Afet Sonrası Kültürel Miras Koruma Çalışmaları
Afet sonrası kültürel mirasın korunması, yalnızca teknik bir mesele değil; etik ilkeler, yerel katılım, hukuki çerçeve ve kentsel hafıza arasındaki çok katmanlı ilişkilerle yeniden düşünülmesi gereken bir süreç. Dosya sayfalarında mimarlara ve akademisyenlere Türkiye’nin deprem riski altındaki bölgelerinde doğru koruma yaklaşımının nasıl seçileceğini, yerel envanter ve dijital arşivleme sistemlerinin nasıl kurgulanabileceğini, parçalanmış tarihi dokunun hangi ölçütlerle yeniden inşa edilebileceğini ve bu süreçte toplum katılımının önemini sorduk.
Hazırlayan: Ebru Şevli, Mimar
Ülkemizde yüzyıllardır sürekli bir risk olan depremler, iklim krizi kaynaklı gittikçe daha sık ve şiddetli gerçekleşen yangın ve sel felaketleri yaşamlarımız için tehdit oluşturmaya devam ediyor. Bu afetlerin yıkıcı ve yok edici sonuçları yalnızca can ve mal kaybıyla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda kentlerin doğal, kültürel ve mimari mirasını, dolayısıyla kolektif hafızasını da tehlike altında bırakıyor. Türkiye gibi deprem kuşağında yer alan bir ülkede, kültürel varlıkların korunması ve belgelenmesi süreci bu nedenle ayrı bir hassasiyet gerektiriyor. 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli olarak gerçekleşen ve 10 ili doğrudan etkileyen büyük deprem felaketi, bu açıdan çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Bu felakette, Antakya’dan Gaziantep’e, Diyarbakır’dan Adıyaman’a kadar birçok yerde kültürel miras alanları, tarihi kent dokusu ve anıtsal yapılar ya ciddi şekilde zarar gördüler ya da tamamen yıkıldılar.
Afetin ardından, koruma ve belgeleme süreçlerindeki yetersizlikler, gerek hızlı müdahale eksikliği, gerekse kapsamlı bir dijital veya fiziksel arşiv altyapısının önceden oluşturulmamış olması, telafisi güç kayıplara yol açtı. Oysa bir kente ya da bölgeye dair kültürel ve mimari mirasın envanterinin çıkarılması, detaylı ve çok katmanlı bir belgelemenin afet öncesinde tamamlanması gerekir. Bu tür hazırlıklar yalnızca koruma müdahalelerinin yönünü ve yöntemini belirlemekle kalmaz; aynı zamanda kentin kimliğini, belleğini ve tarihle olan sürekliliğini koruma şansı sunar.
Türkiye gibi afetlere açık coğrafyalarda bu sürekliliği sağlamak için mimari bütünlük ve tarihi yapı stoku yalnızca fiziksel varlıklar olarak değil, aynı zamanda toplumların hafızasının taşıyıcıları olarak ele alınmalıdır. Yapılar arasındaki tarihsel süreklilik ve kent dokusunun devamlılığı, yalnızca turistik ya da estetik değer açısından değil; kentin belleğini ve kentlinin aidiyet duygusunu muhafaza etmek açısından da elzemdir. Öncelikli olarak afetlerden en az seviyede hasarla çıkmak için dirençlilik stratejileri gerekse de, var olan gerçeklik koşullarında kaybettiklerimiz için koruma ve arşiv pratiklerimiz de büyük önem taşıyor.
Bu noktada uluslararası koruma yaklaşımlarında da farklı görüşler ve tartışmalar ön plana çıkıyor. Koruma, restorasyon ve rekonstrüksiyon gibi yöntemler, her biri kendi avantaj ve dezavantajlarını barındıran üç temel yaklaşımı temsil ediyor. Kimi uzmanlar yalnızca mevcut malzemeyi ve izi korumanın anlamlı olduğunu savunurken, bazıları kültürel hafızanın ancak rekonstrüksiyonla sürdürülebileceğini ileri sürüyorlar. Özellikle afet sonrası hızlı müdahale gerektiren durumlarda bu yöntemlerden hangisinin seçileceği, etik, teknik ve toplumsal hafıza açısından karmaşık bir tartışmanın parçası haline geliyor.
Sonuç olarak, afet sonrası kültürel ve mimari mirasın korunması yalnızca bir restorasyon ya da inşa meselesi değil; kapsamlı bir belgeleme, doğru yöntem seçimi ve toplumsal belleğin sürekliliğini sağlama sorumluluğu olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye gibi afete açık ülkelerde bu sorumluluğun sistematik ve sürekli bir çalışma haline gelmesi önem taşıyor. Bu kapsamda Dosya sayfalarında mimarlara ve akademisyenlere Türkiye’nin deprem riski altındaki bölgelerinde doğru koruma yaklaşımının nasıl seçileceğini, yerel envanter ve dijital arşivleme sistemlerinin nasıl kurgulanabileceğini, parçalanmış tarihi dokunun hangi ölçütlerle yeniden inşa edilebileceğini ve bu süreçte toplum katılımının önemini sorduk.
“Antakya önemli… Sadece Antakyalıların büyük sorunlarını sona erdirmek nedeniyle değil, depremin yıkıcı etkisinin, toplumsal mağduriyetin büyüklüğünü, sorunlarla nasıl baş edilebileceğini ya da tersini örneklemesi nedeniyle önemli…”
Aslı Özbay, Mimar
Antakya’nın Yeniden Doğuş Mücadelesi: Depremden Alınması Zorunlu Dersler ve Umut Veren Örnekler
Deprem Tehdidinin Gölgesinde Unutulan Gerçekler
Deprem, hala ülkenin geleceğinin en önemli belirleyicilerinden olan bir tehdit. Deprem nedeniyle, Antakya örneği gibi neredeyse tümüyle yok olmuş kentlerimize akıtmakta olduğumuz maddi kaynaklar bugün yaşadığımız ekonomik darboğazın önemli sebeplerinden biri. Ve biliyoruz ki İstanbul’da hazırlıksız yakalanacağımız bir depremin yanında, bugün yaşamakta olduğumuz sorunlar “sorun”dan bile sayılmayacak… Ne var ki bir türlü bu konuya konsantre olamıyoruz. Yaşanmakta olan ana meselelerle toplumsal olarak yüzleşmeye, yaşanmakta olanlara odaklanıp sorun çözümlerinden öğrenmeye fırsat bulamıyoruz.
Mesela bu yazının kaleme alındığı günlerde Türkiye, yeniden alevlenen dev orman yangınlarıyla meşguldü: Ağustos başında Edirne, Çanakkale, Bolu, Hatay… dağlarında tutuşan ormanlarımız yine yürekleri dağladı. Arada yaşadığımız Balıkesir depremi, yıkılan binalar, ölenler –bir an için topluma deprem tehdidini yeniden hatırlattıysa da– etkisi çok kısa sürdü. Tek bir hafta geçmiyor ki ülkenin gündemi “Cumhuriyet tarihinin en büyük skandalı olabilir” kalibresindeki bir garabetle meşgul olmasın…
Antakya’da 31 Ay Sonra Hala Konteyner Hayatı
Bu sersemletici hengame arasında zaman zaman “Dünyanın En Büyük Şantiyesi” sloganıyla propaganda mecralarında yer alan Antakya’daki kentleşme serüveni ise olanca hoyratlığıyla sürüyor. Antakya önemli… Sadece Antakyalıların büyük sorunlarını sona erdirmek nedeniyle değil, depremin yıkıcı etkisinin, toplumsal mağduriyetin büyüklüğünü, sorunlarla nasıl baş edilebileceğini ya da tersini örneklemesi nedeniyle önemli. Depremden sonraki otuz birinci ayın içindeyiz ve kentte hala iki yüz bin civarında insan problemli konteynerlerde yaşıyor. Kuraklık, susuzluk, eğitim ve sağlık hizmetlerinin eksikliği, ulaşımın zorluğu… Antakyalıların artık olağanlaştırdığı büyük dertler.
İnşaat Faaliyetlerinin Yükü ve Çevresel Etkiler
Havanın solunmasını imkansız hale getiren inşaat faaliyetine servis veren, gelişigüzel konumlandırılmış çimento santralleri, dinamitlerle korkutucu sarsıntılar yaratan onlarca taş ocağı, denetim zafiyetleri yüzünden endişeyle izlenen konut şantiyeleri ve bölgeye çalışmaya gelen dev işçi nüfus… Tümünün acil ve ortak hedefi, bir an önce inşaatların bitmesi, konutların sahiplerine teslim edilmesi. Ama bu hedefin bizatihi kendisi -süreç iyi yönetilmediği için- kentteki yaşamsal sorunların ana kaynağına dönüşüyor.
Rezerv Alan Tartışmaları ve Mülkiyet Sorunları
En temel sorunların başında kamuoyunu bilgilendirme eksiği geliyor. Alınmakta olan kararların kapalı devre sistemle yürütülmesi, tartışılamaz, itiraz edilemez oluşu; “Rezerv Alan” mevzuatının nerede, ne amaçla, nasıl kullanılmakta olduğunun belirsizliği ve sorgulanamazlığı; kentin boşaltılmış olan eski yapılı alanında yükselmekte olan yüzlerce tip TOKİ binasının yanı sıra, yapılaşmamış güzelim tarım ve zeytinlik alanlarının da yapılaşmaya açılıyor oluşu büyük sorun. Bu işlemler, “sağlam zemin” bahanesiyle özel mülkiyetleri gasp yöntemiyle yapılıyor. İtirazlar ve mahkemeler sürerken, şirket araçları jandarma desteğinde apansız bahçelere giriyor, tarım alanlarını tarumar ediyorlar. Ve hala eski Antakya’ya ne kadar yeni yaşam alanı ilave edildiğinin bilgisine ulaşamıyoruz. Açık olması gereken kaynaklar bu bilgileri vermiyor.
Hedeflenen Konut Sayısındaki Belirsizlik
Haziran 2023’te “Yüz yirmi beş bin yeni konut yapacağız” söylemiyle başlatılan sürecin otuz birinci ayında bugün, bürokratların beyanlarından anlıyoruz ki kapasite çok artırılmış ve artık Antakya için yüz doksan binin üzerinde konut hedefleniyor. (Hatay Valisi Masatlı’nın 10 Ağustos tarihindeki altı yüz konut teslim töreni konuşmasından) Bu sayının/ihtiyacın nereden çıktığı bilinmiyor. Depremden önce Antakya İlçesinde “yaklaşık” dört yüz bin, Hatay il sınırlarında sekiz yüz bin konut/hane olduğu kayıtlara geçirilmiş. (TMMOB-ŞPO raporlarından) Deprem sonrası yıkılarak tesviye edilen konut sayısının da “yaklaşık” dört yüz otuz bin civarında olduğu biliniyor. Dolayısıyla TOKİ üzerinden, devlet eliyle yapılması hedeflenen konut sayısı buradan bakınca mantıksız görünmüyor. Ama kentteki sosyal örgütlenmelerin bazıları bu sayıyı abartılı buluyor: Konutların önemli bir bölümüne “seçilmiş mültecilerin” yerleştirileceği ve demografik yapının değiştirilmesinin planlandığı, Antakya’nın stratejik olarak terk edileceği endişelerini dillendiriyorlar.

