Adalete Varlık Kazandıran Bir Mimarlık Üzerine Düşünceler
Yeşim Duygu Ergüney, Dr. Öğr. Üyesi
Hepimizin arzuladığı ”iyi hayat” olgusunda mimarinin konumu araçsaldır. Ütopyaları bırakıp, reel dünyaya baktığımızda, bugün, modern toplumların, tekil bir hayat tarzı yerine vatandaşlarını kendi değerlerini seçme konusunda mümkün olduğunca özgür bıraktıklarını görüyoruz. Toplumların “iyi hayat”ın ne olduğu konusunda sabit fikirler öne süren adalet teorileri ile “artık” yönetilemeyecekleri aşikar. İşte bu yüzden, yanıtlanması gereken asıl sorunun “belirli prensiplerin mevcut olup olmadığı”, ve eğer varsa, “politik ve ahlaki bir ideal için bu tür adalet teorileri üretmenin sonuçlarının ne olabileceği” olduğunu düşünüyorum (6).
En genel anlamda ahlaki sorunları çözmeye dönük “Adalet nedir?” sorusuna üç farklı tanım getirilebilir. Bunların ilki Bentham’ın ortaya koyduğu faydacı (ütiliteryan) tanımdır ki, bu görüş adaletin genel refahın artırılması olduğunu savunur. Kant’a ait olan deontolojik görüşe göre ise adalet, bireysel hak, hakkaniyet kavramlarıyla ilişkilidir ve her bireyin kendi kararını verme özgürlüğüne sahip rasyonel bir varlık olduğuna saygı duyulması gerekliliğine dayanır. Üçüncü görüş olan Aristoteles’in ereksel (teleolojik) tanımına göre ise adalet, bireylere hak ettiklerinin verilmesi ve toplumda erdemin arttırılması ile ilgilidir.
Ütopya, “şimdi”yi değerlendirmek ve geleceğimizi düşünmek için alternatif bir gerçeklik olarak düşünülebilir. Coleman’ın benzetmesindeki gibi, mimariyi ütopyaya yakın kılan, ütopyanın hep olanaksız olanı temsil etme durumunun, “mimaride tasarım ve pratik ilişkisinde gerçekleşme durumundan muafiyetin”, daha başlangıçta kabul edilmiş olmasıdır (7).
Karatani’nin belirttiği gibi Eski Yunanca’da arche (köken, ilke, öncelik) ve tecton (zanaatçı) sözcüklerinin birleşmesinden oluşan mimarlık, o dönemde yalnızca bir zanaat işi olarak değil, bütün teknikler alanında temel bilgisi ve ustalığı olan, dolayısıyla projeler yapan ve zanaatçılara yol gösteren kişilerce yerine getirilen bir sanat olarak görülmüştür. Filozoflar da, bu nedenle mimari metaforları Platon’dan itibaren, felsefi sistemlerini bir temele oturtmak ve kararlı hale getirmek için kullanmışlardır. Descartes, şehir planlamacısı metaforunu sağlam bir düşünce binası yaratmanın modeli olarak geliştirirken, Hegel, bilginin sistemli, mimari birşey olması gerektiğini öne sürmüştür. Platon’dan yola çıkarak geliştirilmiş metafiziğin altını oymaya çalışan harekete dahi “yapıbozum” denilmiştir (8).
Sandel, modern adalet teorilerinin özgürlük ve refah ile başlarken, antik dönem teorilerinin erdemle başladığını belirtir (6). Bu bölümde Bentham, Kant ve Aristoteles’in adalet teorilerini kıyaslayacağım. Scheffer (9)’ın en çok kabul gören normatif teori olduğunu savunduğu ütiliteryanizmi terim olarak ilk ortaya koyan Jeremy Bentham, bireylerin istek ve acıları ile yönetildiklerini, faydacılığın da bu ana prensibe dayandığını ortaya koyar (10). Eğer bireyi yöneten istek ve acı ise, her sistem bunu göz önünde bulundurmalı, ana amaç mutluluğun acıdan fazla olmasını sağlayarak genel refahı yükseltmek olmalıdır. Bu yaklaşım kabul gördüğünde, bir eylemin yararı da, doğru ya da yanlış oluşu da, tümüyle sonucunun maliyetine kıyaslanmasıyla ilişkili olarak ortaya çıkar. Alternatifler arasında maliyetler ve sonuçlar üzerinden bir fayda-zarar analizi yapıldığında uygun alternatif toplumda en geniş kitle için mutluluğu arttıran karar olacaktır (11).
