Pelin Derviş:
“Türkiye’de bir araştırmacı, bir hikaye anlatıcısı ve bir yayıncı olarak inadına üretken olabilmek ancak bir tür adanmışlıkla mümkün…”
TürkSMD 16. Mimarlık Ödülleri jüri heyetinin ifadesiyle “her şeyin kolaylıkla alaşağı edilip unutmanın kucağına atıldığı bir ülkede ‘mimarlığın hafıza kayıtları’ olarak çok değerli bulunan” yayınları ile Mimarlığa Katkı Dalı’nda ödüle değer bulunan bağımsız mimar, araştırmacı, küratör, yazar ve editör Pelin Derviş ile 20. yüzyıl Türkiye’sinin tasarım ve mimarlığı üzerine yoğunlaşan üretimleri üzerine…
Yasemin Şener, Mimar
YASEMİN ŞENER İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldunuz ve yüksek lisansınızı da yine aynı okulda mimarlık tarihi alanında tamamladınız. Mimarlık eğitimi almaya nasıl yönlenmiştiniz ve İTÜ’deki eğitim ortamı size neler kattı?
PELİN DERVİŞ Babam, Ergün Derviş, mimarlık öğrenimini İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde 1964 yılında tamamladı. Ben 1967 yılında Ankara’da dünyaya geldim, 1971 yılında ailecek, babamın vatanı olan Kıbrıs’ta yaşamaya başladık. Kendisi Evkaf Dairesi’nde İnşaat Şube Müdürü olarak görev aldı, bu kapsamda Kıbrıs’taki mimarlık mirasının korunmasına yönelik çalışmalarda bulundu; bağımsız mimar olarak pratiğini de sürdürdü. Arkitekt dergisine Kıbrıs temsilcisi olarak katkı veriyordu… Ben orta ve lise öğrenimimi İngilizce tedrisatlı eğitim veren ve öğrencilerini dünyanın her yerinde, özellikle de İngiltere’de lisans öğrenimi alacak donanımda yetiştiren, kökleri Kıbrıs’taki İngiliz Okulu’ndan gelen Türk Maarif Koleji’nde okudum. Sağlam bir eğitim almış, birer birey olarak yetiştirilmiştik; bu özellikleriyle okuduğum okul benim için her zaman çok değerli olmuştur. Üniversite dönemine yaklaştığım yıllarda, elbette bugünkü bilincimle mimarlığı algıladığımı söyleyemem ama mimarlık nosyonuna sahip bir aile içinde büyüdüğüm için mimarlığın ne olduğuna dair bir altyapım vardı. Mimarlık okumak dışında bir seçenek görmüyordum kendim için. Üniversite sınavına girdim, tek tercihim mimarlık idi. ODTÜ’yü seçenekler arasına yazıp yazmamak konusunda epey tereddüt ettiğimi hatırlıyorum. Annem İstanbulludur; sömestr tatillerinde onunla İstanbul’a gelir, hem aile büyüklerini ziyaret eder hem de İstanbul’un kültürel yaşamı içinde bulunurduk. İstanbul benim için hem tanıdık bir yerdi hem de mimarlık okumak için benzersiz bir ortam sunuyordu. Sonuç olarak ilk seçeneğim olan İTÜ’yü kazanarak Taşkışla’da okumaya başladım.
Kıbrıs’ta okurken Türkiye’nin toplumsal ve siyasi ortamını izliyor, bizden büyük sınıflardan mezun olup Türkiye’deki üniversitelerde okuyan abi ve ablalarımızın karşılaştıkları kimi sorunları işitiyor, bizim üniversitede okuma zamanımız geldiğinde nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı biraz da endişeyle merak ediyorduk. İTÜ’ye 1985 yılında girdim. 1980 Darbesi’nin öncesine, sırasına ve sonrasına dair ortamın izleri yavaş yavaş silinmeye başlamış ama baskıcı ve bunaltıcı nitelikleri ve sürecin getirdiği hasar büsbütün ortadan kalkmamıştı. Üniversitenin özellikle ilk yıllarını hem İstanbul hem de okul açısından kasvetli bir dönem olarak hatırlıyorum. Sonra bulutlar dağılmaya başladı. Öğrenim sürecinde benim için iki ağırlık noktası vardı; bunlardan biri proje stüdyoları, diğeri de yüksek lisans ile birlikte yoğunlaşacağım mimarlık tarihiydi. Proje stüdyolarında, farklı, özgür ve ciddi duruşlarıyla Hülya ve Ferhan Yürekli’nin mimarlık nedir, ne olabilir, çizgi çizmeden önce nasıl araştırma yapılır, özgün düşünce nasıl oluşturulur gibi insanı etkin düşünmeye yönelten yapıları benim için özel bir yere sahipti. Bende iz bırakan, aynı zamanda tezimin yürütücüsü olan Afife Batur’u ve yüksek lisans zamanı “Mimarlıkta Anlam” dersiyle tanıdığım Günkut Akın’ı özel olarak anmak isterim. Bu kişiler, norm dışı karakteriyle, pedagojik yaklaşımları ve üretimleriyle başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteriyorlardı.
