Dekolonizasyon ve Dekarbonizasyon: Başka Türlü Bir Mimarlığa Doğru

Mimarlığın daha demokratik ve çok sesli bir hale getirilmesi, dirençli kentler inşa edilmesi ve katılımcılığın artırılması, dekolonizasyon ve dekarbonizasyon düşüncelerinin yerleşik hale gelmesi ve mimarlığın sömürgesizleştirilmesi için başka türlü bir mimarlığın nasıl mümkün olabileceğini mimarlara ve akademisyenlere sorduk.

Hazırlayan: Ebru Şevli, Mimar

Dekolonizasyon ve dekarbonizasyon arasındaki ilişki ilk bakışta fonetik bir benzerlik haricinde oldukça muğlak görünse de küresel mimarlık ortamında bu iki kavramı birbirinden ayrı düşünebilmek bugün pek de mümkün değil. Ölçülebilir ve somut bir süreç olan dekarbonizasyon, mimari ile kurduğu ilişki bakımından tahmin edilebilir bir değerken dekolonizasyonun mimarlıkla diyaloğu oldukça bulanık. Bu ilişki, bugün iklim krizi ile mücadele eden kentlerin dekarbonizasyonu için yalnızca sürdürülebilir teknolojilerin yeterli olmadığı, yapma biçimlerimizde ve tasarım sürecinin tamamında sömürgesizleştirmenin gerekliliği olarak açıklanabilir.

Sömürgesizleştirme anlamına gelen dekolonizasyon, temelinde insan ve doğa arasındaki ilişkinin yeniden kurulması olarak anlaşılabilir. İnsan, toplum ve doğa arasındaki zorunlu ve dengede tutulması gereken bu ilişkinin kodlarının yeniden belirlenmesi gerekiyor. Mimariyi sömürgecilikten arındırmak, gezegenle kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmek, daha çeşitli ve özenli bir endüstrinin önünü açmak anlamına geliyor.

Mimarlığın sömürgesizleştirilmesi, sadece mimari üretimlerin maddeselliğini ve çevresel etkilerini değil, aynı zamanda toplum katılımını ve söz hakkını da içeren proje sürecinin kendisini çeşitli yönleriyle yeniden ele almayı; malzeme ya da inşaat tekniklerinin ötesinde, tasarım sürecinin kendisinin de yeniden değerlendirilmesini kapsıyor. Bu noktada, yalnızca aktif olarak mimari üretimde bulunan aktörlerin değil, sivil toplum kuruluşlarının, meslek birliklerinin ve mimarlık ile karşılaşılan ilk yer olan mimarlık fakültelerinin de içerisinde bulunduğu süreçleri yeniden düşünmeleri bu sürecin önemli bir parçası haline geliyor.

Dekolonizasyon temsili olmaktan ziyade yapısal bir süreç tanımlıyor. Tarihte ya da çağdaş uygulamada mimarlığın dekolonizasyonu üzerine hiçbir ciddi tartışma; ırk ve temsilin imparatorluk, kapitalizm ve sömürgecilikte nasıl işlediğine dair yaygın bir eleştirel anlayış olmadan başlayamaz. Bu noktada mimarlığı sömürgesizleştirmek; evrensel ve herkes için geçerli bir reçeteden ziyade, içinde bulunduğumuz bağlamı sosyo-kültürel çerçeveden iyice anlamayı ve sorgulamayı gerekli kılıyor. Kentlerin ve mimarlığın özgürleşebilmesi, onları yapılardan ve yapı bileşenlerinden meydana gelmiş fiziki varlıklar olarak görmenin ötesinde, üretim süreçlerinin ardında bulunan ideolojileri, iktidarları ve arzuları iyice anlamayı; gücünü bir iktidardan diğerine aktarmanın değil, iktidarsızlaştırmanın gerekliliğini vurguluyor.

Mimarlığın daha demokratik ve çok sesli bir hale getirilmesi, dirençli kentler inşa edilmesi ve katılımcılığın artırılması, dekolonizasyon ve dekarbonizasyon düşüncelerinin yerleşik hale gelmesi ve mimarlığın sömürgesizleştirilmesi için başka türlü bir mimarlığın nasıl mümkün olabileceğini mimarlara ve akademisyenlere sorduk.

Kapak Fotoğrafı: Schorge Okulu, Francis Kere. ©Iwan Baan

Alessandro Petti, Prof.

Kraliyet Sanat Enstitüsü (Stockholm), DAAR (Mimarlık ve Sanatı Sömürgesizleştirme Araştırmaları)

Sömürgesizleştirme kavramını tam olarak anlamlandırmak için kişinin hangi perspektiften, konumdan baktığını ve konuştuğunu, ayrıca kişinin dekolonizasyon terimini anlamasını ve uygulamasını şekillendiren deneyimleri açıklığa kavuşturmak gerekir. Benim deneyimime göre dekolonizasyon esasen ikili bir hareket olarak anlaşılmış ve uygulanmıştır: Bir tarafta statükoya karşı eleştirel bir yaklaşım ve normalleşmeye karşı bir panzehir, diğer tarafta ise anlamlı ve özgürleştirici yaşam biçimlerinin yaratılmasına yönelik bir hareket. Dekolonizasyonun aslında her şeyden önce, İsrail’in işgalci, emperyalist ve ırkçı rejimine karşı kurtuluş olarak anlaşıldığı Filistin bağlamında ortaya çıkmış ve somut anlamlar geliştirmiştir. 2007 yılında Sandi Hilal, Eyal Weizman ve ben, boşaltılan askeri üslerden mülteci kamplarına, tamamlanmamış hükümet yapılarından yıkılan köylerin kalıntılarına kadar, sömürge yapılarının başlangıçta tasarlandıklarından farklı amaçlar için yeniden kullanımını hayal etmeyi amaçlayan mimari ve sanatsal bir kolektif uygulama olan DAAR’ı (Decolonizing Architecture Art Residency) kurduk (1).

Kolonizasyon ve dekolonizasyon sürecinde mimari; mekansal ilişkilerin düzenlenmesinde ve ideolojilerin ifade edilmesinde önemli bir rol oynar ve yapılar terk edilip harabe halinde bırakıldığında bile siyasi ve kültürel iddialar için kanıt teşkil eder. Sömürge mimarisinin yeniden kullanım biçimlerinin analizi; ulusal kimlik ve sürgün, aidiyet ve yabancılaşma duyguları, sosyal kontrol veya kentsel yıkımla ilgili daha geniş siyasi ve kültürel meseleleri anlamak için yeni bir arenadır. 

“Sömürgesizleştiren mimarlık” için iktidar yapılarını tersine çevirmek yeterli değildir. Sömürge sonrası Hindistan’da Jawaharlal Nehru ve Mahatma Gandhi, boşaltılan İngiliz sömürge binalarının nasıl yeniden kullanılacağı konusunda farklı tutumlara sahipti: Nehru bu yapıların yeni bağımsız hükümet için yeniden kullanılmasını, hapishanelerin hapishane olarak, okulların okul olarak kullanılmaya devam edilmesini vb. isterken; Gandhi özgürleşmiş bir Hindistan’ın halkın çıkarlarına hizmet etmek ve iktidar ilişkilerinin içkin yapısından kurtulmak için bu sömürge yapılarının işlevlerini kökten değiştirmesi gerektiğine inanıyordu.

Bu nedenle, mimarlığı sömürgesizleştirme görevinin zorluğu; iktidar yapıları tarafından tuzağa düşürülmeyecek yeni kullanımları yeniden hayal etmektir. Bu anlamda dekolonizasyon, asla gelmeyecek daha adil bir geleceğe dair mesihvari bir vaatten ziyade, mevcut tahakküm yapılarına yönelik bir profanlaştırma eylemine daha yakındır. Giorgio Agamben, profanlaştırmanın basitçe ayrımları ortadan kaldırmak ya da iptal etmek anlamına gelmediğine, bunlardan yeni kullanımlar çıkarmayı öğrenmek olduğuna işaret eder. Profanlaştırmak; ayrım çizgilerini aşmak, onları belirli bir şekilde kullanmaktır. Kutsallaştırmak, ortak şeyleri ayırmak ve ayrı, ulvi bir alana getirmekse, bunun tersi olan profanlaştırmak, bu şeylerin ortak kullanımını yeniden tesis etmektir. 

Dolayısıyla sömürge mimarisini yeniden kullanmak, yalnızca iktidarın yerini değiştirmek değil, aynı zamanda onun yıkıcı potansiyelini, kullanımlarını altüst ederek işleyişini tersine çevirmek için kullanmak anlamına gelir. Bu nedenle, sekülerleştirme ile profanlaştırma arasında ayrım yapmak önemlidir. Sekülerleştirme iktidar yapısına dokunmaz; sadece onu bir alandan diğerine taşır. Ancak profanlaştırma, güç aygıtlarını devre dışı bırakmayı ve gücün ele geçirdiği alanın ortak kullanımını yeniden sağlamayı başarır.

Walter Mignolo’nun kavramsallaştırmalarını ödünç alırsak, tarihsel sömürgeleştirme ve sömürgesizleştirme süreçleri ile günümüzün sömürgecilik ve sömürgesizlik koşulları dünya düzenini şekillendirmiştir ve ayrıcalık sistemlerinin varlıklarını sürdürmesine olanak tanımıştır. 

Avrupa’nın sömürgeci/modern sömürü, ayrıştırma ve mülksüzleştirme projesi beş yüz yıl önce, referans merkezi olarak Avrupa’yı alarak, ondan daha aşağı olduğu düşünülen ulusların, kültürün ve uygarlıkların bölünmesiyle başladı. Miras alınan bu ayrıcalığın belki de en çarpıcı örneği, Avrupalı torunlara tanınan ve dünyanın geri kalanı için reddedilen serbest dolaşım hakkıdır. Avrupa’nın sömürgeci/modern projesinin sadece Avrupa dışında değil, Avrupa’nın kendi içinde de dayatıldığını söylemek gerekir. Örneğin benim doğduğum Güney İtalya, bugün hala “az gelişmiş”, “geleneksel” ve “geri kalmış”, başarısız bir modernleşme projesinin nesnesi olarak görülüyor.

1940 yılında Faşist rejim, Sicilya kırsalını yeni, modern kırsal kasabalarla modernize etmek/sömürgeleştirmek amacıyla “Ente di colonizzazione del latifondo siciliano”yu (Sicilya Latifundia Kolonizasyon Kurumu) kurdu. Kırsal kesim aynı zamanda “ıssız” ve “verimsiz” olarak görülüyordu ve bu nedenle “geri kazanılması”, “medenileştirilmesi” gerekiyordu. Birkaç yıl önce, Libya’ya modernliği getirmek ve Libya, Eritre ve Etiyopya’da modern şehirler ve mimari inşa etmek amacıyla “Ente di colonizzazione della Libia” (Libya Kolonizasyon Kurumu) kurulmuştu. Özellikle mimari modernizm, ilerici sosyal ve siyasi gündemi nedeniyle kutlanmaya devam ederken, modernist ilerleme ve yenilik söyleminin gizlediği şey; onun karanlık tarafı, yani doğasında var olan homojenleştirici, otoriter ve ayrıştırıcı boyutlarıdır. Bu modernist anlayışlar, modern mimari adına tüm toplulukların, yaşam biçimlerinin ve tarihi alanların silindiği çağdaş mimaride ve şehir planlamasında hala varlığını sürdürmektedir.