İstanbul Serbest Mimarlar Derneği’nin hazırladığı haritaya (Resim 1) bakılarak İstanbul mega projeler olarak sunulan projelerden Ataköy bölgesinde sırasıyla Mart 2014 inşaat başlangıcıyla, ticaret-rezidans-turizm kullanımı ve 127.648,83 m² proje alan büyüklüğü ile SeaPearl, hemen birleşik parselindeki askıya alınmış inşaat izniyle ticaret-rezidans kullanımı ve 59.800 m² büyüklüğü ile Ataköy Blumar ve ona bitişik 2014’de ruhsatı iptal edilen 72,864.34 m2 proje alanı ve ticaret-rezidans-turizm kullanımı ile Yalı Ataköy güneydoğudaki yat limanına kadar olan arz-talep inşaat piyasasının güncel durumundaki ütiliteryan belirleyicilik görülebilir (URL1).Bugün literatüre de girmiş olan, Synder’ın tanımladığı durum, afet sonrası hallerde zorunlu malların arzının azalmasına ve / veya taleplerinin artışına bağlı olarak fiyatlarının artışını öngörür (12). Bu durum Covid-19 ile adalete ilişkin sorularla gündeme gelmişti: “Piyasa toplumun refahını bir bütün olarak mı gözetmeli? Alıcılar afet durumlarında gerçek bir özgürlüğe sahipler mi? Satıcıların afet durumunda mal ve hizmetlerden fiyatı artırarak piyasanın taşıyabileceği kadar yararlanmaları doğru mu? Değilse, fiyat artışının yasaklanması alıcı satıcı açısından özgürlük kısıtlayıcı mı, yoksa toplum yararı yönünde verilen adil bir karar mı? Covid-19 gibi afet sonrası bir durum için düşünüldüğünde, Russell’ın belirttiği gibi, bir torba buz 12 USD karşılığında satıldığında, buzu biralarını soğutmak için satın almak isteyenler buz olmadan yaşamlarını sürdürebilirler, ancak, insulin için buza ihtiyaç duyan diyabet hastaları açısından durum oldukça zorlayıcı değil mi (13)?”
Kant ise bir şeyin çok kişiye mutluluk vermesinin onu doğru hale getirmediğini, doğrunun belirlenmesi için bireyleri otonom kabul eden “koşulsuz kategori”lerin olması gerektiğini belirtir. Covid-19 örneğinde, satıcı afet sonrasında (para için) ihtiyaçlarını ve arzularını diğer herkesin iyi olma durumuna göre öncelikli hale getiriyorsa, Kantçı bir bakışla, bu yanlıştır, çünkü koşulsuz değildir. Kant ayrıca ödülün motive ediciliği ya da cezanın korkutuculuğunun da doğru olmadığı belirtir. Ona göre “iyi olan”ı belirleyebilecek tek şey -kendiliğinden olan- niyettir (14). Kant için adalet, nereden geldiklerine, nerede yaşadıklarına, bizim onları ne kadar tanıdığımıza bağlı olmaksızın insan haklarıyla ilgili olmalı ve tüm insanlara hizmet etmelidir. Bunun tek nedeni, onların akıl sahibi, saygıyı hak eden bireyler olmalarıdır. Covid-19 örneğinde, bir grup bireyin temel ihtiyaçları karşılanabilirken bir grubun karşılanamazsa bu deontolojik görüşe göre kabul edilemez. Ortak bir evrensel ahlaki prensip tüm ilgi ve değerlerimizdeki farklılıkların ortadan kalkmasını gerektireceğinden Kant’a karşı çıkanlar, sahip olacağımız “iyi hayat” için bu kavramlarından kendimizi soyutlamamızın modern dünyada mümkün ya da istenen bir şey olup olmadığını sorgularlar.