YŞ 1999 ile 2004 yılları arasında kurucusu olduğunuz Atmosfer Planlama ve Tasarım Ofisi’nde projeler ürettiniz. 2004 yılıyla birlikte mimarlığın kültürel üretim boyutuna ve araştırma projelerine odaklanmaya yöneldiniz, bu nasıl oldu? Mimarlık pratiğinden uzaklaşmak radikal bir karar mıydı ve hiç pişman oldunuz mu?
PD Atmosfer’i kurmadan önce, örneğin 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Habitat II Zirvesi kapsamında, Tarih Vakfı’nın Darphane-i Amire’de gerçekleştirdiği iki büyük sergiden biri olan “Dünya Kenti İstanbul” sergisinde, Afife Batur’un yardımcısı olarak görev almıştım. Bu benim ilk büyük sergi deneyimimdi. Bu aynı zamanda, kimi yönleriyle bir araştırma projesi, kimi yönleriyle de İstanbul ve biraz da Ankara’daki kültür insanlarını ve kurumları tanıma fırsatıydı. Doğrusu bu büyülü, kolektif deneyimin izleri hayat boyu benimle oldu, hep o ruhu aradım. Atmosfer’de mimarlık pratiğini sürdürürken de araştırma projelerinden ayrılmamıştım. Mimarlık benim için çok önemliydi, hayatımın sonuna kadar mimarlık pratiğini sürdürmek üzere yola çıkmıştım. Ancak 2004 yılına geldiğimizde Türkiye ortamı içinde mimarlık yapmanın benim için imkansıza yakın olduğunu, konuya çok saf bir yerden baktığımı ve bu saflığı değiştirmek istemediğimi açıkça gördüm. O bakımdan, evet, radikal bir karardı, üzüldüm ama hiç pişman olmadım. “Dünya Kenti İstanbul” gibi kendimi içinde görebildiğim, yararlı olabileceğimi bildiğim bir deneyim yaşamıştım; bu da bana Türkiye’deki ortama katkı vermenin pek çok yolu olduğunu göstermişti, bunlardan biri de kültürel üretimdi ve yapacak çok iş vardı. Bir yerlerden başlamak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım.
YŞ 2005-2010 yıllarında Garanti Galeri’nin yöneticiliğini üstlendiniz ve burada kent, mimarlık ve tasarım alanlarında çeşitli sergi, etkinlik ve yayınlar üzerinde çalıştınız. Bu dönemde gerçekleştirdiğiniz üretimlerden sizi en çok heyecanlandıranlar hangileriydi?