Modernizmin eleştirisi tek başına yeterli değildir, bu eleştiri zaten postmodernizm tarafından gerçekleştirilmiştir. Günümüzdeki görev ise, buna ek olarak, demodernleşmenin mimari biçimlerini hayal etmektir. Bu nedenle, modernist yapılar içinde yaşayan herkes için, daha geniş bir dekolonizasyon mücadelesi içinde, çabalarımızı coğrafi konum ve Kuzey/Güney ayrımlarından bağımsız olarak gerçekliklerimize nüfuz etmeye devam eden temel modernist değerlerin, kategorilerin ve epistemolojilerin altını oymaya ve istikrarsızlaştırmaya odaklamanın zamanı gelmiştir.

Notlar 

  1. www.decolonizing.ps., A Questionnaire on Decolonization 95th.

Amina Rezoug Ayar, Dr.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi

Bir süredir akademide gündemde olan ve sıkça karşılaştığımız “dekolonizasyon” kavramı, Lesley Lokko’nun küratörlüğünü yaptığı 18. Venedik Mimarlık Bienali ile birlikte hayatımızda iyice merkezi bir konuma yerleşti. Dekolonizasyon kavramı, ilk başta Türkiye mimarlık bağlamı için çok yabancı ve ilişkisiz görünse de, aslında dünyanın geri kalanı kadar Türkiye için de büyük bir öneme sahiptir. Bu yazıda, dekolonizasyonun neye tekabül ettiğini netleştirebilmek adına öncelikle genel bir literatür taraması yapacak ve bağlamını açıklamaya çalışacağım.

“Dekolonizasyon nedir?”, “Mimarlığın kolonyal yanları neler?”, “Neden dekolonizasyona ihtiyaç duyulur?” ve son olarak, “Yerleşik düşünce sistemini dekolonize edebilmek için alınabilecek önlemler neler?” Bu soruları bu kısa yazıda mümkün olduğunca cevaplamaya çalışacağım.

Dekolonizasyon Nedir?  
Dekolonizasyon kavramı, Perulu sosyolog Anibal Quijano tarafından öne sürülen bilginin kolonyalitesi (coloniality of knowledge) tartışmalarıyla köklenmiştir. Kolonyalite, modernitenin karanlık yüzüne ışık tutarak dekoloniyalizasyonun temelini oluşturur. Dolayısıyla, Mingolo&Walsh’ın “On Decoloniality: Concepts, Analytics, Praxis” (Mignolo & Walsh, 2018) kitabında bahsettikleri üzere; modernite, kolonyalite, dekolonyalite birbirinden bağımsız olarak ele alınamaz; bunlar oldukça karmaşık bir kavram bütününü oluştururlar. Bilginin modern temelleri, emperyalist ve coğrafi (territorial) temellere dayanır (Ali, 2014). Buna bağlı olarak, dünyanın modern sosyo-tarihsel düzeni ve sınıflandırması, mikro anlatı ve spesifik bilgi temelleri üzerine kuruludur (Mignolo & Tlostanova, 2006). Modernitenin referans noktası olarak Rönesans Dönemi kabul edilir; çünkü Amerika’nın keşfiyle birlikte mekanın, Orta Çağ’ın icadı ile de zamanın sömürgeleştirilmesi başlar (Mignolo & Tlostanova, 2006). Rönesanstan bugüne kadar, modernitenin retoriği kolonyalite mantığının karanlık ve baskıcı yanı olmadan sürdürülemezdi. Kolonyalite mantığı, Mignolo ve Tiastova’nın açıkladığı gibi, modernite ve küreselleşme retoriği üzerine kurulmuştur. Bu retorik, bazı toplumların aşağı olduğu varsayımı ile baskının ve sömürünün meşrulaştırılması üzerine kuruludur. Tam bu noktada, kolonyalite ve kolonyalizm (sömürgecilik) arasındaki farkı açıklamanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Kolonyalizm yani sömürgecilik, bir ulusun veya halkın egemenliğinin başka bir ulusun gücüne dayandığı siyasi ve ekonomik ilişkiyi tanımlarken, kolonyalite ise sömürgeciliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan ancak kültürü, emeği, özneler arasındaki ilişkileri ve bilgi üretimini sömürgeci yöntemlerin katı sınırlarının çok ötesinde tanımlayan, uzun süredir devam eden iktidar modellerine atıfta bulunur (Maldonado-Torres, 2007). Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere, sömürgecilik bitmiş olabilir ya da sadece güney yarımkürenin sorunu gibi görünebilir ancak, kolonyalite neoliberalizm ile günümüzün küresel güç denklemlerinin temellerini oluşturuyor ve gerçekliğini güçlü bir şekilde devam ettiriyor. Türkiye’nin kolonyalite ile ilişkisini kültür, emek, etnik gruplar, din, cinsel yönelim üzerinden kurulan baskıcı söylem ve yaptırımlar üzerinden düşündüğümüzde, Türkiye’deki kolonyalite daha kolay anlaşılır bir hal alıyor. 

Başta sorduğum “Dekolonizasyon nedir?” sorusuna geri dönecek olursam, dekolonizasyonun tek, evrensel ve herkes için geçerli bir tanımının olmayacağının altını çizerek başlamak istiyorum. Mingolo&Walsh’un belirtiği gibi, “Dekolonizasyon ne demek?” sorusunun soyut ve evrensel bir cevabı olamaz çünkü moderniteden koparak bilginin beden politikasının göz önünde bulundurulmasını gerektirir (Ali, 2014). Dekolonyal teori, tarihi ve coğrafi bağlamıyla ile ilişkili olarak düşünürek bilginin dekolonizasyonunu savunur. 

Mimarlığın Kolonyal Yanları Neler ve Mimarlığın Dekolonizasyonu Nedir? 
Yapılı çevre ve mimarlık hiçbir zaman sadece yapılı çevre ve mimarlık olmamıştır. Yapılar her zaman üretildikleri dönemin, sermayenin hayal ve ideallerini temsil ederler. Temsil ettikleri ideolojilerin politik temelleri üzerine inşa edilirler (Garcia&Frankowski, 2023). Mimarlık, inşa etmeye o kadar odaklıdır ki, kolonyal ayak izlerinin farkında değildir. Kapitalizm ve baskıcı rejimlerin egemen olduğu bir dünyada, mimarlığın dekolonizasyonu için öncelikle kolonyal yönleriyle yüzleşmesi gerekir. Bu dekolonizasyon için, mimarlık tarihi, mimarlık kuramı, mimari tasarım, uygulama ve eğitim alanlarının tek tek ele alınması gerekmektedir. Avrupa merkezli, tek anlatı odaklı modernite tarihi, baskın patriyarkal Avrupa merkezli bilgi ontolojisi üzerine kurulu kuram, neoliberal sermayenin yönettiği ve şekillendirdiği, emek sömürüsü üzerine kurulu, beyaz, erkek, starchitect (yıldız mimar) müelliflerin tasarım anlayışı ve kar odaklı üretim süreçlerinin önde olduğu, sürdürülebilir olmayan, karbon izi yüklü malzeme kullanımı, işçi sömürüsüne dayanan ve güvenliğini hiçe sayan inşaat süreçleri, tümüyle mimarlıktaki kolonyaliteye işaret eder. 

Mimarlık pratiğindeki yerleşik kolonyal düşünce sistemini tespit edebilmek için, Mingolo&Walsh’un (Mignolo&Walsh, 2018) öne sürdüğü, düşünce sistemimizde aramamız gereken dört başlık bulunmaktadır. İlk olarak, ataerkil/eril sezgilere dayalı seksizm ve ırkçılık; ikincisi, politik, ekonomik ve emperyalist tasarım anlayışı; üçüncüsü, bilim, felsefe, ahlak, estetik, din, ekonomi ve politika gibi konuları araçsallaştırarak evrenselmiş gibi görünen, yerel tahayyülün kontrol ettiği bilgi ve anlayış; ve son olarak, insan yaşamından gezegen yaşamına kadar her yönüyle yaşamı kontrol etme tahayyülü ile siyaset ve ekonomiye yerleşmiş ataerkil/eril bakış açısı.

Mimarlığın dekolonizasyonu, düşünce sisteminin dekolonizasyonu kadar zor ve karmaşık bir süreçtir, sürekli sorgulamayı gerektirir. Buraya kadar, düşünce sistemimizde kolonyal düşüncelerin izini sürmeye çalıştık ve bu süreçte sorgulamamız gereken noktaları ele aldık. Ancak, şüpheciliğin ötesinde, dekolonizasyon sürecinde pratiğimizi yeniden tanımlarken bize rehberlik edecek sorular neler? Bu konuda tekrar Mingolo ve Walsh’a (2018) başvurmak gerekecek. 

Herhangi bir dekolonizasyon süreci “Kim?”, “Nere?”, “Neden?” ve “Nasıl?” sorularından bağımsız düşünülemez. Dekolonyal düşünce sistemi, “çifte bilinç (double consciousness)” kavramını (Du Bois, 1911) benimser ve dünyanın geri kalanını gözlem nesnesi haline getiren sosyal bilimcinin (bizim durumumuzda mimarın) epistemik ayrıcalığını reddeder. Sosyal bilimci (ya da mimar), bio-politik bir beden olarak konuya yaklaşımının, anlayışının ve ele alış biçiminin değişken olduğunu ve bilgi birikiminden bağımsız olamayacağını iddia eder. Bu açıdan mimarla sosyal bilimci farklı değildir; mimari tasarımda ele aldığımız hasta-tanımlı problemlerdeki (ill-defined problems) (Cross 2001) yaklaşımımızın bio-politik boyutu yadsınamaz. Bu noktada, mimari bir örnek üzerinden bu soruları tartışmaya devam etmek istiyorum. Örnek olarak, Barefoot Social Architecture projelerini ele alalım. 