Üçüncü olarak inceleyeceğim Aristoteles’e göre hem bireyin hem de polis’in (kentin) en üstün iyiliği mutluluktur, mutluluk da insanın kendine özgü yeteneklerini en iyi şekilde icra etmesidir. Aristoteles’e göre adalet bir erdem olarak düşünülmeli, iyi yaşam ve mutlulukla ilişkilendirilmelidir. Aristoteles’e göre adalet teleolojiktir. Teleoloji, etimolojik olarak Yunanca “telos”tan gelmekte ve her şeyin amacı için yapılıyor olması, bu sayede varlığının devamlılığı sağlaması kabulüne dayanmaktadır. Aristoteles (2019) teleolojiyi doğanın bir görüşü olarak tanımlar ve doğada nedensiz hiçbirşeyin olmadığını savunur. Bunu ağaçların meyvelerini üretebilmek için yapraklarının üstte, köklerinin toprak altında olduğunu belirterek örnekler. Doğadaki gibi, Aristoteles’e göre, toplumda da iyi bir sonuç için ereksel bir düzen oluşturulmalıdır.
Antik dünyada teleolojik düşünce bugünden daha görünür olsa ve bugün adaletle ilgili pek çok tartışma maddi varlığın ve insan haklarının nasıl dağıtılacağına ilişkin olsa da, ahlaki tartışmalar kaçınılmaz olarak bizi yeniden Aristoteles’in insanların neyi neden hak ettikleri argümanına geri götürmektedir. Aristoteles’e göre eşit olan insanların eşit şeylere sahip olmaları gerekir (Aristotle, 1998, 1282b). Ona göre adalet ereksel ve onurla ilişkili olduğundan, adil bir dağılım da dağıtılan şeyin ne olduğuna ve bununla ilgili erdemlere dayanmalıdır. ”Politika” isimli eserinde Aristoteles bunu flüt üzerinden örnekler. Flütlerin dağılımı söz konusu olduğunda, en iyi flütün en iyi flüt çalan kişiye verilmesi gerektiğini savunur. Faydacı bir görüş aynı seçim için savunmasını, bu sayede çok kişinin mutlu olacağını öne sürerek yapar. Ancak Aristoteles için neden bu değildir. Ona göre flütün dağılımı, flütü en iyi çalma kısıtı yerine maddi yeterlilik, güzellik, soyluluk gibi farklı bir kısıta göre yapılırsa bu adil olmaz (Aristotle, 1998, 1282b). Flütün amacı müzik yapmak olduğuna göre dağılımı da müziğin üretimini en iyi şekilde gerçekleştirebilecek olan kişilere göre yapılmalıdır. Bu dağılımın sonucunda -ütiliteryan bakışa göre herkesin iyi müzik dinlemesi ve mutlu olması- Aristoteles’e göre sadece bir yan sonuçtur. Covid-19 örneğimizi düşünecek olursak, Aristoteles’e göre açgözlülüğün cezalandırılması, artmaması için satıcının bu hakkının engellenmesi gerekir.
Bu bölümde Aristoteles’in görüşlerini onun Politika eseri üzerinden inceleyip görüşlerinin bugün geçerliliklerini koruyup korumadıklarını tartışacağım. Bu tartışmayı yaparken Aristoteles’in görüşlerini bugün özgürlüğe karşı olarak değerlendirenlerin neden bu şekilde değerlendirdiklerini yorumlayıp, milattan önce dördüncü yüzyılın dünyası ile bugünün dünyasının ne açıdan farklılaştığını ve müşterek mekanda mimarinin “hatırlama”daki rolünü inceleyeceğim.
