ALA Architecs Kurucu Ortağı Samuli Woolston

“Tasarladığımız yapıların işlevlerini, anlamlarını ve nasıl kullanıldıklarını gösteren bir mimari dil oluşturmaya çalışıyoruz…”

AURA İstanbul ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Bölümü ortaklığında düzenlenen “Art & Architecture: Conversations on Architecture and Art without Boundaries” başlıklı panel kapsamında Türkiye’ye gelen Finlandiyalı mimar ve sanatçılar arasında yer alan Samuli Woolston ile kurucuları arasında bulunduğu ALA Architects’in tasarım süreci ve mimari yaklaşımları üzerine konuştuk…

Ebru Şevli ALA Architects’ten önceki mimari yolculuğunuzdan ve mimarlığa olan ilginizi nasıl fark ettiğinizden bahsedebilir misiniz?

Samuli Woolston Ailemdeki 13. mimarım. Annem, hepsi mimar olan üçüzlerden biri ve kendisi de dahil tüm kardeşleri mimarlarla evlendi. Ayrıca ağabeyleri ve onun eşi de mimar. Dolayısıyla, tüm aile toplantılarında bol bol mimarlık hakkında konuşulurdu. Babamsa, bana mimar olmamamı, en azından başka seçenekleri de göz önünde bulundurmamı ve otomatik olarak mimarlığı seçmekten kaçınmamı söylüyordu. Ama ben ilgilenmeye başladım. Demek istediğim, seyahat ederken ebeveynleriniz size ilginç şeyler gösterdiğinde binalara farklı bir şekilde bakmaya başlıyorsunuz. Bu yüzden, doğal olarak mimarlık ilgimi çekiyordu. Helsinki Teknoloji Üniversitesi’nde mimarlık bölümüne başvurdum, kabul edildim ve her şey böyle başladı.

ALA Architects’in Juho Grönholm ve Antti Nousjoki ile birlikte üç kurucu ortağından birisiniz. Firmayı 2005 yılında, Norveç’in Kristiansand kentinde yeni bir tiyatro ve konser salonu tasarlamak için düzenlenen uluslararası bir yarışmada birincilik ödülünü kazandıktan sonra kurdunuz. Bize bu projeden bahsedebilir misiniz? Sizce uluslararası bir yarışmada birincilik ödülü almanızı sağlayan ana neden neydi?

SW Başladığımızda Janne Teräsvirta’nın da yanımızda olduğunu söylemeliyim. Başlangıçta dört kişiydik ama o yaklaşık on yıl önce ayrıldı. Bu, 29 yaşındayken tasarladığımız bir projeydi. İçimizden biri henüz mezun olmamıştı ve geri kalanımız da yeni mezun olmuştu. Helsinki’deki ofislerin hiçbirinin yeterince ilgi çekici olmadığını düşünüyorduk. Ya kendi ofisimizi kurup işleri kendimiz yapmaya başlamalıydık ya da yurt dışına gidip ilginç bazı şirketler için çalışmalıydık. Aslında, o zamanlar Antti zaten Rotterdam’da OMA için çalışıyordu, Juho da yarışmayı kazandığımızda OMA’ya iş başvurusunda bulunmuş ve işe alınmıştı. Tabii ki sonra gitmedi.

Yarışmaya başvurmak oldukça pahalıydı, yarışma programının materyalleri için ödeme yapmamız ve fiziksel modeli inşa edecek bir profesyonel bulmamız gerekiyordu. Bu yüzden ailelerimizden, arkadaşlarımızdan ve tanıdığımız diğer insanlardan borç almak zorunda kaldık; çünkü bu bizim için gerçekten büyük bir sıçrama olacaktı. Sonra yarışmaya çok büyük bir ilgi olduğunu öğrendik, bu yüzden ödülü kazanma konusunda umutsuzduk. Ama bence konsept, binanın ana fikri, basit ama güçlüydü. Şekli biraz duygusaldı, bir çekiciliği vardı ve bir bakıma “sempatikti”. Bence en büyük neden buydu. Ana fikir, gerçek dünyayı tiyatronun fantastik atmosferinden ayıran büyük dalgalı bir duvar oluşturmak ve bunun bir mimari form olarak ifade edilmesiydi.