Resim 1. Antakya TOKİ projeleri.
Hız Uğruna Feda Edilen Mekansal Kalite
Bu kaotik ortam içinde, mekansal kalitenin, hız parametresinin çok gerisinde kalıyor oluşu bir başka büyük sorun. İktidarın, geçici konutlara odaklanarak daha makul sürelerde daha kontrollü bir yeniden yapılanma yöntemi izlemek yerine “kalıcı konutları en kısa zaman diliminde yapma” tercihi, aceleye şeytanın karıştığı örnekleri çoğaltıyor: İnşaat halinde ya da teslim aşamasındaki konutlardan her gün sosyal medyaya ulaşan video ve fotoğraflar, yeni yapılarda ne denli çok sayıda ciddi yapısal sorun olduğunu ortaya koyuyor. Denetim ve nitelikli imalat konusu hala ciddi bir mesele.
Umut Veren Azınlık: Pilot Bölge Örnekleri
Başından bu yana dile getirilen hedefler hiç tutturulamamış olsa da vaad edilen konutlar vaad edilen sürelerde teslim edilememiş olsa da bu süreç –yerel halkın hayatını kabusa çevirme pahasına– sürdürülüyor. Bu nedenle, araziye oturtulamamış, birbiriyle ilişkisi kurulamamış, potansiyel kamusal alanları harcayan yüzlerce tip yapının yakın bir gelecekte başımıza ne tür sorunlar açacağı, yine kader gibi yaşanarak görülecek.
Buraya kadar iç karartan bir felaket tellalı gibi görünsem de önümüzdeki büyük Marmara Depremi nedeniyle yaşanmakta olan sorunlardan doğru dersleri çıkarmamız gerektiği için acı gerçekleri hatırlatmak zorundayım. Ancak bardağın dolu bölümü de yok değil; iyi sonuç vereceğine dair büyük umut bağladığımız…

Resim 2. Habib-i Neccar Cami, 2021 (©Alper Şener).

Resim 3. Habib-i Neccar Cami, 2025 (©Alper Şener).
Kalite İçin Çaba Gösterenler
1 Numaralı Rezerv Alan içinde kalan ve “pilot bölge” adıyla anılan kentsel dokuda, Türkiye Tasarım Vakfı organizasyonuyla, on bir farklı tasarım ekibi tarafından projelendirilen yapı adaları artık iyice göze görünür hale geldi. Bu alan maalesef pilot bölge olamadı ve sadece dört bin beş yüz konut ve bin beş yüz dükkan ile sınırlı kaldı.

Şekil 1. Antakya Pilot Bölge
Ancak Atatürk Caddesi ve çevresinde ortaya çıkan yeni yapılar ve kentsel ölçek, Antakya’nın deprem öncesi kimliğine sınıf atlatır kalitede mekansal önermeler ortaya koyuyor. Tarihi dokunun yanı başında yer alıp apartmanlaşarak özgün ölçeği yok eden eski Kemal Paşa Caddesi çevresinde tamamlanmaya çok yaklaşan yeni doku, iki katı aşmayan eskiye uyumlu denemelerle (mimarlık camiasında çokça tartışılacağı kesin olsa da) kentsel ölçekte koruma alanına saygılı, krizi fırsata dönüştüren, kanımca doğru bir yol izliyor.

Resim 4. Depremden önce Atatürk Caddesi’nin durumu (TTV Hatay).

Şekil 2. Deprem sonra TTV Hatay çalışmaları kapsamında Atatürk Caddesi için önerilen master plan (TTV Hatay).

Resim 5. Atatürk Caddesi (Alper Şener).

Resim 6. Atatürk Caddesi (Alper Şener).

Resim 7. Kemal Paşa Caddesi ve Çevresi. (DB Mimarlık Arşivi).

Resim 8. Kemal Paşa Caddesi. (DB Mimarlık Arşivi).

Resim 9. Kemal Paşa Caddesi. (DB Mimarlık Arşivi).

Resim 10. Kemal Paşa Caddesi. (DB Mimarlık Arşivi).

Resim 11. Kemal Paşa Caddesi ve Çevresi. (DB Mimarlık Arşivi).

Resim 12. Uzun Çarşı, depremden önce (TTV Hatay).

Resim 13. Uzun Çarşı, depremden sonra (TTV Hatay).

