Warhol’un Marilyn’leri Üzerindeki Kurşun İzleri: Öykü, Tasarım ve Değer İlişkisi
Celal Abdi Güzer, Prof. Dr.
ODTÜ, Mimarlık Bölümü
Her tasarımın örtük ya da açık olarak bir arka plan öyküsü vardır. Bu öykü doğrudan tasarım süreci ile ilişkileneceği gibi, tasarımcı ya da tasarım ürünü ile ya da bunların tümü ile ilişkilenebilir. Birçok tasarım, mimarlık ya da sanat ürünü kendi fiziksel ve anlamsal değerinin yanında bu öykü üzerinden değer kazanır. Öne çıkan bazı yapıların ve eserlerin öyküleri çoğalabilir. Örneğin Frank Lloyd Wright’ın Şelale Evi ya da Jorn Utzon’un Sidney Opera Binası gibi yapılar kendilerine yakıştırılan öykülerle bilinirliklerine başka bir boyut katarlar. Wright’ın, evi bir sigara paketinin arkasına birkaç dakikada çizmesi ya da uzun konsollarının altındaki kalıp dikmelerini kendisinin alması, Sidney Opera Binası önerisinin yarışmada ilk turda elendikten sonra jüriye sonradan katılan Eero Saarinen tarafından tekrar öne çıkartması çokça anlatılan öykülerdir. Picasso’nun Guernica’sı hem kendi anlattığı savaş öyküsü hem de üretim sürecine yönelik öykülerle bilinir. Picasso sadece bir resim yapmaz aynı zamanda resimde renk kararından seçilen figürlere ve onların kompozisyonlarına her şey savaş ve rejim karşıtı bir muhalefeti temsil eder. Öykü Picasso’nun diyalogları ile farklı bir boyut kazanır. Vincent van Gogh’un roman ve filmlere konu olan yaşam öyküsü ürettiği eserlerin arka planıdır. “Breakfast at Tiffany’s” sadece unutulmaz bir sinema filmi değil, aynı zamanda bir tasarım markasının kazandığı ayrıcalığı güçlendiren bir arka plan öyküsüdür. Bu öyküler mimar, tasarımcı ya da sanatçının kendisinin ve eserlerinin değeri üzerinde doğrudan rol oynar, etkili olur. Bu nedenle öykü, bir yandan tasarım ya da sanat ürününü anlamak için bir araç olarak kullanılırken öte yandan güçlü bir pazarlama ve artı değer oluşturma aracıdır.
Bu öykülerin en ilginçlerinden biri Andy Warhol’un ünlü Marilyn Monroe serisi ile ilgilidir (1). 1962’de Monroe’nun ölümünün ardından Warhol ilk Marilyn serisini oluşturdu. Buradaki tasvirlerde Monroe’nun 1953 yapımı “Niagara” filmindeki bir portresini kullanmıştı. Seriye gösterilen ilgi Warhol’un benzer üretimler yapması, seriyi çoğaltması ile sonuçlandı. 1964 yılında Warhol’un iki arkadaşı atölyede ziyaretine gelmiş. Atölyede henüz tamamlanmış beş yeni Marilyn portresi yan yana duruyormuş. Arkadaşlarından biri, fotoğrafçı olan Dorothy Podler, bu eserlerin fotoğraflarını çekip çekemeyeceğini sormuş (İngilizcede “shoot” sözcüğü hem fotoğraf çekimi hem de silahla ateş etmek anlamında kullanılıyor). Daha sonra da çantasından çıkardığı tabanca ile dört tanesine ateş etmiş (Hikayenin biraz farklı ve detaylı anlatıları var). Yıllar içinde “Vurulmuş Marilyn’ler” (Shot Marilyns) ismini alan bu portreler bu öykünün de gücü ile olağanüstü bir ilgi görerek rekor fiyatlara el değiştirmeye başlamış. 1989 açık artırmasında sadece bir tanesi 4 milyon dolara satılırken 2022 de bu fiyat 200 milyon dolar olarak tahmin ediliyormuş. Böylelikle Shot Marilyns en pahalı tablolar listesinde Rothco, Rembrandt, Picasso gibi ressamların eserlerini geride bırakmış (2). Özü itibari ile çoğaltılmış bir kopyayı bu ressamların özgün eserlerinin önüne geçiren pek çok özellikten bahsedilebilse de eserle bütünleşen bu öykü başrole koyulmalıdır.