Aristoteles’in Politika eseri sekiz kitaptan oluşur. 1–3. kitapları “polis”e ilişkin genel teori ve önceki yazarların eleştirilerini içerirken, 4-6. kitapları, üç pozitif (monarşi, aristokrasi, politi) ve üç negatif (tiran, oligarşi, demokrasi) olmak üzere farklı yönetim biçimi ve anayasaların analizlerini kapsar, 7-8. kitapları ise ideal bir anasayanın nasıl olabileceğine ilişkindir.
Adaletle ilgili düşüncelerini politikayla ilişkilendirmek üzere, Aristoteles, Politika’da flüt argümanına benzer bir argüman kurar (Aristotle, 1998, 1282b). Buradaki güçlük, politikanın amacının, flüt örneğinde olduğu gibi müzik üretmek kadar basit belirlenememesidir. Politika’nın girişinde Aristoteles, “polis”in doğallığını ortaya koyar. İnsanlar aileleri, aileleler köyleri, köyler de “polis”i oluştururlar. Ona göre, eğer polis insanın bu şekilde bir araya gelmesi ile oluşmuşsa, bireylerin amaçlarına ulaşmalarına, mutlu olmalarına hizmet etmelidir. Aristoteles “insanın politik bir hayvan olduğu” görüşünü ortaya atar. “Polisin bireyden önce geldiği”ni söyler ve “polis olmadan insanın eli olmayan bir vücuda benzeyeceği”ni savunur (Aristotle, 1925, 1253a18–23). Bireyin kendine yeterli olmadığını, dil ve ahlaka ilişkin kapasitesinin başka canlılarda olmadığını savunur. Bu kapasitenin gerçekleşebilmesi için bireyin “polis”in içinde yaşaması ve politik hayata katılması gereklidir ve bu olmadığında birey diğer canlılardan farkını gerçekleştiremez.
Bugün LSE’in 2010 verilerine göre 1950-1990-2025 yıllarında metropol kentlerdeki nüfus değişimini gösteren haritadan da izlenebileceği gibi dünya nüfusu artan bir ivme ile kentlere yönelmiş durumdadır.
“Polis”e, yani kente ilişkin toplumsal gerçeklikler mimarlığın da içinde bulunduğu araçlarla dışa vurulur ve mimarlık yoluyla deneyimlenirler. Biz mimarlar fiziksel çevreyi tasarımın araçlarımızla bambaşka bir şey kılma yetkisine sahibiz diye düşünsek de bu şekilde hareket edip bir iktidar kuramayız. Dönüşen şey “mimarlık ve diğer araçlarla birlikte toplum, topluma ait olan”dır.
Aristoteles’in Politika’yı yazdığı dönemde belirttiği üzere, tarihsel olarak, milattan önce dördüncü ve beşinci yüzyıllarda, Yunanistan’da Atina’da başlayan demokrasi ve Sparta’nın liderliğindeki oligarşi arasında arasında bir mücadele yaşanmıştır. İki rejimi kıyaslarken yaptığı eleştirilerde her ikisinin de yalnızca kısmen yeterli olduğunu ve adaletin politikadaki anlamını gözardı ettiklerini belirtir. Oligarşiyi savunanlar soyluların yönetimde olmasından yanayken, demokratlar özgür her bireyin yönetim hakkının olmasını bir vatandaşlık hakkı olarak görürler (3/1280a7).
Aristoteles için siyaset iyi yaşamayı öğrenmek, toplumu geliştirmek, topluluğun geleceği için kaygı duymakla ilgili olduğundan, flüt örneğindeki gibi, yönetimin dağılımı da ereksel düşünülmelidir. Bu nedenle, en soylular ya da en çok sayıda kişi değil, toplumun gelişimine en çok katkısı bulunacak erdemli, yetkin kişiler yönetimde olmalıdırlar (3/1281a-1282b). Bireylerin haklarını bu şekilde dağıtmak kurumların ereğini aramak ve doğru kişiyi doğasına uygun şekilde, yeterliliklerini gerçekleştirebilecekleri doğru role yerleştirmektir.