Şekil 3. Uzun Çarşı, TTV Hatay tasarım önerisi (TTV Hatay).
Dönüşen yeni Antakya’da eğer günün birinde mimari ve kentsel bir kaliteden bahsedilebilecekse, bunun çok zor gerçekleşmekte olduğunu ve gerisinde TTV ekipleriyle, hepsine rehberlik eden Bünyamin Derman’ın bulunduğunu her seferinde hatırlatmak lazım. Dönemin hayal kıran sosyopolitik konjonktüründe, olmadık eleştiri ve hakarete göğüs gerip, vefa duygusunun tetiklediği büyük bir emek ile, Antakya’nın nitelikli geleceği için çabalamaktan vazgeçmeyen herkese bir kez de buradan şükranlarımızı sunalım.
“Herhangi bir doğal afet yaşanmadan önce, yaşadığı yerin kültürel varlıklarını, geçmişe dair izlerini ve anlatılarını sürekli toplamaya, gözden geçirmeye, arşivlemeye dönük bir çaba içinde olmak, mirasın değerinin bilinmesi ve dolayısıyla korunması yönünde en önemli adımlardan olsa gerek…”
Asu Aksoy, Prof. Dr., Emekli Öğretim Üyesi
Sanat ve Kültür Yönetimi, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Afetle Mücadelede Yerin Belleğini Kaydetmenin Önemi: Adalar Kültür Mirası Arşivi
Adalar Vakfı Adalar Müzesi, adaların kültür mirasının, bireysel ve toplumsal hafızasının tüm çeşitliliği ile araştırılması, arşivlenmesi, erişilebilir kılınması ve korunması için Adalar’ın Kültür Mirası Arşivi başlıklı uzun soluklu bir çalışma yürütüyor. Bu arşiv kapsamında Taşınmaz Kültür Mirası Envanteri, Adalılar, Adaların milli sporcuları ve Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde Adalar, Osmanlı Basınında Adalar, Adalar Dergisi ve Adalar Müzesi Kütüphanesi başlıkları yer alıyor (1). Taşınmaz Kültür Mirası Envanterinde tümü güncellenmiş üç adadaki (yani Büyükada, Heybeliada ve Burgazada) yaklaşık dokuz yüz taşınmaz kültür varlığının konumlarına, görsellerine, kimlik bilgilerine, bu yapılarda yaşamış insanlara, yapıların mimarlarına, ustalarına, geçirmiş oldukları değişimlere dair bilgilere ulaşılabiliyor (2). Benzeri şekilde Adalar Müzesi web adresinde yayında olan “Adalılar” veri tabanı üzerinden adalıların yaşamlarına, kişisel ve aile tarihlerine ilişkin anlatılarına ve bilgilere ulaşılabiliyor. Adalılar arşivinde yayınlanmış kaynaklardan Adalılarla ilgili bilgiler ve görseller olduğu gibi sözlü tarih görüşmeleri de yer alıyor. Adalıların aile tarihlerini, oturdukları evleri kime nasıl yaptırdıklarını, evlerin geçirdiği müdahaleleri, aile fertlerinin yaşam mücadelelerini, adalardaki yaşantılarını, komşuluk ilişkilerini, adaların sosyal hayatını, adalarda zaman içinde yaşanan dönüşümleri, güzel günlerin yanı sıra çalkantılı ve sıkıntılı dönemleri, hepsine ilişkin arşiv için sözlü tarih görüşmelerinde aktarılanları, katılımcılar tarafından verilen görseller eşliğinde okuyabiliyoruz. Bu tür sözlü tarih görüşmelerine dayanan anlatıların sayısı her geçen gün artıyor. Adalarda sözlü tarih atölyelerine ilgi ve katılım artıyor. Adalar Müzesi ekibi Taşınmaz Kültür Mirası Envanteri ile Adalılar Veri Tabanı’nı birbiriyle bağlantılandırarak karşılıklı konuşabilmelerini de sağladı. Böylelikle fiziki taşınmaz kültür varlıkları ile bu varlıklara işlemiş elle tutulamayan hikayeler birlikte görülebilmekte.
Bu sonu gelmeyecek muazzam bir gönüllülük katkısı ve katılım ile yürüyen yerin belleği çalışmasının özelliği tamamen yerel sivil toplum çabasına dayanıyor olması. Adalar Müzesi’nin kaynağı ziyaretçi ve gişe gelirleri ve Adalar Vakfı. Adalar İlçesi Belediyesinin ayni katkısı ötesinde yerel ve merkezi kamu idarelerinin kültür politikalarında bu tür bağımsız kültür yapılanmalarını desteklemek gibi bir öncelik yok. Adalar Müzesi, Adalıların katkıları ve çabaları ile gelişebiliyor. Bu durumun ilginç bir etkisi müzeyi yerel topluluğun beklentilerine çok daha açık ve cevap verebilir olması yönünde teşvik ediyor olması. Adalar Müzesi’nin giriştiği Adalar’ın Kültür Mirası Arşivi çalışması adalar toplumunun müzede kendisini geçmişi, bugünü ve geleceği ile görmek istemesi sonucu şekilleniyor ve devam ettiriliyor.
Adalar Müzesi’nin günümüzde müzeler tarafından uygulanan “katılımcı arşivcilik” yaklaşımına benzer bir gayret içinde olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre, toplumsal hafızanın tüm yönleriyle araştırılması, belgelenmesi çabasında sadece araştırmacıların değil, topluluk ile birlikte bilginin üretilmesi ve dijital yöntemlerle arşivlenmesi söz konusu. “Dijitalleştirme günleri” diye birçok müzenin günümüzde düzenlediği buluşmalarda, örneğin, yerel mukimlerin bir araya gelerek aile fotoğrafları, mektup gibi kamuya açılabileceğini düşündükleri belgeleri birlikte tarayarak arşive ekledikleri etkinlikler söz konusu. Adalar Müzesi de uzman arşivcileri ile birlikte çalışarak “Adalılar Arşivi”nin katılımcıların katkıları ile sürekli güncellenmesini ve birlikte geliştirilmesini hedefliyor. Bu tür çalışmalarla müzecilerin Adalılarla bir araya gelerek Adalar tarihini birçok başlık altında birlikte yazmaları söz konusu. Böylelikle bireyden başlayarak topluluğa uzanan farklı ölçeklerdeki yerele ilişkin bilgilerin birlikte değerlendirilmesi, konuşulması, ifade edilmesi, yazılması ve arşivlenmesi söz konusu oluyor. Toplumsal hafızaya ilişkin anlatının bir çeşit demokratikleşmesi ve hatırlama ve kaydetme çabasının da sahiplenilmesi sağlanıyor. Adalıların tüm katmanları ve çeşitliliği ile somut ve somut olmayan mirası araştırıyor, paylaşıyor, konuşuyor olması adaların çok kültürlü tarihi bilgisinin derinleşmesi, ilginin artması ve mirasın korunmasına yönelik hassasiyetin gelişmesine katkıda bulunuyor.
Yapı Dergisi’nin “Afet Sonrası Kültürel Miras Koruma Çalışmaları” başlıklı dosyası için Adalar Kültür Mirası Arşivi’ni bu kadar uzun uzadıya neden anlattığım herhalde anlaşılmıştır. Herhangi bir doğal afet yaşanmadan önce, yaşadığı yerin kültürel varlıklarını, geçmişe dair izlerini ve anlatılarını sürekli toplamaya, gözden geçirmeye, arşivlemeye dönük bir çaba içinde olmak mirasın değerinin bilinmesi ve dolayısıyla korunması yönünde en önemli adımlardan olsa gerek. Bu çabaya yerel topluluğun katılması ile duygularla örülmüş, can kazanmış somut bilgileri birlikte “yazmak” mümkün oluyor. Bu bilgi resmi envanter fişlerinde genellikle karşı karşıya kaldığımız soyut veri yığıntılarından çok farklı bir rezonans içeriyor. Zira topluluk üyelerinin sözlü tarih anlatılarıyla ya da arşive dahil ettikleri malzemelerle bir paylaşım isteği ortaya çıkıyor. Katılımcı topluluk arşivleri insanların birbirleriyle paylaşmak istediklerini kamusal alana sundukları bir sosyal iletişim imkanı. Felaket dalgaları her şeyi tarümar edip çekildikten sonra geride kalanların ilk önce dönüp bakacakları arşivleri olacak. Eğer erişilebiliyorsa arşiv kolektif bir kayıt çabasını hatırlatacak. Arşivleri oluşturmak için hem kendi zihinlerinde hem de katılımcılarla birlikte yürüttükleri sorgulama, düşünme, arama ve kaydetme çalışmalarının bıraktığı izler büyük değer kazanacak. Eğer afetten kurtulabilmeyi başarabilmişse Adalar’ın Kültür Mirası Arşivi bu izlerin peşine düşmek, yeniden toparlanmak ve afet sonrası iyileşme ve hayata dönüş sürecini geçmiş hafızasıyla bağlantılandırarak yaşamak kolaylaşacak.
Şunu da belirtmek gerekiyor; aslında doğal afeti bekler bir moda kilitlenmek hali hazırda karşı karşıya kaldığımız insan yapımı afetleri felaket olarak algılamamızı engelleyebilir. İstanbul Prens Adaları her ne kadar hem kentsel sit hem doğal sit kararları ile 1976’dan bu yana yasal koruma altında olsalar bile adaların zengin mirasının korunması konusunda büyük zorluklar yaşanmakta. Bunda insan eliyle gerçekleşen afetlerin büyük rolü var. Adaların özellikle 1980’li yıllarda yaşadığı imar serbestliği tam bir afete sebep olmuş, Adalar’da son izleri görülebilen ve İstanbul’un en önemli evrensel değerlerinden biri olan ahşap yapıları yanarak, yıkılarak ve yerlerine yapılan taklit betonarmeler ile bu kültür kimliksizleştirilerek hızla yok olmuş. Dünyadaki mimarlık eğilimlerini yakından takip eden mimarların eserleri olan benzersiz modern dönem sayfiye konutları tescil edilmedikleri ve korunması gerekli oldukları düşünülmediklerinden tehdit altında ve birkaçı yakın dönemde yıkılıp yerlerini alan betonarmelerle yok edildiler. Tarihi ve doğal sit olarak hali hazırda tescillenmiş olan ve 2011 yılında arkeolojik sit alanı olarak da koruma altına alınan Yassıada bugün mevcut dokusu tamamen değiştirilerek bir beton ada haline gelmiş durumda. Adalara yönelen günübirlik turizmin yönetilmemesi sonucu Adalar kültürünün önemli bir parçası olagelmiş faytonculuk avalanş gibi gelen ziyaretçi talebinin altında ezildi ve sonunda da kaldırıldı. Benzeri şekilde Adalar yaşam kültürünün vazgeçilmezleri yaya olmak, sessizlik, azmanbüsler belirdiğinden beri kenara atılmış vaziyette. Bunların hepsi insan yapımı büyüklü küçüklü felaketler. Afetlerin en büyüğü Marmara Denizi’nde 2021’de yaşandı; adalar o müsilaj garabeti ile sarılıverdiler.
Adalarda kültürel ve doğal değerlerin korunması konusundaki hassasiyetin çok yüksek olduğunu ve koruma gündemiyle sivil toplumun nasıl harekete geçtiğini bu konuları takip edenler biliyorlar. Yassıada ve Sivriada’nın yeni projelerle betona dönüşmesini engellemek için Adalılar yıllarca mücadele verdiler (3). Müsilajla karşı karşıya kalındığında adalardan yükselen bir inisiyatif Marmara Denizi’ndeki diğer adalar ve Marmara Denizi boğazlarındaki çevre inisiyatifleri ile bir araya gelip Marmara Kültürleri Ağı’nı kurarak denizin neden kirlendiği ve nasıl temizleneceği konusunda farkındalık yaratmak üzere çalışmaya başladılar (4). Ergene Nehri kirliliği Marmara Denizi’ne akıtılmaya başlandığında yine adalardan bir grup adalı dava açtılar (5). Azmanbüse karşı adalıların mücadelesini ve argümanlarını duymayan kalmadı. Heybeliada Sanatoryumu’nun kültür miras değerinin öneminin Adalılar tarafından paylaşılıyor ve bu varlığa ilişkin bilgilerin arşivde toparlanıyor olması artık bu varlığın kolaylıkla yok sayılamayacağı anlamına geliyor. Benzeri şekilde Büyükada Rum Yetimhanesi için bugünlerde ilan edilen ve yetimhane hafızasını silip götürecek otel projesine ilişkin Adalıların bu konuyu sorularla kamusal alana taşıyacaklarına şüphe yok. Adalılar Büyükada Rum Yetimhanesi, binası, mimarisi ve hafızası ile ilgili o kadar çok bilgi biriktirmiş, paylaşmış ve bu konuyu konuşmuş vaziyette ki! Bir topluluk hafıza kaydı olarak Adalar’ın Kültür Mirası Arşivi’ne geri dönecek olursam, elle tutulur, tutulmaz, doğal, kültürel, bütün bu söz konusu kültür değerlerinin giderek daha fazla adalı tarafından ortak bir kamusal alanda kayıt altına alınıyor, belgeleniyor ve sergileniyor olması her tür afete karşı hazırlıklı olmak ve değerleri korumak bakımından destekleyici ve güç kazandırıcı.
Notlar
- Arşivlerin hepsi hem bilgisayarlar hem de cep telefonları üzerinden web adresinde erişime açılmış vaziyette (https://adalarmuzesi.com/cms).
- Kınalıada bilgileri henüz yayınlanmadı.
- Bir Doğa, Tarih ve Kültür Katliamı: Yassıada ve Sivriada, Rapor, Adalar Savunması, Mayıs 2016.
- Bilgi için: (https://marmarakulturleragi.com).
- “Marmara Denizi’ni Kirleten Şirkete Dava”, Adalı Dergisi, Sayı 199, Ocak 2022, (https://adalidergisi.com/tum-sayilar/2022/ocak-sayi-199/marmara-denizini-kirleten-sirkete-dava-marmaranin-tabutuna-bir-civi-daha-cakilmasin-2).
“Koruma, tek tek yapıların veya türlerin muhafazası değil, bütün bir ekolojinin sürekliliğini gözetmelidir.”
Aydan Volkan, Mimar
Kreatif Mimarlık
Kültürel mirasın korunmasında kullanılan “koruma”, “restorasyon” ve “rekonstrüksiyon” gibi yöntemler arasındaki keskin ayrımlar, geçmişin belirli bir “donmuş” anını mutlaklaştıran bir tarih anlayışının ürünüdür. Tarih ve mimari miras, hayatın bir parçası olarak sürekli değişen süreçlerdir; onları yalnızca temsil üreten objelere dönüştürmek, zamanla ve yaşanmışlıkla olan bağımızı koparır. Bu nedenle etik bir çerçeve, nesnelerin yalnızca geçmişleriyle değil, bugünleriyle de ilgilenmeyi; bakım, kullanım ve sürdürme sorumluluklarını paylaşmayı gerektirir. Miras, ancak kullanım ve aidiyet anlamında “demokratikleştiğinde” korunabilir.
Afetler yalnızca fiziksel dokuyu değil, bir kentin gündelik hayatını oluşturan tüm ilişkiler ağını da kesintiye uğratır. Bu nedenle koruma, tek tek yapıların veya türlerin muhafazası değil, bütün bir ekolojinin sürekliliğini gözetmelidir. Yerel envanterler ve dijital arşivler, yalnızca “doğru bir yeniden inşa” için idealize edilmiş belgeler değil, aynı zamanda değişen ihtiyaçlara cevap verebilecek, yaşayan ve güncellenen kaynaklar olmalıdır. Bu da belgelemenin yalnızca veri depolamakla kalmayıp, bilgi ağlarının bedenlerde ve topluluklarda canlı tutulması anlamına gelir.
Kent hafızasının korunmasında “mimari bütünlük” kavramı da tartışmalıdır. Tasarımsal bütünlük çoğu zaman temsiliyet yanılsaması yaratır; yaşayan hiçbir şey mutlak bir bütünlük içinde var olmaz. Buna karşılık, tasarımın yaratıcı gücünü ve hayal kurma kapasitesini tamamen dışlamak da, gerçekliği yeniden kurma sürecindeki önemli bir aktörü göz ardı etmek olur. Mekan, hem fiziksel hem de potansiyel yaşamın sürekliliği dikkate alınarak ele alınmalıdır.
Afet sonrası süreçler genellikle devleti ve uzmanları başat aktörler olarak kurgular. Yerel halk ve sivil toplum kuruluşları ise çoğu zaman “sonradan dahil edilen” figürlerdir. Oysa resmi yetkinliklerin, kriz anlarında kendiliğinden ortaya çıkan karmaşık insan ilişkileri ağlarıyla birlikte işlemesi hem riskler hem de fırsatlar barındırır. Gündelik hayatın yönetim pratikleri, afet senaryolarını da içerecek biçimde genişletilmeli; apartman yöneticiliği gibi sıradan roller bile afet sorumluluklarını kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmalıdır. Eğer sürekli afetlerin yaşandığı bir döneme giriyorsak, bir sonraki felaketi gündelik siyasetin bir parçası olarak şimdiden deneyimlememiz gerekir.
Mimarlık pratiği, kentin inşasında, korunmasında ve yönetiminde rol alan aktörlerden yalnızca biridir; ancak bilgi üretme ve bu bilgiyi farklı disiplinler arasında tercüme etme kapasitesiyle öne çıkar. Tasarım, farklı söylem kurucular, yöneticiler, üreticiler ve denetleyiciler arasındaki müzakerenin kendisine dönüşebilir. Mimar, farklı ölçeklerde siyasi ve etik kararlar almak durumunda kalsa da, tek bir ideolojiye veya her durum için geçerli tek bir formüle bağlı kalarak hareket etmesi mümkün değildir.
Bugün kamu yararı fikri de geçmişteki gibi homojen bir bütünlük olarak düşünülemez. “Kamu”, farklı aktörlerin -devlet, sivil toplum, özel sektör, uluslararası kurumlar- bir arada temsil ettiği, çoğu zaman çelişkili yüzleri olan bir alandır. Bu çoğulluk bazen demokratikleşmeyi desteklerken, bazen de uyum içinde işleyip farklılıkları yok edebilir. Afetler, hem yerel hem de uluslararası ölçekte, farklı inisiyatiflerin aynı anda önemli olabileceğini gösterir. Mimarlık da bu inisiyatiflerden biri olarak, yerelde devlete; küresel ölçekte ise uluslararası vicdan ve denetim mekanizmalarına bağlıdır.