PD Garanti Galeri’yi (GG) genç nesil bilmeyebilir; İstiklal Caddesi üzerinde 70 metrekare büyüklüğünde alana sahip bir galeriydi. Yoğun bir yaya trafiği üzerinde yer aldığı için yoldan geçen insanların da dikkatini çekiyor, merakla içeriye giriyorlardı. Mimarlık ve tasarımın herkesin yaşamında belirleyici bir yeri olduğunun altını çizmek, bu anlamda diyaloglar kurmak, sözünü edip durduğum “kültürü” yeşertmek bakımından bu özelliği değerliydi. Burada gerçekleşen her sergi benim için ayrı bir heyecandı. Ama sanıyorum en önemsediğim proje, sergisi, yayınları ve iş birlikleri açısından “İstanbullaşmak / Becoming Istanbul” idi. İroniktir bu sergi GG’de değil, Frankfurt’ta, Mimarlık Müzesi DAM’da açıldı, sonra Berlin ve Bahreyn’de de sergilendi. Ardından güncellenerek Salt Beyoğlu’nda açılan serginin yanı sıra düzenlenen programlarla izleyicisi/kullanıcısı ile buluştu. Bu proje aynı ismi taşıyan veri tabanı (becomingistanbul.org) ve atipik ansiklopedik kitabın yanı sıra “Mapping Istanbul” ve “Tracing Istanbul (from the air)” isimli yayınlarla dönemin İstanbul’una dair kayıtlar düşüyordu. Kitapların baskısı bitti ama “İstanbullaşmak / Becoming Istanbul” kitaplarına, e-pub olarak Salt’ın web sitesinden ulaşılabiliyor. Bu proje, hem eğitim hem de kültür ortamlarının, yurt içinde ve yurt dışında, ilgisini çekti ve pek çok başka proje üretti.
GG, Platform Galeri ve Osmanlı Bankası Arşiv Araştırma Merkezi birleşerek bugünkü Salt’ı oluştururken önemsediğim, çok anlamlı bulduğum iki girişim oldu. Bunlardan biri Galata ve Beyoğlu’ndaki mekanlar oluşturulurken, bu dönüşümlerin mimari sorumlusu Han Tümertekin’in yanı sıra yapıların içindeki kütüphane, ofisler, atölye mekanları, Robinson Crusoe, oditoryum, açık sinema, lokanta/kafe, vestiyer ve tuvaletlerin tasarımı için farklı tasarımcılarla yaptığı iş birliğiydi. Diğer önemli konu da bugünkü Salt Araştırma, Mimarlık ve Tasarım Arşivi’nin kurulmasıydı. Bu iki girişim, yeni oluşumun kimliğini önce kendini inşa ederken bünyesine alması bakımından çok anlamlıydı.
YŞ Daha sonra bağımsız olarak çalışmaya başlayıp ardından 2014’te Müşterek Yapım’ı kurdunuz. Müşterek Yapım ile yola çıkarken hedefleriniz nelerdi? Bugün hedeflediğiniz yerde misiniz? Müşterek Yapım çatısı altında yürüttüğünüz mimarlık ve tasarım tarihi alanlarındaki araştırma ve kayıt altına almaya yönelik çalışmalarınızdan ve çeşitli kurumlar, bağımsız mimar ve tasarımcılarla iş birliği içinde yürüttüğünüz kültürel projelerden örnekler vererek söz edebilir misiniz?
PD “Müşterek Yapım” ismi benim için birlikte çalıştığım/çalışacağım paydaşları ifade ediyor. Örneğin, araştırma çalışmalarım için kapısını, arşivini açan tasarımcıları, mimarları, fotoğrafçıları, maket yapımcılarını, kültür kurumlarındaki emekçileri; yayın ve sergi çalışmalarının belirli bir nitelikte ortaya çıkmasına katkı veren araştırmacıları, editöryal anlamda destek verenleri, çevirmenleri, grafik tasarımcıları, matbaası ve diğer üretimlerin aktörlerini; araştırmaların kamuya ulaşmasını sağlayan kültür kurumlarını, mimarlık ve tasarım kültürüne destek veren şirketleri bu sürecin önemli paydaşları olarak görüyorum. Bu açıdan ismiyle müsemma bir yapı oluştuğunu söyleyebilirim.
İş birliği yaptığım kurumlara ve iş birliği konularına örnek vermek gerekirse, MoMA ve MoMA Ps1 ile İstanbul Modern iş birliğinde gerçekleşen “YAP İstanbul Modern: Yeni Mimarlık Programı”nın koordinasyonunu ve sergisinin küratörlüğünü (Çelenk Bafra ile birlikte); VitrA ve TSMD iş birliğiyle gerçekleştirilen “Vitra Çağdaş Mimarlık Dizisi”nin sergi koordinasyonunu; İKSV ile Venedik Bienali Mimarlık Sergisi’ni ve İstanbul Tasarım Bienali çalışmalarını; gönülden bağlı olduğum ve kente neşeli bir soluk getiren Studio-X Istanbul ile giriştiğimiz işleri ve Salt Araştırma, Mimarlık ve Tasarım Arşivi ile her zaman sürecek iş birliklerini sayabilirim.
