Han Tümertekin
“Mesleki davranışlarımın hiçbiri mimar olduktan sonra gelişmedi. Hayatımı nasıl yaşıyorsam mimarlığımı da öyle yapıyorum…”
XIX. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri Seçici Kurulu’nun “Spekülasyondan azade, fazlalıklardan arınma, azaltma; sadece zorunluluklardan ibaret olmanın estetiğinden ilk günden bugüne hiç sıkılmadı…” sözleriyle Mimar Sinan Büyük Ödülü’ne layık gördüğü Mimar Han Tümertekin ile etik ve estetiğin birlikteliğinden hiç uzaklaşmadan ve “sıkılmadan” sürdürdüğü mesleki pratiği üzerine…
Yasemin Şener, Mimar
Yasemin Şener XIX. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri kapsamında “Mimar Sinan Büyük Ödülü”ne layık görüldünüz. Bu ödül sizin için sürpriz oldu mu?
Han Tümertekin Bu ülkede mimarlık meslek alanında verilen, Sedat Hakkı ile başlayan, hepimizin bildiği pek çok saygın mimarın aldığı bir ödül. İtiraf etmeliyim ki mimarların biraz da yaşları ilerlediğinde, kariyerlerinin ilerleyen aşamalarında aldıkları bir ödül. İki kere sürpriz oldu benim için: Birincisi böyle bir ödülü almayı beklemiyordum, ikincisi de böyle bir ödülü bu yaşta almayı hiç beklemiyordum. Haber geldiğinde ilk şaşkınlığımı atlattıktan sonra yaptığım kısa açıklamada da söz ettiğim gibi duygusal olarak beni çok etkiledi ve o güne kadar hiç düşünmediğim, beklemediğim şekilde onur duydum. Evet başka ödüller kazandım, illa ödül olmasa da bir tür ödül sayabileceğimiz konumlarda bulundum, mesleğimi uyguladım. Sanırım bu biraz “taş yerinde ağırdır” lafıyla ilgili bir şey… İnsanın doğup büyüdüğü ve yetiştiği bir ortamda bu kadar saygın bir ödüle layık görülmesi bayağı kıymetli bir durum. Her ödül sonrası insanın hissettiği duygu şu oluyor: Sanki bir şeylerin sonucu olarak o ödül hak edilmiş olsa da hep bir başlangıç o. Omuzlarınızdaki yükü artıran bir sürecin başlangıcı. Birileri sizi bir şeye layık görmüş, ondan sonrasında siz o liyakatı en azından sürdürmeli, hatta geliştirmelisiniz.
YŞ Jürinin bu ödülü sizlere takdim ederken öne sürdüğü gerekçeler içinde sizin için çarpıcı olan noktalar hangileriydi?
HT Ödül törenindeki kısa teşekkür konuşmasında da söyledim. Seçici kurul, ödülü verme gerekçelerini beni benden çok daha iyi anlatan kısa bir metinle dile getirdi. Şöyle bir metindi: “Han Tümertekin, praxis’i 80’lerin ikinci yarısında, Post-Modernizm’in dünyada ve Türkiye’de yıldızının parladığı dönemlerde başlamış olmasına rağmen kendini o fuzulî coşkuya hiç kaptırmadı. Spekülasyondan azade, fazlalıklardan arınma, azaltma; sadece zorunluluklardan ibaret olmanın estetiği: Etik ve estetiğin birliği… İlk günden bugüne bundan hiç sıkılmadı, bu arayışın bir tekrar veya yoksunluk olmadığını, tam tersine, ancak “şimdi ve burada”ya yoğunlaştığımızda otantik bir farklılığa ulaşmanın mümkün olduğunu keşfetti her işinde: Farklılık mimarın zorlamasından, cin fikirliliğinden değil “şey”leri kendiliğinden keşfetme sabrımızdan, titizliğimizden ve ihtimamımızdan ortaya çıkar. Dolayısıyla, hiçbir zaman bir formal dil, üslup arayışında olmadı; zaten orada olanı bulup çıkartmak kadar sade ve sadece onunla kalmak kadar da zor…”
Benim, mimarlığımı yapma ve geliştirme yolunda evet sakin, mümkün olduğu kadar sessiz, bağırıp çağırmadan ve sebatla sürdürdüğüm tavrımı “sıkılmadan” sürdürdüğüme ilişkin bir vurgu vardı ve o kısım beni çok etkiledi. Konuşmamda da belirttim; evet hiç sıkılmadım ve sıkılmayacağımdan da emin olabilirsiniz. O metinde söylenen her kelime, kendi kendime o kadar berraklaştırarak asla ifade edemeyeceğim kadar iyi tarif ediyordu beni. Evet, orada da söylendiği gibi tamamen sakin, sessiz ama tutkulu bir şekilde mimarlık yaptığımı biliyorum. Yaptıklarımı “bunu ben yaptım, şunu da şöyle yaptım, bunu da böyle yaptım” diyerek sunmadığımın da farkındayım. O nedenle bu ödülü verenlerin bunun farkında olmaları da beni ayrıca heyecanlandırdı ve mutlu etti, diyebilirim.