Resim 1, 2. Göbeklitepe Ziyaretçi Merkezi, Kreatif Mimarlık. (Fotoğraf: Cemal Emden). Resim 3. Göbeklitepe. (Fotoğraf: Cemal Emden)
Kültürel mirasın sürekliliği, tarihin yalnızca tek bir anına değil, çok zamanlı süreçlerine ait olduğunu ve bu süreçlerin devam ettiğini fark etmekle mümkün olur. Bu farkındalık, hem Göbeklitepe gibi binlerce yıllık bir geçmişle komşuluk eden arkeolojik alanlarda hem de bir sahil yalısının onarımında geçerlidir. Her durumda mesele, geçmişi donmuş bir temsil olarak saklamak değil, onu yaşayan, değişen, çoğul bir süreç olarak farklı gelecek olasılıklarına taşımaktır.
“Afet sonrası yeniden yapılanma yalnızca fiziksel bir süreç olarak değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve yönetsel boyutlarıyla birlikte ele alınmalıdır.”
Burak Asiliskender, Prof. Dr.
Abdullah Gül Üniversitesi
Güldehan Fatma Atay, Doç. Dr.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Ömer Devrim Aksoyak, Dr. Öğr. Üyesi
Abdullah Gül Üniversitesi
Yeniden Gelişen Kahramanmaraş: Afet Sonrası Kentsel Yapılanma ve Dönüşüm Süreçleri Konferansı Sonuç Bildirisi
Kahramanmaraş merkezli yaşanan 6 Şubat 2023 depremlerinin ve yerinde yapılan hızlı müdahalelerin ardından, depremden etkilenen kentlerin yeniden canlandırılması ve mekansal dönüşüm süreçlerinin hızlandırılması her türlü platformda bir gereklilik olarak karşımıza çıkmıştır. Aradan geçen iki yıl sonrasında bölgede toplumsal ve fiziksel yapılandırma çabalarının hızlandırılması ve bu bağlamda uluslararası akademik diyalogların teşvik edilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu süreç, hiç kuşkusuz yerel yönetimler, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, bakanlıklar, şehir plancıları, mimarlar, sosyologlar ve çeşitli disiplinlerden uzmanların katılımıyla genişletilmiş bir etkileşim alanını kapsamaktadır.
Bu bağlamda 14–16 Nisan 2025 tarihlerinde düzenlenen “Yeniden Gelişen Kahramanmaraş: Afet Sonrası Kentsel Yeniden Yapılanma ve Dönüşüm Süreçleri” başlıklı konferans, 6 Şubat depreminin ardından Kahramanmaraş’ta yürütülen yeniden yapılanma sürecini çok boyutlu bir yaklaşımla ele alarak, afet sonrası kentsel dönüşümün yalnızca fiziksel değil, sosyal, kültürel ve yönetsel boyutlarını da kapsayan bir tartışma zemini sunmayı hedeflemiştir. Mimarlar Odası, AGÜ, MSGSÜ ve ODTÜ’nün iş birliğiyle gerçekleşen bu konferans, mevcut planlama paradigmalarının sorgulanması ve kentlerin afetlere karşı dayanıklılığının artırılmasına yönelik öncü adımlar atmayı amaçlamıştır. Konferans, uluslararası ölçekte akademisyenler, uygulayıcılar, öğrenciler, yerel paydaşların da katılımıyla; Kahramanmaraş’tan edinilen deneyimlerden bilginin ve tecrübenin yeniden değerlendirilmesi ve kentsel bağlamlarda afet sonrası/öncesi girişimlerde yenilikçi metodolojilerin geliştirilmesi eksenleri doğrultusunda ele alınan tematik yaklaşımlarla gerçekleştirilmiştir.
Bu bağlamda afet sonrası yeniden yapılanma süreçlerinde edinilen bilgi ve deneyimlerin paylaşılması ve bu süreçlerin daha dirençli, kapsayıcı ve sürdürülebilir hale getirilmesi için yenilikçi yöntemlerin tartışılması, hem dikey hem de yatay eksende gerçekleştirilen nesiller arası diyalogları, disiplinler arası bakış açılarını ve çeşitli metodolojik yaklaşımları sözü edilen tartışma ortamına aktarmayı hedeflemiştir. Düzenleme kurulu, konferans için dört ayrı tematik odak belirlemiştir:
- Geleneksel Yapıların Güçlendirilmesi: Bu tema, yerel ve geleneksel yapı uygulamalarının korunması ve iyileştirilmesi üzerine odaklanmaktadır.
- Kentsel Yeniden Yapılanma için Stratejik Kentsel Çerçeveler: Afetlere dirençli kentsel yenilenmeyi teşvik eden kapsamlı kentsel planlama ve tasarım stratejilerini içermektedir.
- Toplum Odaklı Yeniden Yapılanma Süreçleri: Katılımcı planlama ve tasarım süreçlerini vurgulayarak yerel toplulukların yeniden yapılanma sürecine aktif katılımını sağlamayı hedeflemektedir.
- Alternatif Malzeme ve Metodolojiler: Afet sonrası yeniden yapılanmada yenilikçi ve sürdürülebilir malzeme ve inşaat teknolojilerinin araştırılmasını kapsamaktadır.
Konferansın ilk oturumu, afet sonrası ilk müdahale süreçlerine ve yerel yönetimlerin rolüne odaklanmıştır. Kahramanmaraş ve kardeş şehir Kayseri arasında kurulan dayanışma, meslek odalarının ve belediyelerin hızlı refleksiyle birleşerek, afet sonrası toparlanma sürecine güçlü bir zemin hazırlamıştır. Bu süreçte, yerel aktörlerin koordinasyonu ve merkezi yönetimle kurulan iş birlikleri, yeniden yapılanmanın başarısı için kritik öneme sahiptir. İkinci oturumda, Kahramanmaraş’ta yürütülen imar çalışmaları detaylı biçimde ele alınmıştır. Hasar tespitinden rezerv alan ilanlarına, yerinde dönüşüm uygulamalarından mikrobölgeleme etütlerine kadar birçok teknik süreç paylaşılmıştır. Bu oturum, afet sonrası planlamanın yalnızca fiziksel yapıların yeniden inşası değil, aynı zamanda risk azaltımı ve geleceğe hazırlık açısından da stratejik bir araç olduğunu ortaya koymuştur. Üçüncü oturum, geleneksel yapıların ve kültürel mirasın korunmasına odaklanmıştır. Toprak ve kagir yapıların sismik performansı, tarihi yapıların güçlendirilmesi ve restorasyon süreçleri gibi konular, hem yerel hem de uluslararası örneklerle tartışılmıştır. Bu bağlamda, kültürel mirasın korunması yalnızca estetik ya da tarihsel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın ve kimliğin yeniden inşası açısından da yaşamsal bir öneme sahiptir. Dördüncü oturumda, stratejik planlama yaklaşımları ve uluslararası deneyimler paylaşılmıştır. Çin, İtalya ve Azerbaycan gibi ülkelerdeki afet sonrası yeniden yapılanma örnekleri, Türkiye’deki uygulamalarla karşılaştırılmıştır. Bu oturumda, planlamanın yalnızca fiziksel değil, sosyo-ekonomik dayanıklılığı da içermesi gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca, RESLOG gibi projeler aracılığıyla yerel yönetimlerin kapasitesinin artırılması ve finansal araçlara erişimin kolaylaştırılması gerektiği ifade edilmiştir. Beşinci oturumda, afet sonrası konut üretiminde alternatif yapı malzemeleri ve teknikleri ele alınmıştır. Ahşap, sıkıştırılmış toprak ve kerpiç gibi malzemelerin potansiyeli, hem çevresel sürdürülebilirlik hem de ekonomik erişilebilirlik açısından değerlendirilmiştir. Ayrıca, disiplinlerarası araştırma projeleri ve gönüllü mimarlık girişimleri, bu alandaki yenilikçi uygulamaların yaygınlaştırılmasına katkı sunmuştur. Altıncı oturum, topluluk katılımının güçlendirilmesine odaklanmıştır. Katılımcı planlama modelleri, konut kooperatifleri ve mahalle temelli yaklaşımlar, afet sonrası yeniden yapılanmanın sosyal boyutunu ön plana çıkarmıştır. Özellikle Üngüt Mahallesi örneği üzerinden, katılımcı süreçlerin nasıl kurgulanabileceği ve bu süreçlerin yerel sahiplenmeyi nasıl artırabileceği tartışılmıştır. Yedinci oturumda, kentsel hafızanın korunması ve mekanların yeniden işlevlendirilmesi konuları ele alınmıştır. Kültürel mirasın belgelenmesi, mekanın ruhunun korunması ve yeni işlevlerle yaşatılması, afet sonrası kent kimliğinin yeniden inşasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, mimarlık politikalarının ve yerel yönetim stratejilerinin bu süreci desteklemesi gerektiği vurgulanmıştır. Son oturumda, Kahramanmaraş’ın gelecekteki gelişimine yön verebilecek yenilikçi planlama yaklaşımları tartışılmıştır. Kentsel morfoloji, adaptif tasarım, kriz mimarisi ve zemin etütleri gibi konular, hem akademik hem de uygulayıcı perspektiflerden ele alınmıştır. Bu oturum, afet sonrası yeniden yapılanmanın yalnızca mevcut sorunlara çözüm üretmekle kalmayıp, aynı zamanda gelecekteki krizlere karşı daha dirençli kentler inşa etme fırsatı sunduğunu göstermiştir.
Konferans, Kahramanmaraş özelinde başlatılan yeniden yapılanma sürecinin çok boyutlu doğasını ortaya koymuş, farklı disiplinlerden gelen uzmanların yerel yönetimler, akademisyenler ve meslek odaları arasında kurulan diyalog, bilgi paylaşımını ve ortak çözüme yönelik tartışmaları teşvik etmiştir. Konferansın en önemli çıktılarından biri, afet sonrası yeniden yapılanmanın yalnızca fiziksel bir süreç olmadığı, aynı zamanda sosyal, kültürel ve yönetsel boyutlarıyla birlikte ele alınması gerektiğidir. Bu çerçeve, toplum katılımı, sivil katılım ve yer odaklı yenilikçi çözümler aracılığıyla toplumsal direnci artırabilecek iş birliğine dayalı operasyonların ve kültürel mirasın korunmasına ilişkin çeşitli tartışmalar oluşturmuş, bu tartışmaların somut sonuçlara dönüştürülmesi amacıyla, bir eylem planının hazırlanması ve uygulanması öngörülmüştür.
Bu bağlamda, katılımcı planlama, kültürel mirasın korunması, alternatif yapı teknikleri ve stratejik yönetişim gibi temaların, gelecekteki uygulamalar için yol gösterici olacağı açıktır. Bu doğrultuda ulusal ve uluslararası bağlamda yeni iş birliklerinin, araştırma alanlarının ve uygulamaların yeni metodolojiler ekseninde üretilmesine zemin hazırlayan bu konferansın sonrasında oluşturulacak modeller, yalnızca Kahramanmaraş’ın deprem sonrası yeniden yapılanması için değil, benzer afetleri yaşamış ya da yaşama riski taşıyan tüm kentler için örnek teşkil edecektir.
“Özellikle afet riski altında bulunan kültürel ve mimari mirasın olası bir afette zarar görmesi durumunda özgün haline döndürülebilmesi için gerekli tüm belgeleme ve raporlama işlemlerinin önceliklendirilerek tamamlanması gerekir.”
Prof. Dr. Nilüfer Taş
Bursa Uludağ Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
Prof. Dr. Murat Taş
Bursa Uludağ Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
Afetlere Karşı Koruma Amaçlı Sürdürülebilir Kültürel Miras Yönetimi
Yeryüzünde insan yaşamının varlığının en önemli kanıtı yapılardır. Yapılar insan yaşamının başlıca temel ihtiyacı olan barınma ihtiyacının karşılanması için yine insanlar tarafından yapılır. İnsanlar yeryüzünde var olduğundan bu yana doğanın olumsuz koşullarından korunmak amacı ile barınmak için yapılar yapar. Bu yapılar bir araya gelerek yerleşimleri oluşturur. Bir toplumun gelenek haline gelmiş her türlü yaşayış biçimine kültür denir. Yaşayış biçiminin en önemli üretimlerinden biri de yapılardır. Yani yapı yapma alışkanlığı ve ürün olarak mimari kültürel yaşamın bir ifadesidir. İnsanların yaptığı yapılar, yaşam biçimleri hakkında önemli izler taşır. İnsan yaşamının önemli bir bölümü bu yapılarda gerçekleşir. İnsanlar bu yapıları kullanırken yaşadığı her türlü gelişme ile mekana anlam yükler. Aynı zamanda yapıda kullanılmışlık izleri oluşur. İnsanların yaşamsal izlerini taşıdığı ve anlam yüklediği bu yapılar, insanlar için değer kazanır. Bunlar kültürel değerler olarak adlandırılır. Bu kültürel değerler insanların kendisinden sonraki nesillere aktarması gereken bir mirastan çok emanettir. Kültürel emanet/miras değerleri taşınabilir, taşınamaz, somut, somut olmayan gibi gruplara ayrılır. Kültürel mirasın/emanetin değerinin varlığını tehdit eden unsurları ortadan kaldırmak/ engellemek/ önlem almak koruma olarak nitelendirilir. Değer-risk ilişkisi bağlamında insan sağlığı en önemli değer olmakla birlikte insan yaşamının en önemli kanıtı olan kültürel mirasımız da bu bakımdan önemlidir. Aynı zamanda bir insanın yaşaması için yaptığı yapı ve özellikle yakın çevresi tüm insanların ortak değeri olarak kabul edilir yani evrensel bir değerdir.