YŞ Tüm bu kültürel üretimlerin arasında sergi küratörlüğünü nasıl bir yerde konumlandırıyorsunuz? Bir araştırma projesi olarak başlayan “Türkiye’de Mimari Maket” ve bunun çıktıları olan sergi ve kitap hakkında konuşalım isterim. Araştırmanın kapsamı ve sonuç ürünleri hakkında neler söylersiniz?
PD Benim için sergiler, bir öykünün kendine özgü yönlerini geniş kitlelerle paylaşma olanağı tanıyan fırsatlardır. Bu paylaşımın dili, anlatısı üzerinde düşünmek, çalışmak da sürecin önemli bileşenleri. Sergi bir buluşma mekanı/ortamı yaratabildiği, yeni diyaloglar üretebildiği ölçüde verimli oluyor. Benim için sergiler çoğu zaman bazı konuları başka türlü konuşmak, tartışmak ve kayıt altına almak için benzersiz vesileler sunmuştur. “Türkiye’de Mimari Maket” sergisi bunun en güzel örneğidir. Mimarların arşivleri üzerinde çalışmak benim için yeni sorular, yeni araştırma konuları çıkarıyor; onların arşivlerde karşılaştığım başka konularla ilgili literatürün eksik olması ya da hiç olmaması, düzenli kayıtların bulunmaması beni o konular üzerinde çalışma yapmaya itiyor. Mimari maket konusu ülkemizde pek işlenmiş bir konu değildi, daha çok yapım teknikleri açısından ele alınmaktaydı. Halbuki mimarlığın temsilinde, mimarlık düşüncesinin oluşumunda çok önemli bir rolü var maketlerin. Maket yapımcıları, tıpkı mimarlar, mühendisler vd. gibi mimarlık üretiminin vazgeçilmez paydaşları arasındadır ama bu aktörler de literatürde görünür değiller. Bu konu üzerine gitmeye karar verdiğimde bir sergi yapmanın iyi bir başlangıç olduğunu düşünmüş ve Studio-X Istanbul’a başvurmuştum. Direktörü Selva Gürdoğan her zamanki pozitif yaklaşımıyla beni yüreklendirerek önerdiğim sergi teklifine olumlu baktı. Bu sayede bazı maket yapımcılarının arşivlerine girme, onları dokümante etme, maket yapımcılarıyla konuşma ve bunları bir ekip desteğiyle yapma fırsatı doğdu. Bu çalışmada, Selahattin Yazıcı’nın arşivi ODTÜ Mimarlık Fakültesi desteğiyle sayısallaştırıldı. Salt ile iş birliği bu süreci ayrıca değerli kıldı; Yusuf Z. Ergüleç arşivi Salt Araştırma, Mimarlık ve Tasarım Arşivi’ne girdi; sırada Selahattin Yazıcı Arşivi var. İKSV bu konuda yaptığımız etkinliklerin destekleyicisi oldu. 2020 yılında Mimarlar Derneği 1927 ile Pelin Derviş Yayın Projesi iş birliğinde kitabı yayımlandı. Kısacası sergi, kapsamlı bir çalışmanın tetikleyicisi olmuştu. Genellikle tersi olur, önce araştırma, ardından kayıt altına alma, sonra da sergi, yayın gibi bir akış görürüz. Ama maket örneğinde olduğu gibi, herhangi bir yerden başlamak mümkün, yeter ki başlayalım.
YŞ Studio-X Istanbul’da düzenlenen ve küratörlüğünü üstlendiğiniz Yılmaz Zenger sergisi, Salt Araştırma, Mimarlık ve Tasarım Arşivi kapsamında yürütülen arşiv çalışması sizin için nasıl bir deneyimdi?