Modern düşünürlerin çoğu Aristoteles’in teleolojik görüşüne –özgürlüğe aykırı olduğu gerekçesiyle- karşı çıkarlar. Onlar için adalet, burada da belirtmiş olduğum gibi, hak etmekle ilgili değil, özgürlük ve tercihle ilgili olmalıdır. Bireyin sosyal ya da politik konumunu seçmekte özgür olmayışı modern düşünürler için tehlike oluşturur. Oysa ki Aristoteles’in görüşünde bu konum için herhangi bir zorlama yoktur, konum gerekliliklere ve yeterliliklere göre belirlenir.
Özgürlük ve eşitlik çatışmasının da modernizmle oluştuğu söylenemez. Aristoteles Politika’da özgürlüğün temel ilkesinin sırayla yönetmek ve yönetilmek olduğunu belirtir. Bunun sağlanabilmesi için vatandaşlar arasında eşitlik olmalıdır. Demokrasilerde yoksulların elinde mülkiyet sahiplerinden fazla iktidar bulunur, çünkü onlar daha kalabalıktır ve çoğunluk olduklarından düzen onların isteklerine göre düzenlenir. Bu yönüyle demokrasi çoğunluğun hükmetmesidir (3). Bu açıdan eşitlik, aristokrat azınlığın özgürlüğüne kısıtlama getirir. Modern demokrasi, demokrasiyi liberalizm ile birleştirir. Özgürlük ve demokrasiyi, yani çatışan bu iki kavramı bir araya getirmeye çalışır. Liberalizmin aşamadığı ikilem şudur ki, özgürlük hedeflendiğinde toplumda eşitsizlikler doğar, eşitlik hedeflendiğinde ise toplumda özgürlükten ödün verirler. Bu, bugün halen yaşanan bir ikilemdir.
Unutulmaması gereken tüm bu oluşumlarda, dönüşümlerde haklar ve adalet metinlerde tanımlansalar da, fiziksel ortamda yani mekan aracılığıyla varlık kazanırlar. Ruskin’in açıklıkla belirttiği gibi, “mimarlık olmadan yaşayabiliriz ama mimarlık olmadan hatırlayamayız” (4).
Buna yakın bir örnek olarak zorluklarla geçen 2020 yılında alınan bir kararla altıncı yüzyılda inşa edilmiş, Dünya Miras Listesi’nde yer alan Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesi incelenebilir. Bu karar, aslında, Danıştay 10. Dairesi’nin “yapının Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte alınan, müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı”nı iptal kararıydı. Dünya Miras Listesi’ndeki bu anıtın “86 yıl önce” camiden müzeye dönüşmesinin “adil” olmadığına inanılıyordu ve karar bu nedenle düzeltilmekteydi. Dünya mimarlık tarihinin önemli yapıtları arasında yer alan Ayasofya, 6. yüzyılda İmparator Justinianus tarafından Hristiyan aleminin büyük bir anıtı olarak yapılmıştır. 1453 yılında Osmanlı egemenliğine girerek camiye çevrilen bu değerli yapıtın bakım ve onarımı için Fatih Sultan Mehmet kaynaklar tahsis etmiş; bir vakıf oluşturarak geleceğini güvence altına almıştır. 16. yüzyılda II. Selim’in türbesi eklenmiş, daha sonra III. Murat ve başka türbelerle burada türbelerin de olduğu bir büyük alan ortaya çıkmıştır. 1935’de müzeye çevrildikten sonra bu bölümler imaret dışında müzeye verilmiş, arka kısımdaki imaret Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün mülkiyeti olarak devam etmiştir.