Kültürel miras; toplumun kimliğiyle, kültürüyle, tarihiyle ilgili somut ve soyut değerlerin tümünü kapsar. Sadece bulunduğu toplumda değil, bütün dünyada barındırdığı tarih, kimlik ve kültür değerleri açısından önemlidir. Dünyada kültürel miras doğal riskler (afet), insan kaynaklı riskler, teknik riskler gibi pek çok risk altında bulunmaktadır. Kültürel mirasa etki eden olası riskler doğal kaynaklı (deprem, sel, yangın, toprak kayması, tsunami vb.) ya da insan kaynaklı (vandalizm, savaşlar, hırsızlık vb.) risklerdir. Ancak kültürel miraslara en fazla etki eden riskler afetlerdir. Afetler meydana geldiği çevreye ve topluma farklı şekilde etkilerde bulunur. Bu etkiler arasında; can ve mal kaybı, ekonomik, sosyolojik, psikolojik sorunlar gibi kültür varlıkları için de büyük tehditler oluşturur. Bu tehditleri azaltmak ve yok etmek için afet yönetimi uygulanır. Yaşanan savaşlar, afetler, doğal olaylar sonucunda kültürel mirasların tahrip ve yok olması bütün dünyada miras alanlarının riskleri konusuna dikkatleri çekmiştir. Bu olaylar sonucunda tarihi çevrelerde kültürel mirasa yönelik olası tehditleri azaltmak, afetler sonucu gördüğü zarar ve kayıpları azaltmak ve kültürel mirasın korunması için UNESCO, ICORP, ICOMOS, UNDRR, ICCROM gibi kurum ve kuruluşlar dünya çapında sözleşmeler hazırlamış, kongreler düzenlemiş ve bildiriler yayınlamıştır.
Kültürel miras gelecek nesillere aktarılarak var olduğu sürece bu değeri sürekli olarak varlığını tehdit eden unsurlara karşı korumak için sistematik yönetsel çalışmalar yapılmalıdır. Kültürel mirasın değerinin varlığını tehdit eden unsurlar çok çeşitlidir. İnsanın kendi varlığı, savaşlar, ekonomi temelli yeni yaşamsal barınma ihtiyacı baskıları ve afetlerdir. Dolayısıyla kültürel mirası sadece savaş veya sadece afetlere karşı korumaya çalışmak yerine tüm tehditlere karşı bütünsel ve yönetsel bir yaklaşım gerektir. Yapı ölçeğinden başlayarak yerleşim ölçeğine kadar pek çok önlem alınmalıdır.
Kültürel mirasın fiziksel ve tarihsel sürdürülebilirliğine katkı için kültürel mirası anlamlı kılan ekonomik, sosyal, yaşamsal, ekolojik sürdürülebilirliği de sağlamak için yapılacak çalışmalarda bütünsellik ve özgünlük ilkesi mutlaka gözetilmelidir. Kültürel mirasın özelliğine göre hasar yaratabilecek riskler incelenerek, olası hasarlara karşı önlem alınması gerekmektedir. Bu kapsamda olası bir afetten sonra kültürel miras için yapılması gereken çalışmalar için 25 Nisan 2015 Nepal, Katmandu depremi sonrasında yapılan çalışmalar örnek olarak verilebilir. Yapılan çalışmalar; sadece dünya miras alanında yer alan fiziksel olarak binaların korunması değil, var olan yaşam biçiminin ve geleneklerinin korunması için yapılması gerekenler için de bir örnektir. Nepal depremi sonrası tüm çalışmalar eğitim, geleneksel bilgi, somut ve somut olmayan kültürel mirasın bütün olarak ele alınıp müdahale edilmesi gerektiğini, korumada yerel halkın katılımın sağlanmasını, afet sonrası müdahalelerde iklimsel özelliklerin gözönünde bulundurulmasını, yerel olanaklarla afete karşı baş etme kapasitesinin arttırılması gerektiğini göstermiştir.
Özellikle afet riski altında bulunan kültürel ve mimari mirasın olası bir afette zarar görmesi durumunda özgün haline döndürülebilmesi için gerekli tüm belgeleme ve raporlama işlemlerinin önceliklendirilerek tamamlanması gerekir. Bunun dijital bir arşivleme sistemi ile yapılması önemlidir. Zira afetlerde yapılan belgeleme çalışmalarının da zarar görerek yok olması mümkün olabilir. Bunun için daha önce koruma kurullarında görev alan kurul üyelerinden, üniversitelerin restorasyon uzmanlarından destek alarak yerel ve merkezi ilgili kamu kurumlarının ortak organizasyonu ile belgeleme çalışmaları yürütülebilir. Bunun için gerekirse uzmanlar ve öğretim elemanları denetiminde restorasyon eğitimi alan lisansüstü, lisans ve önlisans öğrencilerinin iş gücü desteğinden yararlanılabilir. Belgeleme çalışmaları için dijital tarama sistemleri ile dijital veri elde etme ve veri yönetimi sistemlerinden yararlanılabilir. Hatta veri yönetimi ve veri güvenliği için blockchain gibi dijital şifreleme yöntemleri kullanılabilir. Belgeleme çalışmalarının belirli periyodik aralıklarla güncellenmesi, eksik kalan bilgilerin sürekli yenilenmesi çalışmaları yapılmalıdır. Bunun için “kültürel miras bilgi sistemi” adı altında bir proje çalışması başlatılabilir. Kentsel belleğin korunması ve yaşatılması için mimari bütünlük oluşturulabilmesi amacı ile fiziksel süreklilik ile tarihsel süreklilik arasında bir denge gözetilerek uzmanlar tarafından gerekirse yerel halk ve sivil toplum kuruluşlarının sürece katılacağı çalışma modelleri geliştirilebilir.
Tüm bu çalışmalar AFAD tarafından gerçekleştirilmekte olan İl Afet Risk Azaltma Projesi (İRAP) çalışmaları bünyesinde kültürel mirasa yönelik risklerin azaltılması için alt çalışma grupları oluşturularak yürütülmesi yapılmakta olan tüm çalışmaların bütünleşmesi bakımından önemlidir. Ülkemizdeki yasal düzenlemeler de bu tür çalışmaların AFAD öncülüğünde ve koordinasyonu ile ilgili tüm paydaşların ve yetkili kamu kurumlarının katkı koyacağı ve sorumluluk yükleneceği şekilde yürütülebilir. Afetlerin kültürel miraslar üzerinde oluşturabileceği olası hasar ve kayıpları azaltmak için kültürel miras alanlarına ve varlığına ait afet yönetim planları ve acil durum eylem planı bütün alanlar için hazırlanmalıdır.
“Enkazlar kaldırıldıktan sonra en çok duyduğum şeylerden biri insanların bir zamanlar yaşadıkları Antakya sokaklarında artık yürürken kaybolduğuydu. Sanki kent yok olmamış da bizi terk edip gitmiş gibiydi…”
Pınar Yeşiloğlu, Kütüphaneci, Arşivci
Bir Kenti Başka Kentlerde Aramak
Antakya’yı en son 2021 yılının Aralık ayında gördüm. Duygusal açıdan oldukça zor bir seyahatti, çünkü beni büyüten anneannemi (Helva Nene’m) son defa görmek üzere gitmiştim. Kimi zaman bir insanı son defa göreceğimiz zamanı kestirebiliriz ama Antakya’yı kent olarak bildiğim haliyle son defa göreceğim aklımın ucundan geçmemişti. Seyahatimden bir süre sonra Antakya’da yaşadığım bütün evler, okuduğum bütün okullar, gittiğim bütün restoranlar, fırınlar, kiliseler, yürürken bıkmadan defalarca okuduğum tabelalar, çarşılar, sokaklar yerle bir oldu.
Çocukluğum Antakya ve İstanbul arasında gidip gelmekle geçti. Bir kentteyken diğerine özlem duydum hep. Belki de hiçbir zaman bir yere ait hissetmememin sebebi buydu. Yirmili yaşlarımda Antakya’yı ziyarete gittiğimde kaybolup yol sorduğum zamanlar olmuştu. Çünkü aklımdaki Antakya’nın bir sınırı vardı ve benim yokluğumda kent o sınırı aşarak büyümüştü. Bu yolumu bulamadığım bölge ise hafızama boş bir alan olarak kaydedilmişti. Oysa ki şimdi sokaklar ve binalar ile doldurulmuştu ve neredeyse içinden çıkamayacağım bir labirentte hissetmiştim kendimi. Bir şehrin uğradığı değişime böylesine içlenip telaşlandığıma şaşmıştım. 2007 yılında New York’a göç ettikten sonra Antakya’yı iki ya da üç yılda bir, kısıtlı sürelerle görebildim. Yeni binalar, gittikçe büyüyen şehir, yeni mekanlar hiçbir zaman hafızamda yer etmedi. Antakya’yı ne zaman düşünsem, aklımda hep belli sınırlar içinde var olan çocukluğumun o küçük, güvenli ve mutlu kenti vardı.
Belki hislerimizi bir boşluk içinde tanımlayabiliriz ama içinde hareket olan anıları bir mekan içinde hatırlarız. Bu mekanlar bir kent kadar büyük, bir odanın köşesi, bir pencere pervazı ya da bir balkon kadar küçük olabilir. Mekanlar kokuları da barındırır. Kokular hafızamıza mekanla birlikte kaydolur. Kimi zaman bir koku bize aslında çoktan unuttuğumuzu sandığımız bir anımızı hatırlatır. Binalar kentin silüetini oluşturur. Binaların dokuları vardır, kimi zaman boya ile kaplanmış, pürüzsüz, kimi zaman parmaklarımızı sürtünce hissettiğimiz eğri yapıştırılmış küçük mozaik parçalarla süslü.
Rüyalarımızda da mekanlar önemli yer tutar. Kendimi bildim bileli, rüyalarım sıklıkla Antakya’da geçer. Defalarca gördüğüm rüyalardan biri Asi Nehri’nin üzerinde uçtuğum rüyadır. Rüyamda ben su üzerinde geniş kanatlarımla süzülürken, nehir boyunca dizili binalar hep yerli yerinde olur. Depremden sonra uyumanın neredeyse imkansız olduğu zamanlarda gözlerimi kapatıp uykuya dalmaya çalışırken Antakya sokaklarında yürüdüm hep. Sokakları bu denli hafızama kaydetmiş olmama şaştım. Bu sokaklar giderek hafızamdan silinecek mi?
Enkazlar kaldırıldıktan sonra en çok duyduğum şeylerden biri insanların bir zamanlar yaşadıkları Antakya sokaklarında artık yürürken kaybolduğuydu. Çünkü kentin yerinde artık kocaman tozlu bir boşluk vardı ve yönümüzü belirlememizi sağlayan bina, tabela, bakkal, trafik lambaları gibi unsurlar yerinde değildi. Sanki kent yok olmamış da bizi terk edip gitmiş gibiydi. Asi Nehri depremden sonra neredeyse şehirdeki tek belirleyici unsur işlevini görüyordu. Ancak nehrin konumuna göre nerede olduğunuzu bir ölçüde de olsa tespit edebiliyordunuz.
Tunus’a gittiğimde, bașkentte hep Antakya’yı aradım. Eski sokaklar benziyordu. Kapılar benziyordu. Duvar dokuları benziyordu. Kokular benziyordu. Sokakta gözlerimi kapatınca kendimi bir an da olsa Antakya’da hissedebiliyordum. Yakınlarda Fransa’nın Poitiers kentinde aradım Antakya’yı. Ortaçağdan kalma taş binalar Antakya’nın çocukken sık rastladığım evlerine benziyordu. Bu binaların içi ise kimi katedraller gibi nem kokuyordu. Bu koku ve hislerime renk yakıştıracak olsam gri ve yeşil derdim, nemli ve serin, biraz karanlık, tıpkı Antakya evlerinin girişleri gibi. İtalya’nın küçük bir şehri olan San Benedetto del Tronto’ya bir konferans sebebi ile yolum düşmüştü. Nasıl bir kent ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Bu seyahatime çocukken Antakya’da birlikte epey zaman geçirdiğim kuzenim de katılmıştı. Tren istasyonundan inip de konaklayacağımız yere doğru yürürken kendimizi birden bir köprünün ve o sırada kurumuş olan bir nehrin üzerinde bulduk. Nehrin iki tarafında yükselen binalar vardı ve bu nehir uzunca bir yol katedip denize dökülüyordu. Nehrin üzerinde birçok köprü vardı; tıpkı Antakya gibi. San Benedetto’da vakit geçirdikçe, kuzenim de ben de kimi zaman ağlamaklı olarak birbirimize binaları, balkonları, demir kapıları gösteriyorduk. Kaldırımlarda rastladığımız incir ağaçları ise cabası. İncir yapraklarının o ince tüylü, hindistan cevizine benzer sütlü ve narin kokusu bizi Antakya’nın kavrulan yaz günlerine götürüyordu.