PD Manevi açıdan çok zordu doğrusu. Her zaman yaşam dolu olan, kapış kapış konuşan Yılmaz Zenger ile yolun sonuna geldiğini ikimizin de bildiği bir aşamada bu sergiyi gerçekleştirme ve arşivini kayıt altına alma amacıyla bir araya gelmiştik. Yorgundu, çok şey paylaşmak istiyordu ama gücü her geçen gün azalıyordu. Yine de arşivini açtı, fabrikasını defalarca ziyaret etme olanağı buldum; onunla iş birliği yapmış dostları, meslektaşları, akranları, öğrencileri gibi farklı yaş grupları ve farklı formasyonlardan gelen insanlarla görüşmemi salık verdi. Hatta konuşulacak kişiler listesini çıkardı ve ben kırkın üzerinde kişiyle görüştüm, bu esnada video kayıtları yapıldı, bunların yanılmıyorsam ilk beş tanesini kendisi de izledi. Ancak, serginin açılmasına birkaç ay kala bize veda etti. Vefat ettiği gün ekipçe fabrikaya gidecek, sonra da onu ziyaret edecektik, olmadı. Çalışmaya devam ettim. Ona verdiğim söz beni ayakta tutuyor, motive ediyordu, sergi Studio-X’te ve Salt Galata’da açıldı; onu sevgi ve saygıyla anarak yaşamını kutladık. Arşivi de Salt Araştırma, Mimarlık ve Tasarım Arşivi’ne aktarılmak üzere benim çalışmayı tamamlamamı bekliyor.
YŞ Türkiye mimarlık tarihinde iz bırakmış bu denli kıymetli aktörlerin dünyalarına mercek tutmak, onlarla hayattalarken veya vefatlarının ardından böylesine derin bir bağ kurmak sizi ve günlük yaşantınızı nasıl etkiliyor?
PD Bana bu soruyu yönelten ilk kişi sizsiniz, üstünde durduğunuz bu nokta benim için o kadar önemli ki. Yaptığım çalışmalar, bu açıdan bakacak olursak, benim için her şeyden evvel, birer hayat dersiydi. Bir yandan gayet bilimsel bir çalışma yürütürken diğer yandan birlikte çalıştığınız kişinin yaşamına bir noktada giriyor, onunla konuşup üretimlerini belgelemeye çalışırken bir yaşam muhasebesi sürecine şahit oluyorsunuz. Bunun insan üzerinde türlü etkileri oluyor. Çok zorlandığım oldu, ama süreç içinde bunları birer kişisel gelişim vesilesi olarak görüp değerlendirmeye başladığımdan beridir daha rahatım. Yaşadığımız her anın bir hediye ve bir fırsat olduğunu, durmak gibi bir lüksümüz olmadığını, elimizden gelenin en iyisini yapmakla mükellef olduğumuzu içtenlikle düşünüyorum. Ayrıca her yaşam hikayesini değerli buluyor, bazılarını özellikle kayıt altına almamız gerektiğini biliyorum; çünkü arşivleri olmayan bir toplumun hafızasının eksik olacağının farkındayım. Başlangıçta Kıbrıs’ta yaşadığım dönemden söz etmiştim. Bunun bir önemli yanı da küçük yaşlardayken şahit olduğum Kıbrıs Barış Harekatı’dır. Her şeyin bir anda yok olabileceği gerçeği/korkusu erken yaşlarda içime yerleşmişti. Belki biraz da bu nedenle arşiv oluşturmayı, var olan arşivlere sahip çıkmayı bu denli önemsiyorum.
YŞ Bugüne kadar katkı koyduğunuz pek çok kent ve mimarlık yayını bulunuyor. Bunlardan bazıları da çeşitli mimarlık pratikleri için hazırlanmış olan kitaplar. DS Mimarlık ve UMO Mimarlık örneklerinde olduğu gibi… Özellikle de çok yönlü ve çok disiplinli çalışmaya alışık olan mimarlar ile kendi pratiklerine özel yayın hazırlamanın keyifli ve zorlayıcı taraflarından bahsetmek mümkün mü? Mimarlarla çalışıp onların deneyimlerini farklı bir çerçevede ortaya koymak nasıl bir süreç ve deneyim?