Ayasofya, Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kültür politikaları kapsamında 1934’te müzeye dönüştürülmüştür. Camiden müzeye olan dönüşüm sürecinde, Ayasofya’ya Osmanlı döneminde eklenen mihrap, minber, hünkar mahfili, kitaplık gibi öğelere dokunulmamış; Fossati tarafından üstü örtülen mozaiklerin açığa çıkarılmasıyla anıtın tarihinin önemli parçası olan, üstün evrensel değerine katkı yapan bileşenleri algılanabilir duruma gelmiştir.
1985’te Türkiye Cumhuriyeti’nin UNESCO’ya başvurusu ile İstanbul’un tarihi alanları içinde Dünya Mirası Listesi’ne giren Ayasofya’nın korunması, bu tarihten sonra, yalnız Türkiye’nin değil, Dünya Mirası Sözleşmesi’ni imzalayan diğer ülkelerin de kaygısı ve sorumluluğu olmuştur. Ayasofya’yı, uluslararası kültürel miras olarak tanımlarken aslında “insandan önce gelen polis”ten, hepimizi aşan ortak kılan bir şeyleri temsil eden bir “yer”den bahsediyoruz. Yapının Temmuz 2020’de ani bir kararla müzeden camiye dönüştürülmesi dünyada şok etkisi yarattı. Anıtın müze işlevinde hiçbir dine ait olmayışı farklı dinleri birleştiren, ebedi barışa hizmet eden bir dostluk temsili iken daha açılışta halı, perde gibi unsurlarla örtülme ve öne çıkarılmalar, fetih ve mağduriyet söylemleri bu görüntüyü zedeledi.
Bir diğer hatırlanası örnek, Gezi Parkı’nın mülkiyetinin, burada sonucu halk oylamasıyla gerçekleşen bir yarışmaya karşın, İBB’den alınıp, Mart 2021’de Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na devredilmesiydi. 1940’larda Henri Prost’un tasarladığı kararla modern park olarak düzenlenen alan, İstanbul’da Cumhuriyet döneminde yapılan, vatandaşa hizmet eden ilk sosyal parktı.
İBB’nin düzenlediği ve kazananın halk oylamasıyla belirlendiği yarışmadaki projenin uygulanması yerine parkın mülkiyetinin vakfa devredilmesi ile Topçu Kışlası’nın yeniden yapılması da yakın zamanda yeniden gündeme gelebilir.
Makalenin başında bahsettiğimiz ”geçmişe dönme”yi düşünürsek, Topçu Kışlası’nın yeniden inşası buna bir örnek olarak görülebilir. Topçu Kışlası aslında çoktan Prost Projesi ile yok edilmiş, yerine, üstelik şimdikinden çok daha büyük, kentin nefes almasını sağlayan, kentlilerin kamusal dinlence mekanını kullanmalarını destekleyen geniş bir yeşil alan kazandırmıştır.
Lütfü Kırdar dönemindeki büyük kentsel değişim girişimleri ile bölgedeki yollar da genişletilmiş, Taksim Topçu Kışlası, İnönü Gezi Parkı alanı olarak kullanılmak üzere yıkılmış, Radyoevi ve Açıkhava Tiyatrosu gibi yeni yapılar yapılmış ve Gümüşsuyu Kışlası, Maçka Silahhanesi ve Karakolhanesi ise İstanbul Teknik Üniversite’nin kullanımına verilmiştir. Topçu Kışlası’nın inşaatı öngörülen alan ilk küçülmesini ellilerin başında Hilton Oteli ile yaşanmıştır. Hepimizin açıklıkla görebileceği gibi park, yerinde konumlandığı eski Topçu Kışlası’ndan mimari anlam bağlamında daha önemlidir. İlla bir rekonstrüksiyon yapılacaksa İBB’nin yapmış olduğu, halk oylamasıyla sonuçlanan başka öneriler olabilir. Ama onun yerine mülkiyetin vakfa geçmesi ile alanın ranta açılması ve parktan ticarete geçen kullanımdaki Topçu Kışlası çehresi ile eski bir üslup seçimi mülkiyet değişimi sonrasında daha muhtemel görünüyor.