Barefoot Social Architecture “kim(ler)den” oluşur? Pakistanın ilk kadın mimari Yasmeen Lari tarafından kurulmuş, gönüllülerden oluşan bir mimarlık sosyal projesidir. Barefoot Social Architecture “nerede” faaliyet göstermektedir? Pakistan’da sel felaketinden etkilenen köylere yardım etmeyi amaçlar, pilot köy olarak Pono Colony’de başlamıştır. “Neden” Barefoot Social Architecture? Sel felaketi 2022’de Pakistan’ın üçte birini sular altında bırakmıştır. Barefoot Social Architecture “nasıl” faaliyet göstermektedir? Sele dayanıklı, geleneksel yöntem ve tekniklerden yararlanan, yerel yapı malzemeleri (bambu ve kil) kullanılarak kendine yetebilen birimler tasarlanmıştır. Bu süreçte köyün kadın sakinleri kendi birimlerini inşa etmeleri için  teşvik edilmiştir. Bu kadınların diğer köylere giderek oradaki kadınlara yapı bilgilerini aktarmaları amaçlanmıştır, böylece küçük bir ücret karşılığında hem istihdam yaratılmış hem de yerel malzeme ile üretilen, oldukça erişilebilir yapı yapma bilgisinin yayılmasını sağlayan organik bir ağ örülmüştür. Bu durumda yoksul ve dışlanmış topluluklara yapı tasarımının ötesinde sürdürülebilir, bağımsız bir sistem sunarak kendi başlarına el ile inşa edebilecekleri, sıfır karbon izi olan bir tasarım geliştirilmiştir. 

Sonuç olarak, mimarlığın dekolonizasyonu düşünüldüğü gibi uzak bir kavram değil. Bu yazıda, modernite, kolonyalite, dekolonyalite kavramlarını nasıl birbirini şekillendirdiğini ve düşünce sistemimizdeki kolonyaliteyi sorgulamak için gerekli olan temel araçları sunmaya çalıştım. Burada vurgulanması gereken önemli konulardan bir tanesi, dekolonolizasyonun moderniteyi reddetmediğidir. Amaç moderniteyi yok saymak, yıkmak ya da yerine başka bir düzen getirmek değil. Dekolonyal düşüncenin temel amacı, modernitenin yok saydığı, başka bilme ve yapma yöntemlerine ışık tutmak ve birçok dünyanın bir arada olabildiği çoğulcu (pluriversal) bir dünyaya (Escobar, 2018) ulaşmanın yollarını aramaktır.  

Kaynaklar

  • Ali, M. (2014). Towards a decolonial computing. Ambiguous Technologies: Philosophical Issues, Practical Solutions, Human Nature, 8. http://oro.open.ac.uk/41372/.
  • Du Bois, W. (1911). The souls of black folk: essays and sketches. urresearch.rochester.edu. https://urresearch.rochester.edu/institutionalPublicationPublicView.action?institutionalItemId=26323.
  • Escobar, A. (2018). Designs for the Pluriverse. Duke University Press.
  • Garcia, C., & Frankowski, N. (2023.). A Manual of Anti-Racist Architecture Education. WAI, Architecture Think Tank.
  • Maldonado-Torres, N. (2007). ON THE COLONIALITY OF BEING. Cultural Studies of Science Education, 21(2-3), 240–270. https://doi.org/10.1080/09502380601162548.
  • Mignolo, W. D., & Tlostanova, M. V. (2006). Theorizing from the Borders: Shifting to Geo- and Body-Politics of Knowledge. European Journal of Social Theory, 9(2), 205–221, https://doi.org/10.1177/1368431006063333.
  • Mignolo, W. D., & Walsh, C. E. (2018). On Decoloniality: Concepts, Analytics, Praxis. Duke University Press. https://play.google.com/store/books/details?id=l8hcDwAAQBAJ.
  • URL-1: https://www.dezeen.com/2021/11/05/yasmeen-lari-manifesto-dezeen-15/.

Elif Kendir B., Öğr. Üyesi, Dr. Mimar

İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
FOL Kolektif

1947’de İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulan Hindistan, modern cumhuriyeti simgeleyen yapılarının inşası için Le Corbusier ve Louis Kahn gibi, İngiliz olmayan ama dünya çapında isim yapmış mimarlara görev verir. Yıllarca süren sömürge yönetiminin yarattığı hoşnutsuzluk, yeni yönetimin modernist mimarlığın tarihin kısıtlarından özgürleştirme iddiasını coşkuyla benimsemesine yol açacaktır.

Le Corbusier’nin evrensellik niyetlerinin yerel bağlamla sınandığı proje inşa sürecinde ise mimar Pierre Jeanneret öne çıkar: Yapıların şantiyesinde neredeyse takıntılı bir şekilde çektiği süreç fotoğrafları, modernist idealler yerin koşulları ile bir araya geldiğinde ortaya çıkan ilginç tezatları belgeler (2).

Sömürgesizleştirme özellikle sosyal bilimler alanında uzun süredir tartışılmakta olan bir konu. Alanın önde gelen düşünürlerinden Arturo Escobar, “Başka Türlü Bilgiler, Başka Türlü Dünyalar” başlıklı yazısında sömürgecilik ve modernite arasındaki sıkı ilişkiyi irdeleyen Latin Amerika eksenli bir araştırma programının başka türlü bilme biçimlerini ve dolayısıyla başka türlü dünyaları odağına aldığını anlatıyor (3). Mimarlık pratiği arazi ile olan yakın ilişkisi dolayısıyla özellikle inşa süreçlerinde başka türlü bilme pratikleriyle karşılaşıyor. Ancak Avrupa merkezci modernist mimarlık, özellikle erken dönemlerinde yeri ve bağlamı yalnızca geçmişin prangaları olarak gördüğü için bu karşılaşmalar çoğu zaman görmezden geliniyor, ya da ancak ana tartışmaların sınırlarında yer alabiliyor.

Oysa kültürel ve fiziksel peyzajı bilgi oluşumunun en önemli aktörlerinden biri olarak yeniden tanımlamak (4), yerleşme pratiklerine, yerel ile kurulan duygusal ve akılcı ilişkilere dikkatle, öğrenmeye açık bir gözle bakmak ve tam da bu noktalardan sömürgesizleştirilmiş bir mimarlık pratiğinin ipuçlarını bulmak mümkün olabilir. Jeanneret’nin Chandigarh kompleksinin inşa sürecinde bölgenin biricik koşullarındaki potansiyeli zanaatkarlarla iş birliği yaparak, üretim sürecinde dikkatli ve öğrenmeye açık bir tavır sergileyerek kısmen yapmış olduğu gibi.

Sömürge kavramı, elbette yalnızca politik iktidarlara dair bir kavram değil; içselleşen zihinsel kalıplar aracılığıyla kendimizi nasıl tanımladığımızdan diğer insanlarla kurduğumuz ilişkilere, bizden farklı gördüklerimize verdiğimiz tepkilerden doğaya, çevreye nasıl yaklaştığımıza dek geniş bir ilişkiler ağında tüm davranışlarımızı belirleyebiliyor.

“Küba’daki Ulusal Sanat Okulları, çelişkili bir biçimde hem modern hem de geleneksel olmak üzere tasarlanmış. Eleştirel bölgeselcilik akımından onlarca yıl önce yapılan bu yapılar, modernizmin yerel ile ilişki ve deneyim zenginliği açısından aksayan bir takım yönlerine alternatif oluşturuyorlar. (…)  Sanat okulları kompleksi içerisinde yer alan projelerin çoğunluğu malzeme olarak yerel üretim ve yerel işgücü ile bir araya getirilmiş tuğlaları, yerel inşai sistemleri kullanıyor ve ani sel baskınları ile kasırga şiddetinde rüzgarlar içeren Küba ikliminin içselleştirilmiş bilgisi doğrultusunda araziye yerleşiyor (6).”

Sömürgesizleştirme tartışmalarında başı çeken Latin Amerika’dan, bu kavramın ortaya atılmasından çok önce gerçekleşmiş olan, ve içerisinde mimarlığa dair pek çok ipucu barındıran bir örnek Küba Ulusal Sanat Okulları. Bu kompleksin içinde yer alan bale okulunun mimarı Vittorio Garatti, okulların Fidel Castro ve Che Guevara’nın ayrıcalıklı Havana Şehir Kulübü’nü üçüncü dünya için bir kültür ve sanat eğitimi merkezine dönüştürme fikrinden doğduğunu söylüyor. Öncesinde melez ırktan olması dolayısıyla bir önceki devlet başkanının bile giremediği bu prestijli kulübün Küba kültürel rönesansının en önemli mimari göstergelerinden birine dönüşmesi süreci, ülke kapsamında yaygın bir okuryazarlık kampanyası ve başka birçok eğitim merkezinin kurulması ile de bağlantılı (7).

Sömürgesizleşme pratiklerine ilham verebilecek bir başka örnek ise ayrıcalıklı bir aileden gelmesine ve Londra’da seçkin bir mimarlık eğitimi almasına rağmen, 1950 ve 60’larda Asyalı bir kadın mimar olarak pratik yaparken oldukça zorlanan Minette de Silva. Hem Birleşik Krallık ve Avrupa’da modernizm tartışmalarının odağında yer alan, hem de anavatanı, ve yine eski İngiliz sömürgelerinden biri olan Sri Lanka’da yerel zanaatkarlar ve üretim biçimlerini bünyesine alan ve eski sömürge yönetiminde egzotik semboller üzerinden oluşturulmaya çalışılan mimari dile alternatif getiren, iklimi, yerel bilgiyi ve yaşantı biçimlerini öne çıkaran binalar ortaya çıkarıyor.

Türkiye eski bir sömürge olmamasına, hatta eski ve hatırı sayılır bir emperyal geçmişten gelmesine rağmen, günümüzde tamamen ekonomik ve kültürel olarak bir anlamda sömürgeleşmiş, ve tamamen periferiye itilmiş halde. Bu bağlamda, özellikle uzun vadeli çevre politikalarına dair fikir üretmek zorunlu hale geliyor. Mimarlık pratiğinde köklü bir yaklaşım değişiminin çarpık kentleşme veya karbon salınımı konularında anlamlı bir fark yaratması mümkün. Katılımcı süreçleri desteklemek, STK’lar ve tabandan gelen hareketlerle bazen inşa etmek kadar inşa etmeyi reddetmek ve alan savunması ile kimlik ve zihin özerkliğinin en baş müttefiki olabilecek kültürel peyzajları ve ekolojik değerleri savunmak sömürgesizleşme yolunda atılabilecek önemli adımlar.

Türkiye’de mimarlık öyküsünde, sistematik olarak hangi aktörlerin gözardı edildiğini incelemek, kolay görselleştirilebilen, dolayısıyla kolay tüketilen stillere dayalı tarih yazımının ötesine geçerek üretim süreçlerine ve koşullara odaklanmak, bu bağlamda yerel dinamikleri ortaya çıkarmak mimarlığın öyküsünü çok sesli hale getirmeye yarayabilir. Bu şekilde mimarlık eğitimi imge odaklı olmaktan kurtulup sistemsel düşünceyi ve süreç tasarımını odağına alarak yeni ve alternatif düşünme biçimlerinin gelişmesine önayak olma şansını yakalayabilir.