Aslında olayın kahramanının sanatı popüler kültür içinde yüceltmeye çalışan biri olması tesadüfi değil. Tüketim toplumu kültürü, yıllar içinde ürünün pazar değerini arttırmak için çeşitli stratejiler geliştiriyor. Bunların başında da kimlik değeri geliyor. Bu zaman zaman marka, tasarımcı olabileceği gibi zaman zaman da kullanıcının ürün üzerinden oluşturacağı kimlik değeri olabiliyor. Bu durum tüketim toplumu kültürünün yerleşik hale gelmesinin yani 20. yüzyılın başlarına gitse de küresel kültür ve yaygınlaşan kitle iletişim araçları ile ivmelenerek artış gösteriyor. Bugün dijital platformlar ve sosyal medya kimlik inşası ve pazarlaması için önemli bir alternatif medyaya dönüşmüş durumda. NFT (Non-fungible token) adı verilen bazı dijital imajlar, bu imajlara bir sahiplilik atfederek milyon dolarlık yeni pazarlar açıyorlar. Sanatın geleneksel öğretisinin içinden gelenler için oldukça anlaşılmaz gelen bu durum aslında sadece yeni bir pazar tanımlamakla kalmıyor aynı zamanda sanatı üretme, tüketme ve yaşamımıza dahil etme biçimlerimizi de dönüştürmeye çalışıyor. Bu ivmeden sanatın yanında tasarım gibi alanlar da payını alıyor.
Yeni dünya düzeni içinde kimlik, marka değeri, bir öykünün parçası ya da kendisi olmak tasarımın kendisi ile yarışacak bir değer oluşturuyor. Mimarlık söz konusu olduğunda bu öykü 3 ayrı şekilde çıkıyor karşımıza:
1. Mimarın Öyküsünü Taşıyan Yapı
Sanat alanında olduğu gibi mimarlıkta da yapının tasarımcısının geçmişi, oluşturduğu tanınmışlık zemini bir deneyim birikiminin göstergesi gibi görülür. Bu nedenle yapı kendi içeriğinden bağımsız olarak tasarımcısı üzerinden değer kazanır. Özgün, nitelikli ürün veren ya da tanınmışlıkları nedeni ile ürünlerinin ayrıcalıklı bir yeri olduğu varsayılan mimarlar başta mimarlık ortamı olmak üzere farklı grupların ilgisini çeker. Bir anlamda onlar ait yapılar onların öyküleri ile eşleşir. Tersten gidildiğinde de tanınmış bir mimarla çalışmak onun yapısı ile birlikte öyküsüne de sahip olmayı getirir. Bu nedenle öne çıkmak isteyen yatırımcı, markalaşmak isteyen kent, başta pazar ve işaret değeri olmak üzere çok sayıda olanaktan yararlanmak için tanınmış mimarla çalışmayı bir kısa yol olarak görür, oluşmuş tanınırlığı işlevselleştirmeye çalışır. Burada karşı karşıya kalınan bir kısır döngü bu tasarımcıların özgün ürünlerinin ya da dillerinin temsiliyet değeri nedeni ile tekrar edilmeye ya da tipolojik bir kurgu içinde yeniden üretilmeye zorlanmasıdır. Örneğin farklı coğrafyalarda farklı programlar içeren Frank Gehry ve Zaha Hadid yapıları, özgünlükle tipolojik olmak arasında gider gelirler. Bu zaman zaman büyük ofislerin, nitelikli mimarların yeni araştırmalar, denemeler ve öyküler içine girmesini engelleyen bir yola dönüşmeye açıktır. Benzer biçimde tanınmışlığın önemini vurgulayan bu olgu çok sayıda mimarlık ofisini üretimlerinden bağımsız bir tanıtım yoğunluğuna yönlendirmektedir.
2. Öyküsü Olan Bir Tasarım
Bazı yapılar konumu, geçmişi, programı, işlevi, tarihsel geçmişi ya da tasarımda öne alınan özgün bir yaklaşım nedeni ile bir öyküyü temsil eder. Özellikle ayrıcalıklı programlara sahip olan yapılarda bu öykü tasarımın ana fikrini oluşturur, programın ya parçası ya da onunla yarışan alternatifi olur. Örneğin Centre Pompidou yapıldığı dönemde çarpıcı dili, işlevsel kurgusu, kentle bütünleşme ve çatışma biçimleri, dolaşım ve tesisatı doğrudan dışa vuran yaklaşımı ile bir işaret değeri kazanmış, filmlere konu olmuş bir yapıdır. Benzer biçimde Gaudi’nin Sagrada Familia kilisesi özgün dili kadar bitmeyen inşaat süreci ve bu sürece eklenen öykülerle öne çıkar. Ünlü birinin doğduğu, yaşadığı ev ya da bazı tarihi olayların arka planını oluşturan yapılar da bir öykü ile birlikte gelir. Öte yandan birçok özgün tasarımın arkasında bir senaryo ya da yaşam öyküsü tasarımın çıkış noktasını, ana fikrini oluşturur. Yeni yıkılan Nakagin Kapsül Kuleleri, Arolat’ın Antakya’daki müze oteli, Berlin’de Libeskind’in Yahudi Müzesi ya da Moshe Safdie’nin Habitat 67’sinin arka plan hikayeleri tasarımın çıkış noktasını oluşturmuştur. Bu kimi zaman Antakya’daki müze otelde olduğu gibi arkeolojik değerlerle otel programını birleştirmek olabileceği gibi zaman zaman da Safdie’nin yaptığı gibi konut yaşamını yeniden hikayeleştirmek olabilir. Aslında her yapının açık ya da örtük bir öyküsü vardır. Önemli olan bu öykünün tasarımla bütünleşme, onu yönlendirme biçimidir. Nitelikli yapıların çoğunun tasarım süreçlerinde bu sürekliliği görüyoruz.