Riegl, kendinden önceki dönemlerden farklı olarak, anıtı, “en eski ve özgün anlamıyla, insanın tek başına yaptığı işleri veya gösterdiği hünerleri (veya bunların bir karışımını) özellikle gelecek kuşakların zihninde canlı tutmak amacıyla inşa ettiği eser” olarak tanımlar. Ona göre hiçbir dönemin bir başkasına göre önemi olamaz ve hiçbir eser ürettiği zamanda geri döndürülemez, bu nedenle her biri diğerinden farklı bir anıt değeri taşır (5).
Riegl, anıtları; amaçlanmış anıtlar ve amaçlanmamış anıtlar olarak ikiye ayırır. Amaçlanmış anıtları anıt yapan şey yapımlarında onlara atfedilen değer iken amaçlanmamış anıtlarda bu durum yapıldıkları andan sonra herhangi tarihi bir olay ya da kişinin onlara değer atfetmesiyle ortaya çıkar. Bir başka deyişle amaçlanmamış anıtlara anıt niteliği kazandıran şey; onları yapıldıkları andan daha sonra herhangi bir tarihi kişi, olay veya kavram ile ilişkilendirmektir. Örneğin AKM Taksim’de salt bir kültür merkezi olarak tasarlanıp inşa edilmişken zamanla farklı bir anıt değeri kazanmıştır.
Riegl’in (5) sınıflandırmasını metodoloji olarak kullandığımızda, toplumların hatırlamayı ve savunmak istedikleri değerleri korumayı seçmeleri halinde, mimarlık, unutmaya ve yıkıma değil, ütopyalarda olduğu gibi, reel dünyada da ebedi barışa hizmet eden bir özgürleşme aracı olmayı başaracaktır.
- Kaynaklar
- Estlund, D., Utopophobia: On the Limits (If Any) of Political Philosophy, Prince University Press, 2020
- Rawls, J., A Theory of Justice, Cambridge, Harvard University Press, 1971
- Aristotle, Politics, Indianapolis: Hackett, 1998
- Ruskin, J., The Seven Lamps Of Architecture, The Historical Collectionn From The British Library, 2010
- Riegl, A., Modern Anıt Kültü, Daimon, İstanbul
- Sandel, M., Liberalism and the Limits of Justice, Cambridge: CUP, 1998
- Coleman, N., Utopias and Architecture, Taylor & Francis Group, 2005
- Karatani, K., Bir Metafor Olarak Mimarlık, Metis Yayınları, 2017
- Scheffler, S., The Rejection of Consequentialism : A Philosophical Investigation of the Considerations Underlying Rival Moral Conceptions. Oxford New York: OUP Premium, 1982
- Bentham, J., Introduction to the Principles of Morals and Legislation (1789), J.H. Burns and HLA Hart, Oxford: OUP, 1998
- Bentham, J. A Comment on the Commentaries and A Fragment on Government, eds. J. H. Burns and HLA Hart, London: Athlone Press, 1977
- 12.Synder, J., April 2009, ‘What is the Matter with Price Gouging’, Business Ethics Quarterly, 19:2, 275-293
- Russell, D., ‘What Virtue Ethics Can Learn From Utilitarianism’ in B. Eggleston & D. Miller (Eds.), The Cambridge Companion to Utilitarianism (Cambridge Companions to Philosophy), Cambridge: Cambridge University Press, 2014
- Kant, I., Groundwork for the Metaphysics of Morals (1785), New York: Harper Torchbooks, 1964
- Aristotle, Nicomachean Ethics, New York: OUP, 1925
- URL 1. https://megaprojeleristanbul.com/# (Erişim Tarihi: 31.03.2021)
- URL 2. https://urbanage-api.lsecities.net/database/api/medias/786/landscape_card (Erişim Tarihi: 07.05.2022)
- URL 3. https://time.com/5864661/hagia-sofia-erdogan-mosque-istanbul/ (Erişim Tarihi: 07.05.2022)