Diğer önerilerin çoğu bir dizi kutu gibiydi. Aslında, Bjarke Ingels de öneri olarak dalgalı basamaklı form içeren bir proje tasarladı. Öneri çok güzeldi ama jüri tarafından gerçekten zorlu hava koşullarına sahip olan o yerde teknik açıdan zorlayıcı bulundu. Başka güzel başvurular da vardı.

Hala hatırlıyorum, 1 Şubat 2005’te bir telefon geldi ve birisi Norveççe konuşmaya başladı. “Evet, ben Bay Woolston, neden aramıştınız?” diye sordum. O sırada ofiste önümde oturan ve tüm sahneye tanıklık eden çalışma arkadaşımız, tamamen bembeyaz olduğumu ve düzgün konuşamadığımı söyledi. Yani bu aslında büyük, fantastik bir şoktu. 

Kilden Performans Sanatları Merkezi. ©Tuomas Uusheimo

Kilden Performans Sanatları Merkezi. ©Tuomas Uusheimo

 AURA İstanbul ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Bölümü ortaklığında düzenlenen Art and Architecture panelinde konuşma yaptınız. Seçtiğiniz başlık olan “Form Olarak Jest”in hikayesinden bahsedebilir misiniz? Sizce sanat ve mimarlık arasındaki ilişki son ürünün estetik değerinin ötesine nasıl geçebilir?

SW Biz ilk eskizlerde binaya herhangi bir ifade vermekten kaçınmaya çalışıyoruz. Mahal programının katı bir analiziyle başlıyoruz. Mükemmel bir diyagram oluşturmaya çalışıyoruz, bu planın zihin haritası gibi bir şey. Yapının nasıl çalıştığını ve her bir işlev için mükemmel konumun ne olduğunu gösteriyor. Birçok şeyin zemin katta olmasını istiyoruz, ancak hepsini zemin katta bulunduramayız, bu nedenle farklı katlara da yerleştirmemiz gerekiyor. Bu diyagram elbette zamanla bir şekil almaya başlıyor ama nasıl çalıştığından gerçekten memnun olana kadar neye benzeyeceğini düşünmekten kaçınmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda insanlara bu binanın ne olduğunu, işlevini, yerel halk ve ziyarete gelenler için anlamının ne olduğunu nasıl anlatacağımızı ve bunu nasıl göstereceğimizi düşünmeye başlıyoruz; ve tabii ki insanların burayı kullanmasına nasıl yardımcı olacağımızı… “Jest (gesture)” ile kastettiğim aslında bu.

Daha önce tartıştığımız Kilden Konser Salonu’nda, büyük dalgalar insanlara burada oditoryumlar olduğunu söylüyor. İçeride ne olduğunu gerçek anlamda gösteriyor. Bu üç kıvrımın arkasında üç salonumuz olduğunu anlayabiliyorsunuz. Formların arasındaki kesikler çok belirgin girişler sunuyor. Ama tabii ki bu bir yandan tepenizde duran, sizi koruyan, etkileyici de olan büyük ve görkemli bir yüzey.

Kristiansand Belediyesi, şehir için bir anıt istiyordu. Baskıcı anlamda anıtsal binalar tasarlamayı sevmiyoruz ama yine de bu yapıya bir “anıt” diyebilirsiniz çünkü tüm şehir tarafından görülebiliyor ve varlığı büyük bir yer kaplıyor. Bu jestin birden fazla anlamı var ama aynı zamanda sizi içeriye davet ediyor, yapının ulaşılabilir olmasını sağlıyor.

Sanat ve mimarlık hakkında ise; tabii ki sanatçılar da eserlerinden önce bağlamlarını analiz ediyorlar, bu sanatçılar arasında yaklaşımlarına göre değişiklik gösterebilir. Ancak mimaride kullanıcılara karşı doğrudan sorumluluklarınız var, kullanılabilecek bir bina yapmak zorundasınız ve toplum için rahatsız edici bir şey yapamazsınız. Bu bir kamusal yapı için özellikle önemli. Biz de biçim veriyoruz, belki bir heykeltıraşın yapabileceğine benzer şekillerde, ama oldukça bilinçli olmaya çalışıyoruz. Bir bakıma da oldukça açık ve anlaşılır olmaya çalışıyoruz, sanatçılardan farklı olarak, çünkü onlar genellikle daha soyut olmayı tercih ederler. Elbette binalarımızda sanatçılarla çalışmayı ve enstalasyonlar vb. için iş birliği yapmayı seviyoruz ama bence en büyük fark bu.