Resim 1. Antakya.

Resim 2. San Benedetto del Tronto.

Resim 3. Antakya.

Resim 4. San Benedetto del Tronto.
Şimdilerde en çok korktuğum şey deprem sonrasında yapılan yeni kent ile yüzleşmek. Ama bana umut veren belki de kaybolan kenti hep yanımda taşıyacağım ihtimali. Bütün anılarımın sahnelendiği çocukluğumun Antakya’sı hafızamda silikleşmeyecek. Yeni kent bana o bildiğim hem tozlu hem güvenli, hem sivrisinekli hem mutlu, yazları çok sıcak ama neşeli Antakya’mı, geceleri deliksiz uyuduğumuz Antakya’mı unutturmayacak, o hep korkuyla gelmesini beklediğimiz ama muhtemelen bize denk gelmez diye düşündüğümüz büyük depreme rağmen…
Belki de, tıpkı Kavafis’in Şehir şiirinde dediği gibi:
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de (1).
Notlar
- Yazar tarafından aktarılan şiirin çevirisi Cevat Çapan’a aittir.
- Yazı içerisinde yer verilen tüm fotoğraflar Pınar Yeşiloğlu tarafından çekilmiştir.
“Her afetin ve afet sonrasında her yeniden inşa sürecinin tekil birer vaka olarak değerlendirilmesi gerektiğini akılda tutarak böylesine kompleks problemler yumağı karşısında kesin ve evrensel doğruların peşine düşmenin yararsız olduğunu baştan teslim etmek gerek.”
Şerif Süveydan, Mimar
Dresden’de Unutulan ve Hatırlanan
“The Aesthetic City” adlı Youtube kanalındaki “How Germany’s Most Beautiful City Was Destroyed… and Rebuilt (2)” adlı belgesel Dresden’in seksen yıla yayılan yıkım ve yeniden doğuş hikayesini yirmi dakikaya sığdırmış, üstelik bunu yaparken hasar almış tarihi şehirlerin yeniden ayağa kaldırılma sürecine dair tartışmalı konu başlıklarının neredeyse tümüne temas etmeyi de başarmış. Hikaye fazlasıyla kompakt bir şekilde anlatıldığı için arada durup geri sarmak, ek araştırmalar yapmayı gerektirse de takdiri hak ediyor. Anlatıcının “modern mimarlık” karşıtı argümanları nedeniyle hikayenin taraflı olduğu söylenebilir belki ama böylesine kompleks ve ihtilaflı mevzularda kimin tarafsız bir konumdan konuştuğu söylenebilir ki? Hele söz konusu olan Alman romantizminin kültürel merkezi, “Elbe’nin Floransa’sı”, görkemli sarayları ve anıtlarıyla “Alman Baroğu’nun kalbi” olarak anılan Dresden ise…
II. Dünya Savaşı’nın sonu ufukta görünürken 13-15 Şubat 1945’de müttefik kuvvetlerin hava bombardımanı sonucunda Dresden’in yaklaşık %80’i moloz yığını haline gelmişti. Savaş sonrasında Doğu Almanya tarafında kalan Dresden’in merkezindeki geniş bir alan uzun yıllar boyunca harabe olarak kaldı. Binlerce tonluk enkazı kaldıracak iş gücünün eksikliği ve maddi imkanların yetersizliği nedeniyle bu alan büyük oranda terk edilmiş, yeni kent sosyalist kalkınma programı doğrultusunda geniş bulvarları ve düzenli bloklarıyla çeperde inşa edilmişti. Böylece hem tarihin ağır yüküyle yüzleşme ertelenmiş hem de kararmış enkazın bir parçası haline gelen peyzaj bir tür açık hava müzesine dönüşmüş oluyordu. Vaktiyle şehrin simgelerinden biri olan Frauenkirche (18.yy’da barok üsluba göre inşa edilen şehrin en önemli kilisesi) ve çevresindeki eski çarşıdan (Neumarkt Dresden) arta kalan kararmış taş yığınları arasında koyunların otladığı 1957 tarihli ünlü fotoğraf bu uzun süren kış uykusunun simgelerinden biri olmalı.
Kimileri için eski şehrin bu hali, travmanın izlerini görünür kıldığı için yeni haline göre çok daha sahiciydi. Enkaz yığınları arasında yabani otların bittiği, sadece mimari perspektiflerde cazip duran gerçek hayatta ise insanı boğucu bir boşluk hissiyle baş başa bırakan Plattenbau’ların (prefabrike panellerle inşa edilen konut ve iş yerleri) biteviye uzandığı, Frauenkirkhe’nin kararmış meleklerinin hüzünlü bakışları altında küçük çocukların oyun oynadığı bu manzaralar savaş sonrası toplumsal travmayla kişisel varoluş sancılarının birbirine karıştığı bir Wim Wenders filmi için iyi bir arkaplan olabilirdi belki. Ancak bir halkın sonsuza kadar bu travmayla birlikte yaşaması mümkün müydü? Unutmak, felaketin izlerini silmek ve uzak parlak geçmişi yeniden hatırlamak her şeye rağmen cazip bir seçenek değil miydi?