İngiliz basınındaki bir habere göre iklim değişikliği nedeniyle sular altında kalmak üzere olan Pari adası sakinleri çimento şirketi Holcim şirketini iklim değişikliğine yol açtıkları için dava ediyor (10). Peru’daki bir rehberin iklim değişikliği nedeniyle Alman enerji şirketi RWE’ye açtığı davanın örnek olduğu girişim dünya üzerinde ilklerden biri. Mimarlık literatüründe desteklediği makale dizileri (11), sürdürülebilirlik ve dekarbonizasyon konusunda dünya lideri olduğunun altını çizen sürdürülebilir inşaat vakfı (12)] ile Holcim, yine de hala en fazla karbon salınımına yol açan inşaat malzemelerinden çimentonun dünya çapında lider üreticilerinden.

“İlkellik maddesellikten koparılıp doğa ile duygusal bir bağ kuramama olarak yeniden çerçevelense dünyayı ve dünya mimarlıklarını bugün nasıl okuyor olurduk? Mimarlık tarihi bu soruyu odağına alsa, çok farklı görünürdü (13). ”

Le Corbusier’nin “Yeni Bir Mimarlığa Doğru Beş Nokta” manifestosuna atıfla Mısırlı mimarlık tarihçisi Mohamed Elshahed mimarlığın sömürgesizleştirilmesi için beş nokta öneriyor. Bunlar içinde belki de en önemlisi, ilkelliğin yeniden tanımlanarak değer ve anlam üretiminin merkezin tekelinden kurtarılıp yerel topluluklara geri döndürülmesi. Belki o zaman çoğul öyküler ve çoğul bilgiler bütünü içerisinde başka türlü dünyaların hayalini kurmak mümkün olur.

Notlar

  1. Görsel kaynağı:https: //www.cca.qc.ca/en/articles/72896/a-collection-of-chandigarh
  2. Sangeeta Bagga, “A Collection of Chandigarh: On Pierre Jeanneret Fonds,” Canadian Center for Architecture, Haziran 2019. Erişim tarihi: 17 Şubat 2024.
  3. Arturo Escobar, “Worlds and Knowledges Otherwise: The Latin American modernity/coloniality research program,” Cultural Studies Vol. 21, Sayı 2-3 March/May 2007, ss.179-219.
  4. Çevre kuramcısı Preston, fiziksel çevrenin bilgi kuramı açısından önemini “etkin peyzajlar” başlığı altında irdeliyor: “(…)bilme pratiklerinin gerçekleştiği ortamın maddeselliği de ortaya konan iddialara katkıda bulunur. Fiziksel çevre yalnızca içerisinde zihnin manevra yaptığı bir arazi değil, zihnin ürünlerine etki yapan karakterli bir yerdir. (…) Bilme iddiaları kültürel aktiviteler, toplumsal değerler, bireysel özellikler, ve fiziksel çevredeki kutsal ve maddesel düzenlemelerin karmaşık etkileşiminden doğar.” Christopher J. Preston, “Active Landscapes,”  Grounding Knowledge: Environmental Philosophy, Epistemology and Place içinde, (Athens, Georgia: University of Georgia Press, 2003), s.88.
  5. Görsel kaynağı: https://www.documentjournal.com/2012/11/architect-charles-renfro-on-the-controversial-renaissance-of-cubas-national-art-schools/
  6. Charles Renfro, “Conversations: Architect Charles Renfro on the controversial renaissance of Cuba’s National Art Schools,” Document, Fall/Winter 2012, Erişim tarihi: 08 Şubat 2024.
  7. A.g.e.
  8. Görsel kaynağı: https://www.cca.qc.ca/en/articles/72896/a-collection-of-chandigarh
  9. Görsel kaynağı: Yazarın arşivinden. Mimarlık bilgisinin fazla tartışılmayan modern öncesi aktörleri olarak geleneksel taş ustalarını incelediğim doktora tezimde yerel malzeme bilgisi ve sürdürülebilir yaklaşımların ne kadar iç içe olduğunu gözlemleme şansı bulmuştum. Kısa bir özet için bkz: Elif Kendir Beraha, “In Situ: Anadolu Taş Ustalarının Günümüzdeki Pratiği Üzerine”, Yapı, 423:(2017), ss. 126-131.
  10. Isabella Kaminski, “Indonesian islanders sue cement producer for climate damages,” The Guardian, 20 Temmuz 2022, Erişim tarihi: 18 Şubat 2024.
  11. https://www.archdaily.com/tag/archdaily-topic-2023-decarbonize-architecture
  12. https://www.holcimfoundation.org/
  13. Mohamed Elshahed, “Five points toward decolonizing architecture,” The Architect’s Newspaper, 5 Ocak 2023, Erişim tarihi: 11 Şubat 2024.

T. Gül Köksal, Doç. Dr., Mimar, Koruma Uzmanı

Başka Bir Atölye

Bu denli derinlikli ve sancılı mevzuları konuşmaya son derece ciddi ama olması gerektiğine inandığım yerden tartışmaya başlamak isterim; sorgulamanın geçtiği politik-ekonomik bağlamdan! Bu da bizi kaçınılmaz olarak neoliberal küresel kapitalist üretim ilişkilerine taşıyacak. Elbette ki tüm sorunsalı en üstten belirleyici olan etmene paslamayacağım. Ancak bizlere ilettiğiniz sorunsallaştırmanın vuku bulduğu ve ortamı biçimlendirdiği etmeni ilk elden anmak gerektiğine inanıyorum. Zira dekolonizasyon veya dekarbonizasyon gibi doğayı, canlı türlerini, iki asırdan uzun süredir sömüren, kirleten, yok eden sistem; yaratıcı-yıkım olarak da tabir edilen çağımız üretim ilişkileri. Bunu şöyle açalım: Kapitalist üretim ilişkileri içinde kentsel mekanın üretim süreci, mütemadiyen süregiden bir yıkım, yıkımın üstüne yaratıcı bir inşa ve sonrasında yeniden inşa döngüsü olarak kısaca tariflenebilir (1). Kısaca yaratıcı yıkım (creative destruction) olarak da ifade edilebilen bu süreçte, ortadan kaldırılan eskinin yerine gelen yeni, yaratıcı bir tasarım değeri taşır. Diğer bir deyişle, eskinin yerine gelene yenilik, tasarım gibi bazı değerler atfedilir.

Bilindiği üzere temel ihtiyaçlarımızı karşılayan üretimlerin, metaların kullanım değeri karşısında bunların mübadelesi üzerinden ortaya çıkan bir değişim değeri var. Henüz kullanım değeri tükenmemiş ve/ya iyileştirilerek kullanım ömrü devam edebilecek olanın yerine yenisinin gelebilmesi için bir rıza ortamının oluşturulması gerekir. Bu nedenle yeni/yenilik birçok açıdan arzu duyulacak hale getirilir ve eski-eskimişin karşısında bir değer atfı kazanır. Bu atıflar da çoğu zaman birer toplumsal tasarım, icattır.

Yaşadığımız kapitalist üretim ilişkileri içinde eski-yeni meselesinin dikkate değer bir sorun olması gibi doğal çevrenin yapılı çevreye dönüşümü de kendi içinde çelişki ve çatışmalar barındırır. Söz gelimi insanlığın deniz, güneş, orman vb. doğal doku bileşenlerine duyduğu hayranlık; çoğu kez doğal çevrenin yapılı çevreye dönüştürülmesine zemin yaratır. Doğayı inşaat alanına dönüştürmeye neden olan bu arzu, zaman içinde yakın olma arzusu hissedilecek bir doğal öğenin kalmaması ile sonuçlanır. Bu hayranlığı kullanım değerinden dönüşüm değerine, diğer bir deyişle artı değere çeviren belirli bir yurttaş kesimi değil de sermayedar ve devlet ise, yasalara rağmen veya çoğu kez de yasaların yardımıyla, doğanın hızlı ve çoğu kez niteliksiz bir kentleşmeye dönüşmesine neden olunur. 

“Yaratıcı yıkım” kavramı çağımızın algı dünyasına göre kendi içinde hem olumlu hem de olumsuz bir anlam taşır. Zira yıkım yok etmekten kaynaklı olumsuzluğu, yaratıcılık ise yenilikten kaynaklı olumluluğu işaret eder. Tam da bu nedenle çelişki ve çatışmayı kendi bünyesinde barındırır. Eski ve yeni meselesinde olduğu gibi, yıkımın üstüne gelen yeni, kendisine atfedilen yenilik değeri ile bir arzu nesnesine ve/ya rızaya dönüşebilir. Öte yandan yıkmanın, yok etmenin olumlu olduğu durumlar (örneğin kapitalizmi yıkmak, ortadan kaldırmak) veya yaratıcılığın olumsuz olduğu durumlar da (ekosistemi tahrip eden yüksek teknolojik eserler vb.) vardır. 

Artık metalaşmış bir ürün olarak kent, ulusal veya uluslararası pazarda yer bulabilmek amacıyla 20. yüzyılın sonlarına doğru bir “dünya kenti”, “marka kent”, “yarışan kent” vb. yeni isimler alır. Bu isimleri “hak etmek” için de kapitalist modernitenin yaratıcı-yıkımı mütemadiyen süreklilik gösterir ve kentler sürekli dönüşür. Dolayısıyla bu döngü sistemin bekası için süregider. Bu durum kaçınılmaz olarak kendi içinde çelişkiler ve bu çelişkilerden doğan çatışmalar üretir. Bir yanda piyasada hızın, yeniliğin, akışın yoğun olduğu metropoller pazarlanırken diğer yandan “yavaş kent (citta slow)”, “tarihi kent” gibi sıfatlarla yavaşlığı, tarihi değeri ve sükuneti ile küçük ölçekli kentlere değer atıfları yapılır, bunlar kültür turizmi piyasasına sunulur (2). Bu bağlamda örneğin yerel/geleneksel mimari, idealize edilmiş kayıp bir geçmişe ait otantik bir ürün olarak “eko-turizm”, “tarım turizmi” veya “kırsal turizm” gibi yaklaşımlarla sunulur ve bu yolla bir biçimde marjinalleştirilir. Bu kavrayış, yerel mimariyi ve geleneksel/kırsal yerleşim dokusunu kaçınılmaz olarak gelecekle ilişkili olmaktan çıkartır ve ondan geriye tatil veya turistik bir zevk ya da emeklilikte inzivaya çekilmek için anlamlı olabilecek bir içerik bırakır. Bu, sadece yerel ve geleneksel değerlerin bir tüketim ürününe dönüşmesine neden olmaz, aynı zamanda yerel/geleneksel mimariden elde edilecek bilginin geleceğe aktarılmasının da önünü keser. Zira bu bilgiyi günümüzün kentleşme sorunları açısından yorumlayabilmek, insan-doğa ilişkisini daha adil bir zeminde mimari olarak da yeniden inşa edebilmenin olası yollarından birisidir. İklim değişikliği, doğal kaynakların uğradığı zararlar ve hızla tükenmeleri, deprem, sel gibi doğal etkiler ve kültürel çeşitliliğin yitimi gibi konularda yerel/geleneksel mimarinin kadim bilgileri kayda değer şeyler söyler. Ancak bunları sistemin sürekliliğini sağlayacak şekilde ele alan “sürdürülebilirlik, ekolojik tasarım, yeşil mimari…” gibi ifadeler amaçları gereği çözüm üretmez, yeniden çelişki doğurur. 