3. Sonradan Öykü Atfedilen Bir Tasarım
Bugünün pazarlama dünyası, emlak ve reklam sektörü öyküyü pazarlamanın vazgeçilmez bir parçası olarak görür. Pazarlama süreci bitmiş ürünü bir öykü ile birleştirmeyi neredeyse zorunlu bir yöntem olarak ele alır. İş projenin isminden başlar, proje ile birlikte sunulan görsellerle, filmlerle ve bunlara eklenen tanıtım etkinlikleri ile devam eder. Şehrin göbeğinde trafik adaları arasındaki bir konut sitesi yeşil vadi adını alır, en ekolojik, en yüksek, en ayrıcalıklı gibi sıfatlar kullanılarak kullanıcı ile proje arasında bir kimlik, ayrıcalıklı bir aidiyet bağı oluşturulmaya çalışılır. Farklı olmak, diğerlerine benzememek ve yenilik bu kimliği oluşturmanın en belirgin parçalarıdır. Farklı ve yeni kavramları ise zorunlu bir süreklilik içermez. Farklılık bazen sadece biçime indirgenmiş yapay bir arayış, yenilik ise salt kronolojik bir değer olarak çıkar karşımıza. Bugün sıkça gördüğümüz orası burası eğilmiş, cephesi yön ve işlev kaygısı olmaksızın “scenographic” biçimde ele alınmış yapıların çoğu bu anlayışın tasarım süreçlerini yönlendirmesinin sonucudur. Tersten gidildiğinde mimar pazar ortamında öne çıkmak için kestirme yoldan öyküler üretmeye biçimsel zorlamalarla yapısını farklılaştırmaya zorlanır. Aslında karşı karşıya olunan önceden ya da sonradan meşrulaştırma süreçleridir. Paralı başvuruları olan ve neredeyse karşılıksız çıkılmayan ödül programları, akıllı, çevre dostu bina sertifikaları, ünlülerle komşuluk vaatleri, mimarlık ofisleri içinde kurulan tanıtım birimleri bu süreçlerin parçasıdır. Mimara tanınmak, bilinmek ve ünlü olmanın iş almanın kısa yolu olduğu öğretilir. Sosyal medya hesapları, kiralanmış tv program saatleri, ilan verir gibi satın alınan gazete ve dergi sayfaları proje öykülerinin parçası yapılmaya çalışılır, modern iş geliştirme ve pazarlama yöntemi gibi sunulur.
Bugün geldiği noktada öykü ile tasarım arasındaki süreklilik ilişkisinin sorgulanması mimarlık eleştirisi için önemli bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Özellikle mimarlığın popüler kültürün yönlendirmeleri içinde yapay değerler oluşturmaya açık kaldığı, gündelik beğeni normları ve moda olanla çağdaşlık kavramının birbirine karıştığı, tanınmışlığın nitelikli iş üretmenin alternatifi gibi algılandığı bir ortamda mimarlık eleştirisi kendiliğinden oluşan ya da yapay olarak oluşturulan mitleri çözme görevi ile karşı karşıya kalmaktadır. Yatırımcı ya da büyük projelerde karar verici konumda olanlar ve politikacılar popüler kültürün bu yapay değer üretme ortamına mesafeli kalamamaktadır. Bu nedenle birbirleri ile yarışan kentler, orası burası eğilerek farklı görünmeye çalışan yapılar kendilerini meşrulaştırmak için bu kültür ortamında karşılık bulacakları öykülerden medet ummakta, giderek yaygınlaşan bir “vurulmuş Marilyn’ler” yaklaşımı sanatta olduğu gibi mimarlıkta da yaygın olarak başvurulan bir araç haline gelmektedir. Şüphesiz burada sanat ve mimarlık arasındaki farkın altını çizmek gerekir. Sanat ürünü sınırlı sayıda kişi ile zorunlu olmayan bir ilişki tanımlar. Pazarı da öyle. Öte yandan mimarlık sadece bir yatırım ve tüketim aracı değil, aynı zamanda bir barınma ve sosyal altyapı ortamı, kamusal bir değerdir. Kent; tarihin, kültürün, geleneğin izlerini barındıran geniş kapsamlı bir sürdürülebilirlik olgusunun temel yönlendiricisidir. Kentin, kent içindeki yapıların öyküsü istesek de istemesek de bizim öykümüzdür. Bu nedenle planlama ve mimarlık söz konusu olduğunda kurmaca öykülerle gerçek öyküleri birbirinden ayırt etmek birbirlerinin yerine geçmesine engel olmak daha yaşamsal bir önem taşımaktadır.
Kaynaklar
- https://revolverwarholgallery.com/andy-warhol-the-shot-marilyns-and-his-early-silkscreens/
- https://www.oggusto.com/sanat/eser-ve-muze-incelemeleri/dunyanin-en-pahali-10-sanat-eseri