YŞ Bu ödülün Mimar Sinan’a referans veriyor olması sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
HT 1982 yılında Mimarlar Odası’na kayıt yaptırırken meslek pratiğine adım attığım o gün bir sorumluluk duygusu hissettiğimi çok net hatırlıyorum. Mimar Sinan’ın eserleriyle dolu olan şu İstanbul şehrinde ben de mimarlık yapacağım, diye geçirmiştim içimden. Çok ilginçti bu. Nereden çıktı bilmiyorum? Mimarlık eğitimim sırasında Sinan’ı göklere çıkartan bir eğitim de almadım. Mimar Sinan’ın ya da klasik Osmanlı mimarlığının peşinde olan bir mimar değildim. Le Corbusier’den de etkilenmiştim, evet Süleymaniye’den de etkilenmiştim ama öyle bir duygusal bağım yoktu Mimar Sinan’la. O yıllarda Gümüşsuyu’ndaydı Mimarlar Odası. Oda’ya on üç bin yedi yüz elli yedi numaralı mimar olarak kaydolduğum an birden “Ah dedim, etraf Mimar Sinan eserleriyle dolu ve ben onların arasında mimarlık yapacağım.” Aradan geçti 40 küsür yıl ve bugün Mimar Sinan Büyük Ödülü’nü kazandım. Evet, benim için Mimar Sinan adıyla doğrudan ilişkili bir boyutu da var bu ödülün.
YŞ Mimarlık pratiğinizde, yaptığınız işlerde, kendinizi var ediş biçiminizde hep bir sakinlik, tevazu ve süreklilik var. Bu duruş sizin karakterinizden mi kaynaklanıyor, yoksa öyle bir ekolden mi geliyorsunuz? Nasıl böyle bir mimar oldunuz?
HT Mimarlık yapmayı hiçbir zaman “iş yapmak” olarak algılamadım. Bu benim için bir yaşama şekli. Öyle olunca da mimarlığa özel veya mimarlığa ilişkin davranışlar içermiyor hayatım. Yani ben neysem, mimarlığım da o. Bir akademisyen çiftin çocuğuyum. Sanırım mimarlığı yapma şeklim de ailede aldığım terbiye ve onlar üzerinden oluşan dünya görüşümün doğrudan dışa vurumu. Ebeveynleriniz ikisi de eğitimci olunca, onların sizi tatlı bir şekilde başıboş bırakmayıp belli bir formasyon ve disiplin içinde yetiştirmiş olmaları çok normal ve sanırım bu altyapının mimarlığıma doğrudan etkisi var. Örneğin, son yıllarda çok yaygınlaşan sürdürülebilir mimarlık, yeşil mimarlık gibi popüler kavramların bu kadar ayrıştırılıp da göklere çıkarılmasına karşı benim tezim şu: Doğru dürüst aile terbiyesi almış olan herhangi bir dünya yurttaşı zaten bütün bunları yapar. Çocukken anneniz ya da babanız sizden dişinizi fırçalarken musluğu kapatmanızı ister, boşuna suyu akıtma, der. Ve bunu yapıyor olmanız, “dünyayı kurtarıyoruz” diye böbürlenerek dolaşmamızı gerektirmez. Dolayısıyla tasarımcı olarak da bizim doğal, ahlaki ve sosyal değerlerimiz, tasarımlarımızı doğru, iyi, nitelikli ve sürdürülebilir yapmamızı gerektirir zaten. Bunu böyle işin içinden cımbızla çekip de “efendim ben çölde cam bina yapmıyorum, dolayısıyla dünyayı kurtarıyorum”, diyerek oradan buradan puan toplamayı bir karikatür olarak görüyorum.
Abim ve ben cumhuriyetin ilk kuşağı olan bir anne-babanın çocuklarıyız. Bunun hiç farkında olmadan bize çok büyük değerler ve davranış zenginlikleri kattığına eminim artık. Yaşım ilerledikçe ve geriye dönüp baktıkça bunu görebiliyorum. Ciddi bir toplumsal sorumluluk bilincinin daha küçük yaşlarda bizlere yerleştirilmiş olması, “ben” egosuyla değil “başkaları, diğerleri” gibi kavramlarla barışık yetiştirilmemiz, özellikle de coğrafyacı bir çiftin dünya ölçeğinde konuşmalarına tanık olarak büyümüş olmam önemli bir etken. Yaptığımız tasarımların hiçbirinde yapının hiçbir noktası diğerlerinden daha değerli tutularak veya daha çok önemsenerek ele alınmaz mesela. Bizim için bir yapıyı oluşturan bileşenlerin hepsi, süpürgelik de cephedeki anıtsal giriş kapısı da aynı değerdedir, hepsi birbiriyle ilişkili tasarlanır. Bunların arkasında dediğim gibi çocukluğumda dünyaya ve dünya ölçeğindeki insan ile mekan ilişkisine dair, daha okuma-yazma bile bilmediğim yaşlardan itibaren duyduklarım, dinlediklerim yatıyor. Dolayısıyla mesleki davranışlarımın hiçbiri ben mimar olduktan sonra “Böyle bir mimarlık yapmayı doğru buluyorum, dolayısıyla böyle davranmalıyım”, diyerek gelişmedi. Yani hayatımı nasıl yaşıyorsam mimarlığımı da öyle yapıyorum.