Mimarlığın Sömürgesizleştirilmesi

Sadece kendi sınırlarında değil, küresel ilişkileri dikkate alarak her yerde eşit-adil bir kentleşmeyi hedefleyen bir politik-ekonomik sistemde mimarlık da özgür olacaktır. Bu elbette bir devrim iddiasını ortaya koyuyor. Ancak devrimin bugünden olmayacağı açıksa, öncelikle yeniden eşitsizlik üretmeyen ve adaleti sağlayacak geçiş süreçlerini önceleyen bir mimari pratik gündeme gelmeli diyebiliriz. Fakat bu da üst ölçek sistemle çakışacağı için sistemsel dönüşüm şiarı her zaman ana hedef olmalıdır.

Yerel Mimarlık Kültürü ve Dirençli Kentler  

Kadim sistemleri; yerel malzemeyle, yerinde, ihtiyaç kadar yapılan bir yapılı çevreyi en az iki asırdır kesintiye uğratan bir sistemdeyiz. Son yüzyılda da ölçek değişti, yayılım arttı. Yeniden eski bilgileri hatırlamak, çağdaş yollarla güncellemek elbette mümkün, neden olmasın. Zira bunu üreten topluluklar, meslektaşlar var, dünya üzerinde çok sayıda başka mimarlık pratikleri, dayanışma örnekleri var (3). Arzu ettiğimiz eşit-adil bir kentleşme, doğrudan ihtiyaçlara karşılık gelen, canlı sisteme iyi gelecek bir mekansallık çabası içindeki bu oluşumlar; mimarlık disiplininin de ülkelerin sınırlarını da aşıyor. Söz ettiğim örnekler karşı çıktıkları şey ölçeğinde kendi içlerinde çokça çatışma ve zorluk da içerebiliyor. Ancak sistemsel olanla karşı cepheden bir karşılaşma, aynı zamanda sistemin biz bireylere nüfuz etmiş arızaları ile de karşılaşmayı gerekli kılıyor. O nedenle bu çaba, kimi zaman konfor alanlarından taşmayı, eleştiriye açık, şeffaf olmayı ve her daim bir devinim, dönüşüm içinde olmayı gerektiriyor. Fakat sonuçta bu bize insanlık suçlarının bir parçası olmama özgürlüğünü sunuyor. Bu da mimarlığı başka bir şekilde icra etmeyi denemek için gayet yeterli bir sebep kanımca. 

Mimarlık, hele de yapı ölçeğinde bir mekan üretiminden söz ediyorsak, tabii ki iklim vb. bir krize çözüm üretemez; en fazla krize katkı sağlamayacak bir örnek ortaya koyabilir. Ancak küresel ölçekte bir çözüm sistemsel bir çabayı gerektirir. 

Demokratik, Kapsayıcı Kentler; Dekolonizasyon ve Dekarbonizasyon Düşüncelerinin Yerleşik Hale Gelebilmesi

Mimarlık mesleğinin eğitimden, tasarım ve sahada üretim sürecine dek demokratikleşmesi, sorunları üreten değil, açıklıkla tartışan ve cesurca üstüne giden bir yerden örgütlenebilmesi ısrarlı bir emek istiyor: Mimarlar Odası, mimarlık okulları vb. ilgili tüm kurumlardan başlayarak… Günümüzde buna dair naif çabalar yok değil. Ancak kanımca ülke çapında etkili olabilmesi çok daha güçlü adımlar gerektiriyor. Bence mümkün, ama halihazırda buna yönelik kapsayıcı bir irade maalesef yok. 

Notlar

  • T. Gül Köksal (2022). “İstanbul Kanalı” Üzerinden “Yaratıcı Yıkıma” Dayalı Yapılı Çevre Üretiminin Çelişki, Çatışma ve Mücadele Hallerine Eleştirel Bir Bakış”, içinde “Kanal İstanbul Projesi”ndeki Türkiye, Ed. Fuat Ercan, Tuğçe Tezer, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2022, s. 586-607.
  • T. Gül Köksal (2021). “Yerdeniz’den Yeryüzüne Başka Bir Dünyanın Tahayyülü”, En Uzak Sahilin Kıyısında Yeni Bir Yaşam Kurabilir miyiz? Editör: Ali Yalçın Göymen, İstanbul: Habitus, 247-277.
  • Bu konuda çok sayıda yayın, araştırma, makale, lisans üstü tez, Web sitesi vb. olmakla birlikte burada yer sınırı nedeniyle sadece birkaç örneğe yer verebileceğim. Yerelden ulusal ve uluslararası ölçeğe sırasıyla; benim de parçası olduğum, Başka Bir Atölye, https://www.baskabiratolye.com/; Türkiye ölçeğinde bir girişim olarak kitabı da olan, Dayanışma Mimarlığı, https://www.dayanismamimarligi.org; dünya ölçeğinde bir derleme olarak; N. Awan, N., T. Schneider T. ve J. Till, Spatial Agency: Other Ways of Doing Architecture, London: Routledge, 2011 ve https://www.spatialagency.net

Pelin Tan, Prof. Dr., Sosyolog

Batman Üniversitesi
CAD+SR, Sanat, Tasarım ve toplumsal Araştırmalar Merkezi (Boston),
Misafir Hans Robert Roemer Profesörü, Beyrut Orient Enstitüsü (Beyrut)

Bir temmuz sıcağı altında, genç kadın mimarlık öğrencilerinden oluşan bir staj grubu ile Diyarbakır çeperlerinde bir kil tuğla atölyesindeyim (1). Kili, dirençliliği güçlendirecek keçi kılıyla karıştırıp ve tuğla kalıplarına dökmeye çalışan öğrenciler; bir gün kendi evlerini bu malzeme ile tasarlamak istediklerini söylüyorlardı. Vahşice çeperlere uzanan kimliksiz, betonarme apartmanlardan oluşan Diyarbakır’ın kentsel imgesi; öğrencilerin bu hayalini, çölde bir vaha imgesinin yanılması gibi imkansız kılıyor. Modern mimari mirasın normlaştırılması, yerel malzeme ve tekniğin vernaküler mimarlık ile tanımlanarak standartlaştırılması, kapitalist ekstraktivist stratejiler ile mimarlığın araçsallaştırılması; uzun zaman önceden başlamış, birçok hegemonyanın sömürgeci pratiklerinin sonuçlarıdır.

Mekansal üretim ve mimarlığın temsiliyet gücü, her zaman sömürge tarihinde önemli bir araçsallaştırma ve normalizasyon nesnesi olmuştur. Sömürgecinin şiddeti, mekansal belleği ve kültürel mirası her zaman lehine dönüştürmüştür. Dekolonyalizm kavramı özellikle sanat ve toplumsal çalışmalarda; Batı tarafından sömürgeleştirme tarihine sahip toplumların ve ülkelerin, kurumlarının ve kültürel üretimlerinin sömürge temsiliyetini reddederek yeniden yerel kültürler ve temsil dillerini bulmalarını içeriyor. Böyle bir kuramsal ve tarihsel külliyat, F. Fanon, A. Cesaire, G. Spivak, E. Said, E. Dussel, S. Hall, F. Verge, A. Escobar gibi 20. yüzyılda Batı modernizmini ve sömürge stratejilerini eleştiren düşünürlerin tartışmalarını temel alıyor. Bu tür bir eleştiri geleneği ve kavramsal tartışmanın mimarlık eğitimi içinde yer alması; son yıllarda “dekolonyal/sömürgesizleştirme” kavramını öne çıkardı. Yerel halkların yeryüzü ile ilişkisi, insan ve insan olmayan varlıkların hakları, tarihsel sömürge kültürünün yarattığı tek tip genelleştirici ve tahakküm içeren temsiliyet iktidarı; iklim krizinin derinliği, egemenin bu tür bir sömürgeleştirme geleneğinin ve ekstraktivist pratiğininin gezengesel (planetary) ölçekteki hasarları içinde, barınma ve müşterekleşme mekanlarını ele almamızı zorunlu kılıyor. Tarihsel sömürgecilik dönemleri ile yoğun bir şekilde başlayan yeryüzünün sömürülmesi, bunların arasındaki ilişkinin antroposen çağını başlattığını ve iklim krizi ile birlikte ele alınması gerektiğini savunan coğrafyacı Kathryn Yusoff şöyle belirtir: “Yerküre ölçeğine duyarlılık, zorunlu olarak, yerküresel yaşam ile öznel yaşam arasındaki bir ölçek ilişkisinin değerlendirilmesini içerir ve bu esnada, müşterekler, organik ve inorganik yaşam biçimleri arasında bir ortaklık olarak hem çağrılır hem de etkinleştirilir.” (Yusoff, 2017).

Dekolonizasyon ve ekstraktivism kavramları öncelikle Latin Amerika’daki eleştirel toplumsal bilimciler tarafından tartışılmaya başlandı (2). Özellikle, 20. yüzyılda Batılı şirketler tarafından yerel halkların yaşam alanlarına zarar verecek ve onların emeklerini köleleştirecek şekilde maden ocakları, bölgesel altyapı projeleri ve endüstriyel yerleşim yerleri gibi (örneğin, 1928’de Amazon yağmur ormanları yakınına üretim yerleşim yerleri kurulması) sömürü altyapılarının kurulması geleceğe dönük iklim krizini desteklemek dışında ayrıca yerel halkın yaşam alanlarına ve topraklarına, doğasına, ırmaklarına  zarar vermiştir. Macarena Gomez- Barris’e göre ekstraktivist bölgenin tanımı: “Sömürgeci paradigma, dünya görüşünü ve yaşamı kapitalist kaynak dönüşümüne indirgemek adına “yüksek biyoçeşitlilik” bölgelerini belirleyen teknolojiler, ekstraktivist kapitalizm, bölgeleri şiddetle yeniden organize etmenin yanı sıra, yerel halk egemenliğini ve ulusal özerkliği sınırlayan dramatik sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri sürekli olarak sürdürür.” (Barris, .xviii – xvi). Afrikalı dekolonyal kuramcı Mbembe ise dekolonyal bilgiyi, bilgi üretimi ve kurumların temellerindeki ırkçılık ve ayrımcılığın bertaraf edilmesi olarak tanımlar: “Hem bilgi teorisinin hem de kurumlar teorisinin yokluğundan dolayı, sömürgecilikten kurtulma ivediliği, en azından şimdilik, ırkçılıktan ve ayrımcılıktan kurtulma işlevi olarak, bu durumu iyileştirmek olan telafi edici bir eylem olarak da daha iyi anlaşılabilir.” (p.64, Mbembe, 2021.)