Resim 1. Dresdenli fotoğrafçı Walter Möbius’un 1957 tarihli ünlü fotoğrafı.

Resim 2. meydanın 2008 yılına ait fotoğrafı (1).
Kırk beş yıl sonra, 1990’da Almanya’nın birleşmesi hem ülkeye hem de Dresden’e yeni bir başlangıç umudu verdi. Frauenkirche’nin yeniden ayağa kaldırılması 1985’de (Semperoper’in rekonstrüksiyonunun ardından) gündeme alınmıştı, ancak şimdi hükümetin teşviki ve sivil toplumun öncülüğüyle çalışmalar yeni bir ivme kazandı. Kısa sürede binlerce kişinin katılımıyla uluslararası bir kampanya başlatıldı. 1994-2005 arasında aslına uygun bir şekilde yeniden inşa edilen bu anıt kilisenin duvarlarında eski harabenin kararmış taşları da kullanılmıştı. Hikayeyi bilmeyenler için yeni binanın pırıltılı beyaz duvarları üzerindeki kararmış bölümler kimi kısımlarda rastgele dağıtılmış, kimi kısımlarda ise öbekler halinde bir cephe deseni haline gelmişti. Sadece kuzey cephesindeki küçük bir kısım orijinaldi. Yeni bir binada eski bir yıkıntının izlerini taşımak mümkün müydü? Eski taşlar travma ve yıkımı hatırlatıyorsa eğer, bunlar yeniden doğan vücudun üzerindeki yara izleri, ağır bir çocukluk hastalığından kalan lekeler haline gelmişti. Yine de yeninin ışıltılı ihtişamı baskındı. Çünkü bu rekonstrüksiyon süreci daha çok bir tür yeniden doğuş, savaşın ve bölünmüş Avrupa hatırasının uluslararası dayanışmayla geride bırakıldığı bir barış dönemi, Almanya’nın yeni birliği ve gelecek umudu hikayesiyle sarılıp sarmalanmıştı. Koruma uzmanları ve mimarlar sonuçtan pek de tatmin olmamışlardı belki ama Dresden halkının ve sivil toplumun geniş kesimlerinin onayı vardı.
Kamuoyunun Frauenkirkhe’nin yeniden inşasına verdiği destek bu anıtın çevresi için de yeni girişimlere yol açtı. Bu süreçte 1999’da kurulan Die Gesellschaft Historischer Neumarkt Dresden (GHND) (3) kilisenin çevresindeki tarihi çarşının savaş öncesindeki haliyle yeniden inşa edilmesini savunan etkili sivil girişim olarak öne çıktı ve alınan kararlarda etkili oldu. GHND tarafından 2002 yılında düzenlenen bir kampanyada altmış yedi bin civarındaki Dresdenli’nin “Tarihi çarşıyı geri istiyor musunuz?” sorusuna “Evet” cevabını vermiş olması resmi bir sonuç yaratmasa da geniş bir kamuoyu desteğine işaret ediyordu. Mimari ofislerle eski binaların rekonstrüksiyonu için atölye çalışmaları yapılmış, yatırımcı bulunmuştu. Tarihi çarşı sekiz yapı adası halinde 2022’ye kadar bölümler halinde inşa edildi, son kısmın inşasının 2030’da tamamlanması planlanıyor (4).
Ancak bu sürecin tartışmalardan azade olduğu söylenemez. 2010 yılının yazında bir ay boyunca devam eden halk toplantıları “Neumarkt, Dresden halkı için nasıl bir yer haline geldi?” sorusuna verilen cevapları derlemeyi amaçlamıştı. Rekonstrüksiyon ve tarihsel kimlik sorunları tartışmanın ana başlıkları arasındaydı. Kamuoyunda canlı bir tartışma bugün de devam ediyor. Neumarkt için yürütülen ihya sürecinin bir benzeri Elbe’nin hemen karşı yakasındaki Neustadter Markt için de devam ettirildi. GHND bu bölgenin de tıpkı Neumarkt gibi 1945 öncesine uygun olarak inşa edilmesi için etkin bir kampanya yürütüyor. Bu kapsamda sosyalist dönemde inşa edilmiş modern binaların yıkılarak eskinin ihya edilmesi öneriliyor.
Başta değinilen belgesel bu ikinci etabın dönüşümünde GHND’nin kampanyasına destek olmak için hazırlanmış. Belgeselin sonunda Neustadter Markt için GHND’nin “1945 öncesine uygun rekonstrüksiyon” önerisine karşı çıkan argümanlar üç ana başlıkta özetlenmiş ve cevaplar verilmiş:
- Siyasi itirazlar: eski şehrin ihyası muhafazakar (ve son yıllarda yükselen yeni sağ) siyasetin kentsel alandaki ifadesi mi? Derneğin temsilcileri bu yapıların herhangi bir siyasi hareketle ilişkili düşünülemeyeceğini, bunların şehrin sıradan insanları tarafından inşa edildiğini söyleyerek bu itiraza karşı çıkıyor.
- Kültürel mirasın kapsamı: 1945-90 arasına ait yapılar da Dresden’in kültürel mirasının bir parçası değil mi? Şehrin sosyalist döneminin izlerini silmek doğru mu? Dernek temsilcileri Dresden merkezinin dışında kalan geniş bir alanda bu döneme ait yapıların varlığını sürdürdüğünü, şehrin çok küçük bir bölümünde 40-50 yıllık ömürlerini çoktan doldurmuş olan hazır panel elemanlarla ihtiyacı karşılamak üzere inşa edilmiş prefabrike binaların yıkılmasının bir kayıp olarak değerlendirilemeyeceğini iddia ediyor.
- Sahtelik: en sık dile getirilen bu itiraz merkezde yürütülen tartışmalı rekonstrüksiyon uygulamalarının şehri sahte ve yüzeysel bir dekor haline getirdiğini iddia ediyor. Betonarme konstrüksiyon üzerine giydirilen tarihsel referanslı cepheler aslında eskinin ucuz bir imitasyonu değil mi? Dernek temsilcileri bu itiraza yine tarihsel referanslarla karşı çıkıyor. Tarih boyunca yapı konstrüksiyonu çoğu zaman kaplama ardına gizlenmedi mi? Roma döneminde mermer kaplı tuğla binalar yapıldıysa bugün neden aynı imkandan faydalanılmasın? Belki eskiyi tam da bir zamanlar var olduğu şekliyle geri getirmek mümkün değil ama güncel yapı tekniklerini kullanırken küçük bir maliyet farkıyla (%3-5 olarak dile getiriliyor) bu yapıların eski görünümlerine benzer inşa edilmesi neden yanlış olsun? Rekonstrüksiyonun şehir merkezini sahte bir sahne dekoruna dönüştürdüğü iddia ediliyor ama alternatif öneri de avangart mimarinin gösteri alanına çevirmeyecek mi?
İzleyicilerden gelen yüzlerce yorumun ezici çoğunluğu Dresden deneyimini destekler görünüyor, eskinin imitasyon olarak bile olsa ihyasına verilen destek muhtemelen içinde yaşadığımız sosyal ve kültürel çağın yansıması. Pek çok yorumda “Disneyland” eleştirisine şiddetle karşı çıkılıyor ve rekonstrüksiyon kararına destek veriliyor. Die Zeit’da “Elbe üzerindeki Las Vegas” başlığıyla çıkan 2 Haziran 2014 tarihli bir makale (5) Dresden’in nasıl kendi geçmişiyle ilgili kendine yalan söylediğini iyi temellendirilmiş argümanlarla anlatsa da bu eleştiriler kamuoyunda pek az etki yaratıyor.
Bu durumda somut koşulları, şehirlilerin arzularını ve taleplerini görmezden gelmek mümkün olmadığına göre “Dresden rekonstrüksiyon deneyimi” bize ne söylüyor olabilir?
Her afetin ve afet sonrasında her yeniden inşa sürecinin tekil birer vaka olarak değerlendirilmesi gerektiğini akılda tutarak böylesine kompleks problemler yumağı karşısında kesin ve evrensel doğruların peşine düşmenin yararsız olduğunu baştan teslim etmek gerek. Dresden deneyimi, belki de her şeyden önce, canlı ve açık bir tartışma ortamının içinden mümkün olduğu kadar kapsayıcı bir hikayenin zaman içinde yavaş yavaş örülmesinin önemine işaret ediyor. Kentsel alana ilişkin kararların soyut düzeyde doğruluğu veya yanlışlığından çok daha önemli olan bu kapsayıcı hikayenin örülmesi.
Şehirdeki sivil girişimlerin kararlara etki ettiklerinde sonuçtaki başarı şansının arttığını teslim etmek gerekiyor. Yerel girişimlerin konuyu sahiplenmesi ve güçlü bir motivasyon ortaya koyması belki de başarının en kritik faktörü. Kararların etaplara bölünmesi, tek seferde büyük alanları etkileyecek kararlardansa adım adım yol alınması önemli. İster ihya ister yorumlama ister yepyeni bir yaklaşım, tercih ne yönde olursa olsun toptancı ve tek hamleli çözümler yerine etaplama şart. Bugün devam eden Elbe’in diğer yakasındaki bölgenin tartışması Neumarkt’daki sonuçların değerlendirmesine dayanıyor. Yeniden inşa sürecinde devam eden canlı ve kapsayıcı tartışma ortamının kayıt altına alınması, her aşamada karar süreçlerinin şehirlilerin erişimine açık olması, neredeyse her binanın, her adanın tartışma konusu olması kararların benimsenmesini de kolaylaştırıyor.
Tartışma ortamını mümkün kılan kurumsal bir organizasyonun varlığı bir diğer şart. Kamu idaresinin belki de en temel işlevi bu. Dresden’in yeniden ihyası bir devlet organizasyonu olarak değerlendirilemez, daha çok kamu idaresinin kurumsal zemini oluşturduğu ancak itici güçlerin bizzat sivil girişimler olduğu bir müzakerenin sonucu gibi görünüyor. Bu da sanırım bizim açımızdan bir başka önemli ders.
Notlar
- Soldaki fotoğraf Neumarkt Dresden – Journey through time through a redevelopment area: https://ratsinfo.dresden.de/getfile.asp?id=425162&type=do , sağdaki fotoğraf: https://de.wikipedia.org/wiki/Neumarkt_(Dresden)#/media/Datei:Frauenkirche-dresden.jpg (bu ve sonraki bütün bağlantılara erişim tarihi 22 Ağustos 2025)
- “Almanya’nın En Güzel Şehri Nasıl Yıkıldı … ve Yeniden İnşa Edildi”. Link: https://www.youtube.com/watch?v=mc9PScONCSo&t=33s
- Derneğin web sitesi: https://www.neumarkt-dresden.de/
- Süreç hakkında daha fazla bilgi için: https://www.dresden.de/de/stadtraum/zentrale-projekte/Neumarkt.php
- https://www.zeit.de/2000/46/200046_dresden.xml/komplettansicht
- Yazıyı bitirirken tam da bu konuda Mine Kavasoğulları tarafından hazırlanan başarılı bir derlemeye mimarıntersi.com adlı sitede denk geldim. Derlemenin sonunda referans verilen makalelere de bakılabilir.
“Her tarihi yapının, çağdaş yapılar için belirlenmiş mevcut standartları karşılaması beklenmek yerine, kendi standardını belirlemesi gerekir. Dolayısıyla, “kılavuz”un mutlaka geliştirilerek güncellenmesi, böylece mühendislerin tanımlanmış uygun analiz metotları ve parametrelerini kullanarak yapısal değerlendirme yapması mümkün olabilir.”
Umut Almaç, Doç. Dr.
İstanbul Teknik Üniversitesi
Afet Öncesi ve Sonrası Kültürel Miras Koruma Çalışmalarında Yapısal Konular
Doğu Anadolu Fay Zonu’nda 2023 yılında meydana gelen büyük depremler ve artçı şokların kültür varlıklarında neden olduğu ağır hasar ve kayıplar, mimari mirasımızı daha dikkatli ve bütüncül biçimde incelememiz, sorunları doğru biçimde teşhis ederek her yapı özelinde en uygun koruma yaklaşım ve müdahalelerini değerlendirmemiz gerektiğini bizlere tekrar hatırlatmıştır (Resim 1). Ortaya çıkan ağır tablo, koruma alanında çalışan inşaat mühendislerinin sorumluluğunun ne kadar ağır olduğunu da göstermiştir.

