksal ve Pelin Kaydan ile Başka Bir Atölye, 06.11.2019; Emre Gündoğdu ve Mina Öner ile doğal yapı üretimi, 17.11.2022; Yüksel Demir ile Antarktika’daki iklim araştırma üssü üzerine, 20.11.2019). Bu ihtiyaçların ve arayışların mimarlık pratiğinin yanı sıra mimarlık eğitimindeki yansımalarına da yer verdik; mimarlık müfredatlarını, stüdyo kültürünü, eleştirel pedagojileri inceledik (örn. Sevgi Türkkan ve Ahmet Sertaç Öztürk 01.07.2021; Gülşah Aykaç, 25.03.2021; Erdem Üngür ve Emre Gündoğdu, 15.08.2024). 

İklim krizinin ve kentleşme biçimlerimizin doğa olaylarını afetlere dönüştürmesini, bu afetlerin mevcut adaletsizlikleri daha da derinleştirmesini programlarda sık sık işledik. Covid-19 pandemisi yaşanırken, meseleyi salgın odağında tartışan seri programlar yayımladık (örn. salgınlar ve mimarlıkta büyümeme anlayışı, 12 Mart 2020; Covid-19 ve toplumsal cinsiyet üzerine Selda Tuncer, 11.03.2021; salgınlar ve mekansal adaletsizlikler üzerine Eray Çaylı 24.12.2021; Evren Uzer ve Cenk Dereli, 18.06.2020; Gizem Kıygı, 02-09.04.2020; salgınlarda mimari çözümleri yeniden düşünmek üzerine Esra Sert, Zeynep Çınar ve Ayşenur Kara, 04.06.2020; salgında yerel örgütlenmeler ve aktivizm üzerine Evren Uzer, 28.05.2020). Güncel olaraksa, iki yıla yaklaşan bir süredir bölgedeki insanların hala temel ihtiyaçlarına erişimde sorunlar yaşadığı, yıkıcı 6 Şubat depremlerinin derinleştirdiği toplumsal adaletsizlikleri ve mimarlığın buna nasıl yanıt verebileceği üzerine çok sayıda yayın yaptık ve bu konuya dikkat çekmeyi sürdürüyoruz (örn. Eray Çaylı ile depremin politikliği 02.03.2023; Özlem Aslan ile toplumsal cinsiyet, 14.02.2023; Emre Gündoğdu, Alp Arısoy ve Onur Atay ile kentsel örgütlenme modelleri, 16.03.2023; Evren Uzer ile geçici barınma, 23.03.2023; Emre Gündoğdu, Merve Gül Özokcu, Burak Aydın ve Cansu Dinç ile afet sonrası yeniden inşa, 01.06.2023; Pelin Pınar Giritlioğlu ile İstanbul depremi ve kentsel dönüşüm üzerine, 04.01.2024). 

Notlar

*Bu yazıda alıntıladığım tüm programları Açık Mimarlık’ın kayıt arşivinden dinleyebilirsiniz: (https://apacikradyo.com.tr/program/acik-mimarlik), (https://open.spotify.com/show/1JZwz895D3da3vY6hCM8eX).