Son yıllarda mimarlık pedagojileri ve projeleri bağlamında, Paolo Taveres, Eyal Weizman & Forensic Mimarlık, Decolonizing Architecture gibi mimarların bu konuda mücadelesi aynı zamanda mimarlık alanında dekolonyal ve antroposen söylemini genişletmek, mimarlığın temsiliyet politikalarını bu konuda zenginleştirmektir. Diğer yandan, mimar Alessandro Petti’nin İsveç Sanat Akademisi Mimarlık Bölümünde sürdürdüğü Sömürgesizleştirme Mimarlığı Yüksek Lisans Programı ya da mimar Anna Puigjane’in İsviçre ETH Mimarlık Fakültesi’nde kurduğu CARE (umursama) (3), bakım, iyileştirme mimarlığı) Anabilim Dalı, Paolo Taveres’in bu bahar dönemi Columbia Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde sürdürdüğü Onarma Mimarlığı Tasarım Projesi; dekolonyal mimarlık tasarımı ve toplumsal onarım pratiğinin eğitim araçlarını, söylem ve pratiklerini genişletmekte.

Yeryüzünün her yerinde, baskılanan, ezilen, insan ve insan olmayan varlıkların egemen tarafından lanetli tanımlanarak görsel temsil, dil ve söyleminin baskılanması ve sessizleştirilmesine karşı dayanışmanın ve yeni bilgi üretiminin, mimarlık ve mekan çalışmalarındaki aciliyeti öne çıkmaktadır. 2023 Mart ayında küratörlüğünü yaptığım mimar Didier F. Faustino’nun MAAT Müzesinde yer alan sergisinin kamusal programında düzenlediğim; Batı Şeria’da mimarlık ofislerini sürdüren Filistinli mimarlar Yousef Anastas ve Elias Anastas, Şilili mimar Francisco Díaz, Dekolonyal Feminizm yazarı kuramcı Françoise Vergès gibi davetli konuşmacıların yer aldığı “Dekolonyal Beden ve Sınırsız Teritoriler” başlıklı panelde (4); çeşitli şehir ve coğrafyalarda sömürgecilik ötesi potansiyelleri, siyasi baskı ile oluşan bedenin gözetimini ele alarak sömürgecilikten arındırılmış bedene mekansal pratikler üzerinden direniş olasılıkları oluşturulmasını; tasarımın ve malzemenin rolünü tartıştık. 

Neşe Gurallar’a göre sürdürülebilirliğin kriz içinde olduğu bu günlerde: “Antroposen çağda yaşamak, doğadan kopuk ve insan ürünü olmayı bir zafer nişanı olarak taşıyan mimari ürünlerimizi ve bu ürünleri yücelten söylemlerimizi sorgulamamıza sebep olmalı.”(Gurallar, 2023). Mardin merkezli, mimar ve kent plancılarından oluşan Arazi Assembly araştırma kolektifimiz de son 11 senedir farklı coğrafyalarda ve kentlerde yer alan ekstraktivist ve sömürgeci projelerin hem yerel halk üzerinde, hem yeryüzü ve iklim üzerinde yarattığı zarara odaklanmaktadır (5). Ekstraktivist olmayan, sömürge karşıtı barınma, yeryüzünü iyileştirme ve onarma mimarlığını merkeze alan oluşumlar, alternatif eğitim ve eylemlilik pratiklerini sürdürmekteler. İtalyan düşünür Gramschi’nin bölgesel kapitalist ve faşist sömürüsü altındaki “Güney”e dair dekolonyal eleştirisini temel alan mimarlar Emilio Disretti ve Alessandro Petti, sömürgesizleştirme mimarlığını eğitim ve belediye gibi yerel kurumlar ile ortaklaşa projeler ile sürdürmekteler. Mimarlıkta sömürgecilikten kurtulma vaadi bu mimarlara göre: “(…) Mimari mirasta, sanat pratiğinde ve eleştirel pedagojide sürekli tezahürler arayan, akışkan ve kalıcı bir süreçtir. Sömürge altında yaşamaya devam ettiğimiz modernist yapıları aktif olarak sorgulamak ve onlara karşı çıkmaktır (6).” (Disretti&Petti, 2023).

Sonuç olarak, Lice’de bir evin kurşun geçirmesin diye örülen taştan ikinci duvarı; Batman peyzajında bir Ezidi kadının yeryüzü deliklerini buğday saklamak için kullanarak ekstraktivist olmayan bir pratiği sürdürmesi; sömürgesizleştirme pedagojileri ile mekanı deşifre edip yeniden malzemesi ve tasarımı ile birlikte tanımlayabilmemiz, mekan-kırıma karşı mimari pratiklerle direnebilmemiz, mimarlık bilgisinin modernizm ile içkinleşmiş epistemik adaletsizliğine karşı mücadelemiz; bize bir gün dekolonyal mimarlık pratiğinin bilincini ve pedagojisini (7) getirecektir. 

Notlar

  1. Atölye, staj olarak Dicle Üniversitesi Mimarlık öğrencileri, Diyarbakır Mimarlar Odası ve Bişar İçli/Agro-ekoloji kolektifi ortaklığı ile üretilmiştir. Temmuz, 2023, Diyarbakır.
  2. “Ana kadar takip edildi esas olarak iki yol. Bunlardan ilki büyüme ile ilgilidir. Kavramsal ve teorik bagajının genişletilmesi sömürgecilikten kurtulma. İktidarın sömürgeciliği kategorisini ele almak referans olarak “sömürgecilik” isminin kullanımı genişletildi ve diğer boyutlara ve alanlara uygulandı, iktidar olgusuyla eklemlenmelerine rağmen genellikle farklı alanlar olarak ele alınır. Bu durum dört kavramın öne sürülmesine yol açmıştır: bilginin sömürgeciliği; varlığın sömürgeciliği; Doğanın sömürgeciliği ve doğanın sömürgeciliği, cinsiyetçilik” (Pablo Quintero, Patricia Figueira ve Paz Concha Elizalde, 2019)
  3. Umursamak bazen Care kavramının karşılığı olarak ele alınıyor; bağlama göre “bakım” kavramı da kullanılabiliyor. Care Architecture tanımlaması son yıllarda mimarlık tasarım eğitiminde öne çıkan bir pedagojik çerçeve oldu. Maria Puig de la Bellacasa’ya göre: “Umursamak insani bir meseledir, ancak bu, umursamayı yalnızca insana özgü bir konu yapmaz. Umursama ilişkilerini ve ilgili etik ilkeleri insan ve insan olmayan diye ayırmanın saçmalığına katılmak, insan failleri merkeze almayı ve aynı zamanda konumlanmış insan eylemlerinin çıkmazlarına ve miraslarına yakın durmayı gerektirir.” Umursamak kavramı ve eylemi, normatif ahlakileştirme içinde tanımlanmamalı, rahatsız edici potansiyeli ve dönüştürücü gücü ile yüzleşilmeli (Bellacasa, 2017). 
  4. https://ext.maat.pt/antenna/entangled-thinking-clouding-sounds
  5. http://araziassembly.org, Merve Gül Özokcu, Agit Özdemir, Ruken Aydoğdu, Leyla Keskin, Özge Çelikaslan, Mezra Öner, Pelin Tan, Yıldız Tahtacı, Yelta Köm, Önder Özengi, Zelal Gezici.
  6. https://www.internationaleonline.org/research/decolonising_practices/208_architectural_demodernization_as_critical_pedagogy_pathways_for_undoing_colonial_fascist_architectural_legacies_in_sicily/.
  7. Mekansal ve mimari pedagojileri arşivleyen, tartışan platform örneği: https://urgentpedagogies.iaspis.se.

Kaynaklar

  •       Achille Mbembe, Out of the Dark Night – Essays on Decolonization, Columbia University Press, New York, 2021.
  •       Pablo Quintero, Patricia Figueira, Paz Concha Elizalde, “A Brief History of Decolonial Studies”, No.3 MAPS Afterall, 2019.
  •       Emilio Distretti, Alessandro Petti, “Architectural Demodernization as Critical Pedagogy: Pathways for Undoing Colonial Fascist Architectural Legacies in Sicily”, https://www.internationaleonline.org/research/decolonising_practices/208_architectural_demodernization_as_critical_pedagogy_pathways_for_undoing_colonial_fascist_architectural_legacies_in_sicily.
  •       Neşe Gurallar, “17. İstanbul Bienali’nden Mandalar, Kuşlar, Balıklar, İnsanlar, Taş, Toprak, Bitkiler ve Bakteriler İçin Notlar”, Arrademento, Mart-Nisan, 2023.
  •       Tan, Pelin, “Decoloniser L’Enseignement De L’Architecture”, Plan Libre Mimarlık Dergisi, Ocak 2024, Paris. 
  •       Macarena Barris Gomez, The Extractive Zone – Social Ecologies and Decolonial Perspectives, Duke University Press, 2017.

Şerif Süveydan, Yüksek Mimar

Süveydan Mimarlık ve Danışmanlık

Dünyanın bir felakete doğru sürüklendiği konusunda geniş bir mutabakat varmış gibi görünüyor, en azından okumuş yazmış çevrede bu endişenin yaygınlığı artıyor olmalı ki geri dönülmez eşiklere yaklaştığımıza işaret eden çığlıkları giderek daha çok duyuyoruz. Son Venedik Bienali’nin de ana teması, küratörü Lesley Lokko’nun seçimi ile dekolonizasyon ve dekarbonizasyon olarak belirlenmişti. Mimarlık içinden küresel meseleye dikkat çeken kültürel aktiviteler içinde bu Bienal de yerini almış oldu böylece.

Biraz geri çekilip genel manzaraya baktığımızda gördüğümüz nedir? İnsan medeniyetinin ve beraberinde canlılar aleminin sonuna mı yaklaşıyoruz? Yaşadığımız Nuh’un hikayesinin tekrarı mı? Türlerin devamını sağlamak için bir gemi inşa eden birileri olup olmadığını bilmiyoruz ama günümüzün Nuh peygamberleri bizi uyarıyor. Peki bu kadar çok sayıda modern zaman peygamberinin uyarısının etkisiz kalmasının nedeni ne olabilir? İnsanların aymazlığı mı? İster dünya kapitalizmi diyelim ister dünya ekonomik sistemi, bu olağanüstü kompleks sürecin böylesine baştan çıkarıcı olmasının ve küresel ölçekte insanlığın neredeyse tümünü içine almasının -aymazlık dışında- pratik nedenleri olmalı. 

Birkaç temel veriye bakarak manzarayı berraklaştırmaya çalışalım. “Our World in Data” (adlı web sitesinde yer alan “12 Key Metrics to Understand the State of the World” (Dünyanın Durumunu Anlamak İçin 12 Temel Ölçüt) başlıklı sayfaya hızlıca göz gezdirdiğimizde hikayenin bütünü hakkında fikir sahibi olmak mümkün (1). 12 temel ölçüte göre son 200-250 yılda insanlığın radikal bir dönüşüm geçirdiği apaçık ortada. Artık kanıksadığımız için tekrar etmenin gereksiz görüldüğü basit gerçekler bunlar, fakat yine de tekrar etmekte fayda var. Sefalet, ortalama gelir, nüfus, çocuk ölümleri, doğurganlık oranları, ortalama ömür süresi, beslenme, temel eğitim, temiz su ve sıhhi tesisata erişim, enerjiye erişim, enerji kullanımı ve karbondioksit salınımı açısından insanlık tarihinde görülmemiş bir gelişimin içinde yaşıyoruz. 