Resim 1. Antakya, 2023.
Birçok inşaat mühendisi ne mesleki eğitiminde ne de mesleki yaşamında kültür varlıklarının korunması ile ilgili konularla karşılaşmadığından bu alana yabancıdır. Mühendislerin tarihi yapıların yapısal değerlendirmesinde göz önünde bulundurması gereken çok sayıda parametre bulunur ve kılavuz edinebileceği iş akışı, kullanılabileceği analiz metotları ve araçları ülkemizde açık biçimde tanımlanmamıştır. Tescilli kültür varlıklarının yapısal değerlendirilmesi ve güçlendirilmesi, 2018 yılında yayınlanan “Deprem Etkisi Altında Binaların Tasarımı için Esaslar” kapsamı dışındadır. T.C. Vakıflar Genel Müdürlüğü ve İstanbul Valiliği İstanbul Proje Koordinasyon Birimi’nin hazırladığı “Tarihi Yapılar İçin Deprem Risk Yönetimi Rehberi”, kültür varlıklarının korunması alanında çalışan mühendis ve mimarlara rehberlik etmek ve söz konusu soru işaretlerini azaltmak üzere 2017 yılında yayınlanmıştır. Eksikleri olmakla birlikte bu metin, mimari korumada yapısal konulara odaklanması bakımından önemlidir. Daha önce herhangi bir Türkçe metinde örnekler ile açıklanmayan, basit ancak faydalı bir yöntem olan “Mekanizma durumunu esas alan analiz yöntemi” bu kılavuz içinde yer almaktadır. Üzerinde tartışılması gereken, deprem etkisindeki tarihi yapılar için farklı deprem yer hareketi düzeyleri için yapısal performans düzeyleri de bu kılavuz içinde tanımlanmıştır.
Yeni binaların tasarımında kullanılan yapısal performans seviyelerinin tarihi yapılar için kullanılması, koruma hedefleriyle bağdaşmayan aşırı müdahaleler gerektirebilir. Ayrıca, ilgili yönetmeliklerdeki koşulları sağlamak için gösterilen yoğun çaba, incelenen yapıyı ve yapının özel koşullarının yeterince anlaşılmamasına da neden olabilir. Her tarihi yapının, çağdaş yapılar için belirlenmiş mevcut standartları karşılaması beklenmek yerine, kendi standardını belirlemesi gerekir. Ancak her tarihi yapının “kendi standardını belirlemesi” sürecinde de mühendis nihayetinde bazı analiz yöntemlerini ve parametreleri kullanmak durumundadır. Dolayısıyla, “kılavuz”un mutlaka geliştirilerek güncellenmesi, böylece mühendislerin tanımlanmış uygun analiz metotları ve parametrelerini kullanarak yapısal değerlendirme yapması mümkün olabilir.
2007 yılında yayınlanan “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik” ile “bilgi düzeyi” kavramı mevzuata girmiş ve yapılardan elde edilen verilerin detayına ve kapsamına bağlı olarak tanımlanan “bilgi düzeyi katsayıları” ile yapısal analizlere yansıtılmaya başlanmıştır. “Bilgi düzeyi” kavramı, yapıları ne ölçüde tanıdığımız ile ilişkili bir kavramdır. Yönetmelik ilgili bilgileri, yapısal sistemin tanımlanması, yapı malzemelerinin karakterizasyonu, bina geometrisinin, temel sisteminin ve zemin özelliklerinin belirlenmesi, varsa mevcut hasarların ve geçmişte gerçekleştirilen değişiklik ve onarımların belirlenmesi olarak değerlendirmektedir. Kültür varlığı niteliğindeki yapıları korumak için de yapım sistemini, malzemelerini, detaylarını, hasarlarını, hasar mekanizmalarını ve geçmişte gerçekleştirilen onarımlarını incelemek ve değerlendirmek gerekir.
2023 depremlerinde ağır hasar gören yapılarda özellikle kagir duvarlardaki sorunlar dikkati çekmiştir. Yapısal elemanların karakterini anlamak, davranışları hakkında öngörüde bulunmak ve bu bilgileri yapısal değerlendirme aşamasında bir veri olarak tanımlamak hasarsız (tahribatsız) ve/veya yarı hasarlı (tahribatlı) test yöntemlerinim kullanılması ile mümkündür. Taşıyıcı sistemde gözleme dayalı tespit edilmesi mümkün olmayan ancak yapının deprem davranışında rol oynayan ve genellikle haklarında pek az bilgi sahibi olduğumuz, örneğin; yapısal elemanlar arasındaki bağlantılar, hasarlar ve anomaliler, berkitme elemanlarının varlıkları gibi konular çeşitli test yöntemlerinin birlikte kullanımıyla aydınlatılabilir. Bu çerçevede, halihazırdaki mevzuatı da gözden geçirerek rölövenin hazırlanması aşamasında veya öncesinde yapısal verilerin elde edilmesi ve böylece yönetmelik ve kılavuzlarda tanımlanan bilgi düzeyinin yükseltilmesi teşvik edilmelidir. Bu konu, kültürel ve mimari mirasın envanterinin çıkarılması, detaylı ve çok katmanlı belgelemenin yapılması çerçevesinde yapısal konularla ilgili verilerin kayıt altına alınması ile ilişkilidir. Örneğin Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki farklı tipteki duvarların sınıflandırılması, deneysel çalışmalarla mekanik özelliklerine ilişkin verilerin elde edilmesi ve elde edilen verilerle tabloların hazırlanması da bu çerçevede yapılmalıdır (Resim 2).

Resim 2. Tarihi bir yapının kagir duvarlarında flatjack testi, 2025 (Alaboz).
Afetlerin hemen sonrasında kültür varlıklarında meydana gelen hasarların tespit edilmesi ve mevcut yapısal durumun değerlendirilmesi hızlı ve doğru yürütülmesi gereken bir iştir. Hasar tespiti çalışmalarında üzerinde çalışılan kültürel varlığın hem yapısal özelliklerinin hem de hasarlarının belirli bir sistemde kayıt altına alınması, onarıma ihtiyaç yapılar arasında tutarlı bir önceliklendirme yapılabilmesi için gereklidir. Sivil mimarlık örnekleri ve anıtsal yapılar için yerel mimari ve yapısal karakteri de içine alan hasar tespit süreç ve araçlarının, bundan sonraki afetlere daha hazırlıklı olunması için hazırlanması ve geliştirilmesi faydalı olacaktır. İlgili çalışmalar, T.C. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca hali hazırda kullanılan dijital platformlara adapte edilerek kültür varlığı niteliğindeki yapılarda hasar tespitleri bu platform üzerinden koruma uzmanı mühendis ve mimarlar tarafından gerçekleştirilebilir.

Resim 3. Adıyaman Mor Petrus ve Mor Paulus Kilisesi (St. Paul Kilisesi) batı cephesinde deprem sonrası acil müdahaleler, 2023.
Tarihi yapılarda mevcut hasarların artçı depremlerle daha fazla büyümemesi ve göçmenin engellenmesi için kapı, pencere, kemer, tonoz açıklıklarının ahşap veya çelik sistemler kullanılarak açıklıkların desteklenmesi, askıya alma, duvarların payandalarla desteklenmesi, yapısal bütünlüğün sağlanması için kuşaklama yapılması gibi acil yapısal müdahaleler kritik öneme sahiptir. 2023 Depremleri sonrasında Vakıflar Genel Müdürlüğü bölgedeki sınırlı sayıdaki yapıda acil önlemler almıştır (Resim 3). Yukarıda bahsedilen “kılavuz”da veya operasyonel bir başka belgede farklı özellikteki yapı elemanları için acil müdahale yöntemlerinin çeşitlendirilmesi, bunların imalatına dönük pratik bilgileri de içerecek biçimde geliştirilmesi ve ilgili kurumların bu konuda kapasitelerini geliştirmeleri gerekmektedir.