PD Ortak paydalar olmakla birlikte her kitap farklı bir macera ve kendine özgü hazırlık süreçlerine sahip. Genel olarak iki eksenden söz etmek mümkün. Birincisi, monografinin konusu olan mimarlık pratiğinin/mimarların arşivlerinin durumunu tespit etmek ve kitaba yönelik bir seçim gerçekleştirdikten sonra nitelikli bir dokümantasyonu yapmak. İkincisi ise, kitaba hangi konuların dahil edilebileceğine dair yapılan tartışmaların ardından kitabın omurgasını, bir anlamda içindekiler sayfasını çıkarmakla başlayan içerik çalışması. Kitabın esas içeriğinin mimarların sözüyle oluşmasını tercih ediyor, onları dinlemeyi önemsiyor, bu nedenle de bir dizi söyleşi yapıyor; özgünlüğünü bozmadan onların seslerini, sözlerini kitaba taşımaya çalışıyorum. Özetle, iyi bir belgeleme, bilgilerin doğruluğunu kontrol etme işin bir yanını oluştururken diğer yanını da mimarların anlatısı oluşturuyor. Bu anlatıların yaşanan dönemle ilişki içinde olmasına dikkat ediyorum. Bir başka deyişle mimarlığı içinde bulunduğu ortamdan soyutlayarak okumaktan çok bağlamı içinde görmenin ve yansıtmanın değerli olduğunu düşünüyorum. Bu verinin (kitabın ve bağlantılı arşivin) ortaya konması çok önemli, ardından isteyenler bu verilerin üzerine düşünce inşa edebilirler, tartışmalar açabilirler. Üstlendiğim esas görev sağlıklı bir veriler bütünü oluşturmak. Gerisi kimi zaman zorlayıcı çoğu zaman zevkle akan süreçlerden ibaret. UMO Mimarlık kitabından söz ettiniz; bu kitap vesilesiyle UMO Mimarlık’ın Arşivi de Salt Araştırma, Mimarlık ve Tasarım Arşivi’ne geçecek.
Geçtiğimiz yıllarda değerli inşaat mühendisi büyüğümüz İrfan Balıoğlu için de biyografi niteliğinde bir kitap çalışması yaptım. Benim için çok özel bir süreçti. Hem mimarlığa ilk kez bir mühendisin gözünden bakma olanağı bulmuştum hem de bir FSHD hastası olan İrfan Bey’in yaşam mücadelesini öğrenmiş, bir kısmına da bizzat şahit olmuştum. Bu çalışma bana aslında inşaat mühendisliği tarihi konusunda da ne kadar az bilgiye ve yok ölçüsünde literatüre sahip olduğumuzu gösterdi. Daha önemlisi, ne biz mimarlar inşaat mühendisliği tarihine ne de inşaat mühendisleri mimarlık tarihine yönelik eğitim alıyor. Bu kadar yakın dirsek teması olan iki mesleğin, kültürel anlamda birbirinden ne kadar kopuk olduğunu üzülerek görüyorum. Mimarların çok yönlü ve çok disiplinli çalışmaya alışkın olduklarını söylediniz, öyle de görünüyorlar ama bunun derinliğinden hep kuşku duyuyorum.
YŞ Üretimlerinizin büyük çoğunluğu araştırma projelerinden ve bunların sonuç ürünlerinden oluşuyor. Türkiye mimarlık ortamında bu tür araştırmaları yürütmenin nasıl bir serüven olduğunu aktarabilir misiniz?
PD Sürdürülebilir değil. Çünkü Türkiye’de akademik ortamlar dışında var olan araştırmacıları ve onların araştırmalarını destekleyen programlar yok. Akademik ortamlarda bile araştırma projeleri gereğince desteklenmediği gibi desteklenmesi gerekmediği, aksine bu çalışmalar adeta ulvi işler olduğu için işin içine maddi konuların girmesini düşünmenin bile yadırgandığı, tuhaf, son derece sağlıksız, emek sömürüsüne dayalı bir bozuk sistem var. Araştırmacının iman gücüyle ayakta durması, gerekli maddi donanımın da mucizevi yollarla gelmesi bekleniyor herhalde. Bu ortamda inadına üretken olabilmek ancak bir tür adanmışlıkla mümkün olabiliyor. Söylenmek yerine yapmayı tercih ettiğim, kendim gibi insanlarla bir araya gelebildiğim, yer yer gözümü kararttığım, hayal etmenin işin yarısı olduğunu bildiğim için yoldan çıkmadan bugünlere gelebildim. Özetle Türkiye’de bağımsız ve üretken bir araştırmacı olmanın dirayet, sevgi ve tutku gerektirdiğini söyleyebilirim. Aslında bu, her iş için geçerli bir tavır.