Nüfus artışı bin yıllık aralıkta bakıldığında roket gibi fırlamış görünüyor, ancak grafiğin tarih aralığını yakın döneme, mesela 1980’lere doğru daralttığımızda nüfus artış ivmesinin son 50 yılda giderek düştüğünü görebiliriz. Bu trend devam ederse son 100 yılın hızlı yükselişinin ardından dünya nüfusunun yeni bir platoya oturacağını öngörmek mümkün: Daha uzun bir hayat beklentisi, daha düşük doğurganlık oranları ve daha düşük çocuk ölümleri ile görece daha stabil bir nüfusun daha yüksek bir yaşam konforuna ulaşacağı kolayca söylenebilir. Aynı sitedeki verilere göre tarihte ilk defa 2000’lerin başlarında şehirli nüfus kırda yaşayan nüfusu geçmiş. UN tarafından sunulan nüfus projeksiyonuna göre 2050 yılında toplam nüfusun %68’inin şehirlerde yaşayacağı tahmin ediliyor (2).

İyimser bir beklenti mi? Her ne kadar gündelik hayatımızda sayısız tatsızlığa muhatap olup insanlığın mevcut durumu hakkında karamsarlığa kapılsak da büyük akışa baktığımızda elimizdeki veriler, şimdilik, buna işaret ediyor. İnsanlığın bütününü içine alan bu akışın böylesine cazip olmasının pratik nedeni bu basit gerçek olabilir mi? Üretim kapasitesi tarihte görülmemiş bir oranda artarken, giderek genişleyen bir kesim atalarımıza kıyasla çok daha az emekle karnını doyurup, tarihte eşi benzeri görülmemiş konfor şartlarına erişme imkanı varken bundan geri durmak mümkün mü?

Hikayenin makro ölçekteki parlak yüzü önümüzde dururken tabii ki pek çok karanlık yönü de var: Buraya gelmek için doğanın, dünyayı paylaştığımız diğer canlıların ve insanlığın ödediği bedel. İngiliz, Türk, Amerikalı maden işçilerinden, ezici çalışma koşulları içinde harcanmış hayatlardan oluşan kapkaranlık bir hikaye var. Ve tabii ki Afrika, Joseph Conrad’ın anlatımıyla o kara kıta, bu bedelin somut tarihi olarak karşımızda duruyor. Ancak tam da şu noktada durup geriye baktığımızda bu akışı geri çevirmek ne ölçüde mümkündü? Ve şu anda hikayeyi geri alma imkanımız var mı? Dahası böyle bir imkanımız olsa bile geri dönmeyi tercih eder miydik?

Pekala, cevabı olmayan sorular bunlar, ancak problemi çevrelememize yardımcı oldukları ölçüde işlevseller. Yine de temel problemi hala tam olarak tarif edebilmiş değiliz. Büyük akışın temel faktörleri ve etkin kuvvetleri nedir?

Hikayenin bu noktasında bir de Lesley Lokko’nun RIBA Kraliyet Altın Madalyası’nı aldıktan sonra RIBA’nın Youtube kanalında yayınlanan videoya bakalım (3). Konuşmaların içeriğini bir an göz ardı ederek uhrevi bir ışık altında duran ve kusursuz bir İngilizceyle son derece anlamlı cümleler kuran bu insanların hayatları hakkında ne düşünürsünüz? Ya da 2004’te Bush’un seçim zaferine kahrolan Lokko’nun eyleme geçme azminden söz ettiği bienal konuşması size nasıl bir fikir veriyor? Videoda konuşan insanların karbon ayak izini Burdur’da veya Iowa’da küçük bir dükkan sahibinin karbon ayak izi ile kıyasladığımızda nasıl bir sonuca varırız? Venedik Bienali’nin etkinliklerinin toplam karbon ayak izi nedir? Yanlış anlaşılmasın, Venedik Bienali yapılmasın veya Lokko o ödülü almasın demiyorum, maksadım bu spesifik örnekte bakış açısını başka bir noktaya koymak sadece. O videoyu seyreden bir Afrikalı (veya Vietnamlı, Pakistanlı, Bolivyalı, Suriyeli) gencin hayali, arzusu ve eylemi ne olabilir? Korkarım ki bu koşullarda Lokko’nun veya bizim söylediklerimiz değil, o gencin videoda ne gördüğü, onun hayali ve eylemi geleceğimizi belirleyecek asıl faktör olacak. İnsanlığın geçmişine baktığımızda da gördüğümüz bu. Alttakilerin büyük bedelleri göze alarak yaptıkları tercihler büyük dönüştürücü güçlerdir. Tıpkı 200 yıl önce kırı terk edip limanlara, doklara, atölyelere akan İngiliz, İskoç, İrlandalı köylülerin tercihleri veya 50 yıl önce şehrin sefaletini göze alarak köyü terk eden Türkiye’deki köylülerin tercihleri gibi. 

Cümlelerin içerikleri nadiren eylemlerle buluşur. Bu nedenle dile getirilenin kendisi ile işlevi arasında bir fark vardır. Sözlerle eylemler arasında da benzer bir mesafe bulunur. Sosyoloji adı verilen disiplin varlığını bu farka borçlu olsa gerek: Neden böyle söyledikleri halde diğer şekilde davranmayı tercih ediyorlar? Ya da daha enteresanı: Bu sözlü ifadeler neden başkalarında bu etkiyi yapacağına şu etkiye neden oluyor? Evet, soruların sayısını artırabiliriz ancak kastım anlaşılmıştır sanırım. Dünyanın farklı merkezlerinde gerçekte olup biten ne? Çeşitli noktalardan bu olup bitenlere bakanların gördükleri neler? Beyanların ötesinde tercihler, eylemler neler? 

Medeniyetimizin mevcut haliyle bir karbon medeniyeti olduğunu söylemek abartılı olmaz. Kullandığımız enerji kaynaklarının büyük kısmı karbon bazlı, demir ve çelik başta olmak üzere sanayinin pek çok dalında üretim karbona dayanıyor. Aynı sitede 1750’den başlayarak kişi başı karbondioksit salınımı grafiğine bakmak genel trendi görmek açısından aydınlatıcı olabilir.

Grafiğe bakıldığında ABD 1900’lerin başlarından itibaren kişi başı salınım açısından açık ara daha yüksek oranlara sahip. Grafikte yukarı doğru seyreden trend 1973 yılında zirveye ulaşmış, ardından bir düşüş eğilimi var. 1973’ün OPEC ülkelerinin petrol ambargosu kararı aldığı tarih olduğunu hatırlarsak düşüş trendi daha anlamlı hale geliyor. 1970’lerin petrol krizinin ardından petrole bağlı endüstrinin daha az tüketim yönünde arayışlara girdiğini, ancak aynı dönem içinde dünyada gelişen ülkelerin faz farkıyla tüketim imkanlarının artışına paralel olarak dünya ölçeğindeki toplam tüketimin arttığını söylemek mümkün. 

Üretimde karbon bazlı kaynak kullanımının giderek azalacağını öngörebiliriz, ancak bu süreçte hangi enerji kaynaklarının öne çıkacağını kestirmek güç. Yüz yıl önce yer altındaki petrole ulaşma yöntemlerini geliştirenler, ardından içten yanmalı motorla çalışan araçlar icat edenler ve devamında arından bant sistemi ile motorlu araçların seri üretimini mümkün hale getirenler, insanlığa büyük bir hizmet yaptıklarını düşünüyorlardı. Bu iki unsurun (bant üretimi motorlu araç ve ucuz benzin) bir araya gelmesi ile şehirlerin çehresi (Orson Welles’in Muhteşem Ambersonlar filminde resmettiği gibi) geri dönülmeyecek şekilde değişti. Sadece şehirler değil; yaşam biçimlerimiz, evlerimiz, ev eşyalarımız, iş yerlerimiz, hepsi değişti. Bütün mucizevi çözümler gibi bu icatlar ve yeni kaynak kullanım yöntemleri de olağanüstü imkanlarla birlikte büyük problemlere neden oldular. Yeni bulunacak kaynakların da benzer sonuçlar üreteceğini düşünmek yanlış olmayacaktır.

İnsanlığın son 400-500 yıllık kolonizasyon ve karbonizasyon tarihi genel bir bakışla birlikte yol almış görünüyor. Son derece karmaşık, çelişkilerle dolu ve tarifi neredeyse imkansız acılarla yüklü devasa bir akış geçmişimizi şekillendirdi. Geleceğin nasıl olacağı, şimdilik, belirsiz. Nuh’un uyarısı/kehaneti gibi bir felaketin gelmesi de her zaman mümkün. Volkanik bir patlama geçmişte olduğu gibi bugün de yeryüzünde hayatın büyük kısmının yok olmasına neden olabilir. Hayat ileri doğru akarken tarihin geriye doğru yazıldığını akılda tutarsak, geleceğin öngörülmez olduğuna teslim olmamız gerekir. Şehrazat’ın 1002. Gece Masalı’nda Poe’nun ima ettiği gibi, hayat bazen kurgudan bile daha tuhaftır. 

Mimarlık gibi henüz bir disiplin alanı olup olmadığı bile tartışmalı bir meslek alanının küresel hareketlerin, büyük akışların yönünü değiştirme imkanından söz etmek makul olmaz. Bize düşen akış içindeki belirleyici faktörlerin, kuvvetlerin nerede olduğunu okumaya çalışmak olabilir. Bu okumaya göre toplumların hayallerine kulak vermek, hemen fark edilmeyen hayalleri somutlaştırmak, problemlere yeni tanımlar getirmek ve kısmi çözümler önermek yapabileceğimizin belki de en iyisidir.

Müfredatın dekolonizasyonu, dekarbonizasyonu bir amaç mı? Öneri nedir? Bu Londra’nın, New York’un, Venedik’in gündemi mi, yoksa Akra’nın, Dakar’ın gündemi mi? Bize en ahlaklı tercihi işaret eden bir öneri herhangi bir sorunu çözebilir mi? Meğerki sorunun bir başka veçhesi haline gelmesin.

Peki tasarım alanında neler yapılabilir? Mimarlık ve diğer tasarım dalları dünya halkları için ne tür yeni hayaller sunabilir? Dekolonizasyon bu bakımdan tarihsel derinliği içinde ciddiyetle üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Tarih boyunca birbirinden kopuk olan coğrafyaları küresel bir sistem içinde bir araya getiren büyük akışların kültürel sonuçlarının da olması kaçınılmazdı. Bizim coğrafyamızda Batılılaşma adı altında tartışılan problemler dünyanın büyük kısmında farklı versiyonlarıyla sömürgecilik bağlamında tartışıldı. Dekolonizasyon, 2. Dünya Savaşı’nın ardından bağımsızlığını kazanan ülkelerin dünya siyaset sahnesine adım atmasıyla başlayan politik momentin en önemli tartışma alanlarından biriydi. Ortadoğu, Güney ve Doğu Asya ile Afrika tartışmanın odağında yer alıyordu. 