Art & Architecture Panelistleri ve AURA İstanbul kurucu üyeleri. Yılmaz Değer, Kurtul Erkmen, Hüseyin Yanar, Seppo Salminen, Samuli Woolston, Kaarina Kaikkonen, Sinan İzgi.

Art & Architecture Panelistleri ve AURA İstanbul kurucu üyeleri. Yılmaz Değer, Kurtul Erkmen, Hüseyin Yanar, Seppo Salminen, Samuli Woolston, Kaarina Kaikkonen, Sinan İzgi.


Samuli Woolston, Gesture as Form.

Samuli Woolston, Gesture as Form.

 Helsinki merkezli bir tasarımcı ve Kuzey şehirlerine aşina biri olarak; o coğrafyada kamusal veya kültürel binalar tasarlarken karşılaştığınız en büyük zorluklar nelerdir?

SW Yıl boyunca sıcaklık -35 ile +35 arasında değişebiliyor, 70 derece sıcaklık farkımız var ve bu çok büyük bir aralık. Tabii ki bu, örneğin çelik yapı elemanları dışarıdaysa, boyutunun çok değişeceği anlamına geliyor. Bu nedenle taşıyıcı çeliği duvarların arkasında tutmaya çalışıyoruz. Dışarıyla temas halinde olan her şeyin genleşmesini hesaba katmalısınız, oldukça fazla hareket edeceklerdir. Yük taşıyıcı yapı bileşenleri ahşap bir duvarın veya ahşap bir tavanın arkasında olmalı; birbirlerine göre farklı şekilde hareket edecekleri hesaba katılmalı. Binaların bazı kısımlarının hareket etmesine izin vermeniz gerekiyor ve bazen bu oldukça karmaşık detaylar anlamına geliyor. Ayrıca, soğuğu dışarıda tutmak için her şeyin yalıtılması gerekiyor, bu nedenle her katman İstanbul’da ihtiyaç duyabileceğinizden daha kalın olma eğiliminde. Ve tabii ki su orada daha büyük bir sorun çünkü çok çabuk donuyor. Eğer herhangi bir yere su sıkışırsa, ardından donar ve malzemeler kırılır. Bu her yerde bir sorun ama Finlandiya gibi soğuk ülkelerde daha ciddi bir sorun.

Küresel ölçekte çalışan bir mimarlık firmasısınız, projeleriniz Hindistan’dan İtalya’ya kadar geniş bir haritaya yayılmış durumda. Bu kadar farklı kültürler için kamusal yapılar tasarlamanın bir zorluğu var mı? Bir ülkeye henüz yabancıyken yeni bir projeye ilk olarak nasıl yaklaşıyorsunuz?

SW Farklı ülkelerde yarışmalara katılıyoruz ancak dünya çapında yaptığımız işler çoğunlukla Finlandiya Büyükelçilikleri, yani bir bakıma bunlar da Fin projeleri. Bunun dışında, zaten var olan yapılar için yenileme projeleri yapıyoruz. Yani kültürel bir sorunumuz yok çünkü o yapılar ve mimari bizden önce zaten vardı. Ama tabii ki yarışmalarda, mekanı anlamaya çalışmak için orayı ziyaret etmeyi ve neler olup bittiğini öğrenmek için çok okumayı seviyoruz. Bence en zor şey, sterotiplerin sizi cezbetmesi. Bir ülkeye ilk gittiğinizde, orada atıfta bulunmak istediğiniz bir tür bina ya da malzeme dikkatinizi çekiyor. Ama bu acele, projenizi derinliksiz bir hale getiriyor ve bence en büyük tehlike de bu.

Farklı ölçeklerde ve ülkelerde projeler tasarlarken tasarımınızda değişmeyen şeyler nelerdir? Tasarım yaklaşımınızın temel özelliklerini nasıl tanımlarsınız?