YŞ Türk Serbest Mimarlar Derneği 16. Mimarlık Ödülleri’nde Mimarlığa Katkı dalında ödüle layık görüldünüz. Bu ödülün sizin için anlamı hakkında neler söylersiniz?
PD Mesleki örgütlenmeler mimarlık kültürünün zenginleşmesi adına potansiyellere sahip platformlardır. Ödül programlarını da bu platformların bileşenleri olarak görüyorum. Daha anlamlı bir dünya için hep birlikte çalışırken bir ödülle taltif edilmek motivasyon kaynağı oluyor. 2022 yılında İstanbul Serbest Mimarlar Derneği’nin 20. Yıl Özel Ödülü’ne, bu yıl da Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin Mimarlığa Katkı Ödülü’ne layık görüldüm. Her iki ödül programında ödüle layık görülen kişi ve kurumlar arasında sayılmaktan onur duydum. Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin açıklama raporu beni ayrıca duygulandırdı; bunun birkaç nedeni var, bunlardan biri “adanmışlık” vurgusu idi. Açıklama raporunda bunun gibi kişiye özel notların olması ödülü daha da anlamlı kılıyor kanımca, en azından benim için öyle oldu. Her iki kuruma da saygılarımı, teşekkürlerimi sunuyorum.
Bir konuyu daha not etmeden geçmek istemem: “Müşterek” olarak ortaya koyduğumuz çalışmalar nedeniyle; takdir edilen ödülleri iş birliği içinde olduğum paydaşlar adına da almış kabul ediyorum kendimi, bununla ayrıca gurur duyuyor, onlara da özel olarak teşekkür ediyorum.
YŞ Bir gün mutlaka yapmak isterim dediğiniz ama henüz fırsat bulamadığınız bir araştırma konusu var mıdır?
PD Tarihin ilginç bir noktasındayız, pek çok açıdan. Dijital teknolojilerin geleceği bir araştırmacı, bir hikaye anlatıcısı ve bir yayıncı olarak benim için umut ve heyecan verici; bu teknolojilerden yararlanarak arşiv ve araştırmaları kayıt altına alma yöntemlerinin şimdikinden çok farklı yerlere gidebileceğini biliyorum. İletişim dilinin değişmesi gerekiyor her şeyden önce, bu çerçevede yeni yayın formatları da oluşacak ve gelişecektir. Kendimi bugüne kadar yaptığım işleri de kapsayan bir matris üzerinde çalışırken hayal ediyor, bu yönde faaliyetler içinde bulunmak istiyorum. Mimarlık tarihinin yakın gelecekte çok farklı ele alınacağını düşünüyorum. Dilerim gereken ortamı yaratabilir, bu yönde iş birlikleri içinde olma fırsatlarını yakalayabilirim.
YŞ Halihazırda üzerinde çalıştığınız projeler hangileri?
PD Dört yıldır Uygur Mimarlık için bir kitap çalışması yapıyorum; birkaç ay içinde yayımlanmış olacak. Uygur Mimarlık’ın müthiş bir öyküsü var. Bu sayede Ankara’daki mimarlık ortamına biraz daha yakınlaştığım için de mutluyum.
“Türkiye’de Mimari Maket” kitabının İngilizcesi de yayımlanacak, şu sıralar grafik tasarımı üzerinde çalışılıyor. Son olarak bir de “Türkiye’de Mimarlık Fotoğrafı” kitabını söyleyebilirim, bu kitap Türkçe ve İngilizce olarak yayımlanacak. Kitapların İngilizce olarak da yayımlanması, kendi içimizde konuşmanın ötesine geçerek dünya ile iletişim kurmamız açısından çok önemli. Bu iki kitap VitrA’nın desteğiyle yayımlanacak; destekleri için müteşekkirim.
Maketle ilgili gündemimde iki konu daha var. Bunlardan biri gündelik yaşam içinde maketin, elle üretmenin izini süremeye yönelik fotoğraf albümlerinden ve buluntu fotoğraflardan yararlanarak bir arşiv oluşturmak. Diğeri ise Arkitekt ve Mimarlık dergilerinde maketin yerini ortaya koyma amacını taşıyan bir dijital arşiv çalışması.