Avrupalılaşma, Batılılaşma, modernleşme, dünya kapitalizmine eklemlenme, adına ne dersek diyelim bu süreç dünya halklarının kendi özgün yollarını keşfetmesine imkan vermiyordu; daha çok bir ‘kapılma’ süreci olarak okunuyordu. Sel, deprem veya heyelan gibi maruz kalınan bu kültürel zemin kaymasına karşı yeni ulusların bir cevabı olacak mıydı? Dünya sisteminin başkentlerinden dünyaya bakılıyordu, peki ama Afrika’nın kendi konumundan dünyaya sunduğu bir bakış nasıl düşünülebilirdi?

Her kültürel mesele gibi kamu binaları da ulus kimliğinin ifadesi için bir imkan olarak görüldü. İlk defa kendi kaderini tayin etme hakkını kazanan ulusların yeni inşa edecekleri kamu binaları nasıl olmalıydı mesela? Bu sadece mimari bir üslup sorunu değil, yeni teknikler, yeni iklim ve sosyal koşullar, yeni bir kültür ve yaşam ve yeni bir ölçek sorunuydu. Taze başlangıçlar umut dolu denemeleri de kısa sürede ortaya çıkardı. Sahra-Altı’ndaki coğrafyada bağımsızlığın önderleri ile bir mimar kuşağını bir araya getiren dikkat çekici mimari denemelerin izleri yıpranmış da olsa hala ayakta. 

Oliver Wainwright’ın Guardian’da yayımlanan makalesi Sahra-Altı Afrika’nın unutulmuş modern mimarlık mirasına ve bugün “yeni” Afrika mimarlığının sorunlarına taze bir bakış sunuyor (4). Makalenin başlığındaki Tented Love (yaklaşık bir çeviri ile “Çadırda Aşk: Senegal nasıl muhteşem yeni bir Afrika mimarisi yarattı?”) 1974 yılında Senegal’in başkentinin eteklerinde küresel ticaretin vitrini olarak inşa edilen Uluslararası Dakar Fuar Kompleksi’nin göçebe çadırlarını andıran üçgen formlu çatılarına işaret ediyor. Ancak aynı zamanda İngilizcedeki tainted love (yaklaşık bir çeviri ile “lekelenmiş veya marazi hale gelmiş aşk) deyimini de çağrıştırmayı amaçlıyor olmalı (5, 6). Hem binanın bugünkü yıpranmış ve bakımsız hali hem de Afrika mimarisinin güncel eğilimlerinin yarattığı hayal kırıklığı, başlangıçtaki hayallerinin tazeliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor çünkü. Kuruluş döneminin çoğu önemli yapısı tanınmayacak şekilde dönüştürülmüş, bir kısmı ise atıl halde duruyor.  

O dönemde inşa edilen modern simgesel nitelikteki yapılarda yerel malzemelerin, dokuların, desenlerin deneysel yöntemlerle kullanıldığına tanık oluruz. Öyle ki bu deneyler dünya mimarlığı için de Afrika’dan esen taze bir soluk olarak görülebilir. Senegal’in kurucu lideri şair Léopold Sédar Senghor’un “asimetrik paralelizm” olarak adlandırdığı yeni üslup, bir yandan biçimlerin ritmik tekrarına dayanan sert hatlı dinamik kompozisyonları tanımlarken öte yandan bir tavra da işaret edermiş gibi görünüyor. 

Afrika toprağının ürünü yeni bir mimarlık sadece Afrikalıların değil Avrupalıların da kafa yorduğu bir meseleydi. Sahra-Altı coğrafyada pek çok bina tasarlamış olan Henri Chomette bunu basit bir kültürel aktarım ilişkisinin ötesinde bir tür evlatlık ilişkisi olarak gördüğünü belirtmişti. Afrika’da tasarladığı binaların kültürel pozisyonunu tarif ederken “Planı Fransız bir mimar tarafından tasarlanmış olsa da Washington yine de bir Amerikan şehridir” demişti bir defasında (7).

İlk dönemin modern binaların hepsi pasif iklimlendirme yöntemlerini kullanırken yakın dönemde ulusal kimliğin sembolleri olmak üzere tasarlanan “Museum of Black Civilisations” gibi yeni yapıların hepsinde mekanik iklimlendirme sistemlerinin kullanılmış olması dikkat çekici bir ayrıntı. 

Simgesel önemi olan kamusal yapıların dışında sivil direnişi ifade eden halkın kendiliğinden üretimleri de bir başka ilgi çekici alandır. Sözgelimi Güney Afrikalı mimarlık eğitimcisi ve araştırmacı Julian Beinart 1960’larda “apartheid” rejimi tarafından siyahlar için inşa edilmiş sosyal konutların duvarlarında konut sahipleri tarafından yapılan duvar resimlerini ayrıntılı olarak belgelemiş ve analiz etmişti. Yerli halkın duvar resimlerinde Beinart, yerli Afrika kabile geleneklerinden türetilmiş gibi görünse de onlardan ayrılan figürlerin ortak bir kent kültürü yarattığını, bu yeni grafik ifadede yaratıcı yeni ve modern bir halk sanatının doğuşunu tespit ediyordu (8). Kevin Lynch and György Kepes’in öğrencisi olan Beinart bu çabasıyla hocalarının bakış açısına yeni bir coğrafya içinden yeni bir perspektif katmayı denemişti. Beinart’ın 1961 ile 65 arasında Mozambik, Rodezya, Nijerya, Kenya ve Güney Afrika’da düzenlediği bir dizi atölye çalışması da Görsel Sanatlarda Temel Tasarım’ın Afrika kültürü içinde nasıl yeni ifade imkanları bulabileceğine ilişkin bir araştırma serüveni olarak görülebilir. 

Bugün Afrika şehirleri hızlı bir inşaat faaliyetine sahne olurken geniş gecekondu alanlarının içinde dünyanın herhangi bir yerinde inşa edilebilecek jenerik yapıların hakimiyeti hızla artıyor. Sahradan esen rüzgarların hızla soldurduğu cam giydirme cephelerin bilgisayar görselleştirmelerindeki kadar parlak görünmediği aşikar. Paralı turistlere egzotik bir deneyim sunan kabanalarda yüzeysel bir fon haline gelmiş yerel motiflerin kullanıldığı güvenlikli tatil beldeleri de yerel halkın erişiminin dışında. Kamunun altyapı hizmeti sunamadığı hızla kentleşen geniş alanlarda kamusal mekanlar bölük pörçük alanlara, tanımsız yol kenarlarına ve köşelere sıkışmış durumda. Yozlaşmış yerli iktidarların ancak “kitsch” olarak tanımlanacak yeni anıtları sahnenin diğer hakim unsuru. 2000-2012 yılları arasında Senegal’in cumhurbaşkanı olan Abdoulaye Wade’nin girişimiyle inşa edilen Özgürlük Abidesi adlı 49 metre yüksekliğindeki dev bronz heykel bu tür anıtların tipik bir örneği. Genç bir Afrikalı çiftin çocuklarını gururla havaya kaldırdığı bu heykel yeni ulusal kimliğin simgesi olarak inşa edilmiş. Wade’in heykelin fikir babası olduğu için ziyaretçilere bilet satışından elde edilen gelirin %35’ini aldığı söyleniyor (9). Kuruluş döneminin ilk parlak örneklerinin ardından Afrika bu sefer kendi içinden gelen bir selin sularına kapılmış durumda. Bu sefer afetin failleri dışarıda olmadığı için çare bulmak da eskisi kadar kolay değil.

Bu genel kaybın içinde yeni umut ışıkları küçük tekil girişimlerden geliyor. Yerel imkanlarla ve tamamen yerel malzemeler ve yerli işçilik ile üretilmiş yaratıcı çözümler iyi niyetli çabalar olmakla birlikte Afrika’dan dünyaya bir bakış sunmak için fazlasıyla küçük ölçekli özel örnekler. 

Afrika için kurtuluşun ardından gelen ilk umut ışıkları onlar için belki de artık pek fazla bir şey ifade etmiyor. Dünya halkları tarihte hiç görülmemiş şekilde eş titreşime girmişken, büyük kitleleri karar süreçlerine dahil edecek yeni sosyal organizasyon modelleri, kaynakların daha geniş kesimlere dağılımını sağlayacak ekonomik çözümler henüz ufukta görünmüyor. İmkanları giderek genişleyen yoksul kesimlerin tercihleri ve kararları yeni çözümlerin ve yeni tartışma konularının kaynağı olacak belki de. Bu Afrika’nın olduğu kadar bizim de hikayemiz. Tarihte hiçbir dönemde dünya üzerindeki halkların kaderleri bu ölçüde birbirlerine bağlı olmamıştı. Hiçbir dönemde birbirimizle bu ölçüde etkileşim içinde değildik. Afrika’nın bize önerdiği gelecek perspektifi nedir?

Bekleyip göreceğiz.

Notlar

  • https://ourworldindata.org/12-key-metrics#12-co2-emissions 
  • https://ourworldindata.org/grapher/urban-and-rural-population-2050?time=1950..latest 
  • https://www.youtube.com/watch?v=h4LT1nOlsb8&ab_channel=RIBAArchitecture 
  • https://www.theguardian.com/artanddesign/2022/jan/13/tented-love-senegal-spectacular-new-african-architecture-dakar-tent 
  • 1980’lerde Marilyn Manson’ın yorumuyla meşhur olmuş aynı adlı bir şarkıyı da hatırlamak gerek.
  • Fransız mimarlar Jean Francois Lamoureux, Jean-Louis Marin ve Fernand Bonamy tarafından tasarlanan kompleks hakkında bilgi için: https://www.sensesatlas.com/the-international-fair-of-dakar/  Aynı sitede post-kolonyal dönemin Afrika mimarisi hakkında pek çok yapı da var.
  • Léo Noyer Duplaix, “Henri Chomette et l’architecture des lieux de pouvoir en Afrique subsaharienne” https://journals.openedition.org/insitu/15897#ftn21 Bu makale Chomette’in tasarladığı binaların ötesinde dönemin Afrika mimarlık denemelerine ilişkin geniş bir perspektif sunuyor.
  • Beinart’ın çalışmalarına ilişkin ayrıntılı bir inceleme için bkz. Ayala Levin, Basic Design and the Semiotics of Citizenship: Julian Beinart’s Educational Experiments and Research on Wall Decoration in Early 1960s Nigeria and South Africa, https://journals.openedition.org/abe/10900. 
  • Bu bilgi için bkz. Oliver Wainwright’ın aynı makalesi.

Kaynaklar

  • URL-1: https://modernwestafrica.org/CICES.
  • Julian Beinart, “Western Native Township,” World Architecture, no. 2 (1965), s. 190.