SW Bunu sormanız keyiflendirici, çünkü tam olarak aynı görünmekten kaçınmaya çalışıyoruz. Diğer tüm kararları verdikten sonra mimariyi ortaya çıkarmak için her durumdan ayrı ayrı ilham almaya çalışıyoruz. Ama tabii ki günün sonunda beğendiğiniz bazı şeyler oluyor ve benzer formlar ile malzemeler kullanıyoruz. Birkaç farklı tipolojimiz var; metro istasyonlarımız çok farklı çünkü yerin üstünde hiçbir şey yok. Farklı bir mantığı ve arka planı olan kuleler tasarlıyoruz. Ancak en çok geniş ahşap yüzeylere sahip kamusal binalarımızla tanınıyoruz ve belki de çoğu insan için en heyecan verici özellikler bunlar. Ancak bu benzerlikler bile farklı nedenlerden kaynaklanıyor. Kilden Gösteri Merkezi’nde bu, oditoryumları tanımlayan o perdeye sahip olmakla ilgili… Oodi Kütüphanesi’nde insanları toplamak için büyük bir tonoz yapmak, Helsinki Havaalanı Uzantısı’nda ise seyahat ve havaalanının stresli ortamında sakinleştirici bir varlığa sahip olmaya atıfta bulunan, baş aşağı bir manzarayla ilgiliydi. Yani sebepler çok farklıydı. Teknik olarak da çok farklılar, farklı inşaat teknikleri gerektiriyorlar. Ama sonunda bir şekilde benzer formlar kullanıyoruz, bu kaçınılmaz bir şey.

Oodi Kütüphanesi. ©Tuomas Uusheimo

Oodi Kütüphanesi. ©Tuomas Uusheimo

 Büyük ölçekli ve uluslararası projelerinizin yanı sıra mimarlık eğitimiyle de iç içesiniz. Son olarak bize Finlandiya’daki eğitim sisteminden bahsedebilir misiniz? Pratik ve teori arasındaki ilişkiye nasıl yaklaşıyorsunuz?

SW Bizim mimarlık eğitimimiz “Bauhaus” temelli, yani ellerinizle bir şeyler yapmak ve işlevsel binalar tasarlamakla ilgili. Edinburgh Üniversitesi’nde de bir yıl okudum ve onlar çok daha teorikti, örneğin gölgeler ve yansımalar hakkında bir ders hatırlıyorum ve sadece “efektler” tasarlıyorduk, bina tasarımı yoktu. Çok fazla tartışma ve teorisyenlere bolca referanslar vardı. Finlandiya’da aldığım eğitimde bu tarz bir teorik altyapı sağlanmıyordu, bu yüzden benim için çok ilham vericiydi. Sanırım bundan sonra ortaklarımız “Şu binayı şu şekilde yapmalıyız.” demek yerine okumak, metaforlar kullanmak ve soyut fikirlere atıfta bulunmakla ilgilenmeye başladılar. Kelimeleri kullanmayı seviyoruz ama bir yandan da sürekli çizmeye devam ediyoruz. Bence mimari bir proje oluştururken en büyük ve en ilginç şey, fikrinizden veya soyut düşüncenizden “şekil” gibi bir şeye atlamaktır; bunu tanımlamak, mantıklı bir adım gibi açıklamak biraz zordur ve belki de çoğu zaman o kadar da mantıklı açıklanamaz. En azından, insanların bir dereceye kadar mantığı görebilmelerini isteriz, bu her zaman en zor kısımdır.

Birkaç yıl önce Helsinki’deki Aalto Üniversitesi’nde Mimari Teori ve Tasarım üzerine bir ders vermiştim. Öğrenciler bir hafta boyunca yalnızca okuyup yazıyor, ardından bir hafta boyunca sadece tasarım yapıyor ve bunu sekiz hafta boyunca tekrarlıyorlardı. Tema okulun dekanı tarafından verilmişti ve “mimari süsleme”ydi, bu yüzden “Süsleme ve Cürüm” ve bu tür klasiklerle başlamak zorundaydık. Sadece bir hafta boyunca çizim yapmanız gerektiğinde bunlar çok kabataslak fikirler oluyor ama yine de bu sıçramayı pratik etmek iyi oluyordu.

Kapak fotoğrafı: ©Vilhelm Sjöström