YŞ Bir yandan da bir gösteri toplumunda, herkesin kendini ya da yaptığı işi abartarak ön plana çıkartmak istediği bir şov dünyasında yaşıyoruz. Böyle bir dünyanın içerisinde bu sakinliği, tevazuyu korumakta çok zorlandığınız ya da kendinizi sorguladığınız zamanlar oluyor mu?
HT Çok haklısınız. Evet, kabullenmek zorundayız, müthiş bir görüntüler bombardımanı altında yaşıyoruz bir süredir. Yıllar önce bir kitapta okuduğumu hatırlıyorum, kendime ifade edemediğim bir durumu çok iyi açıklıyordu. Cümle şöyleydi: “Karşılaştırma yaptığın anda mağlupsundur”. Bayılmıştım bu ifadeye. Evet, hepimiz insanız ve yaşantımız boyunca doğru olduğuna inandığımız davranışları biriktirmeden emin olamıyoruz. Evet karşılaştırmalar yaptığımız dönemler hepimizin hayatında vardır. Bu görüntülerin ve herkesin “Ben şunu da yaptım, bunu da yaptım, bunu da yapıyorum, bak bir de şunu da yapacağım” dediği bu atmosferin içinde arada bir kendimizi sorguladığımız, bunu ben de yapabilirdim dediğimiz anlar olmuyor değil, hepimiz insanız. Ama ne yaptığınızla gerçekten samimi bir ilişkiniz varsa, nihayetinde onu yapmak dışında da hiçbir şeyle ilgilenmiyorsunuz. Bu bir konfor, konuya böyle yaklaşmanın pek çok zorluğu devre dışı bıraktığına eminim. İşe yarıyor, bunun kendimi koruma adına geliştirdiğim bir davranış bütünü olduğunu düşünmüyorum. Gerçekten işimiz gücümüz var yani, bir de durup ne yaptığımı millete anlatmakla uğraşamam. Zamanımı kullanacaksam o işi yapabileceğim en iyi şekilde yapmakla daha çok ilgiliyim. Yaptığım küçücük bir şeyi “Bakın, bunu da ben yaptım” demekle vakit kaybetmek istemiyorum.
YŞ Gösteri dünyasından uzak tutumunuzla ilgili göze aldığınız dezavantajlı durumlar da yaşıyor musunuz?
HT Olmaz mı, bu sağlıksız atmosferin pek çok olumsuz sonucunu yaşıyoruz. Örneğin, mimarlık ortamının şu dönemki yaygın uygulamalarından biri olan davetli yarışmalarda kazanan taraf olamıyoruz. Genellikle 4-5 büroya 4-6 hafta süre verilip o süre içinde kendilerinden -adlandırmasına bile tahammül edemediğim- bir “konsept proje” talebi oluyor. Konsept proje ne demek yani? Önce proje tasarlanır, sonra da inşa edilir, mimarlık benim için bundan ibarettir. Konsept proje de aslında bir projedir. Bizim için bir mimari proje, zaman içinde işverenle ve diğer aktörlerle birlikte geliştirilen bir süreçtir. Bir sayfanın üzerinde yer alan, “Şu kadar metrekare bu, bu kadar metrekare şu; daha önce hiç görülmemiş bir yapı bekliyoruz; şöyle bir konsept bekliyoruz” gibi 8-10 satırdan oluşan bir metni alıp da 1-1,5 ay sonra alın işte sizin binalarınız böyle olacak demeyi biz içimize sindiremiyoruz. Çünkü mimarlık öyle birkaç haftada falan yapılabilen bir şey değil. O nedenle de evet, dediğiniz gibi görüntülerden oluşan dünyada bizden bir binanın bitmiş halinin görüntülerini bekleyen durumlarla pek aramız yok. Mekan yaratmak, bir binayı inşa edilebilir kılmak, bunların hepsi çok sayıda konunun, çok zaman harcanarak halledilmesiyle gerçekleşen şeyler. Bu bir resim yarışması değil. Bizler de ressam değiliz, resim yarıştırmıyoruz. O zaman o dünyanın uzağında kalıyoruz. Bu da iş kayıpları, yahut yarışma kayıpları gibi çok net sonuçlarla karşımıza çıkıyor ama yarışma kazanalım diye de bir başkasına dönüşemeyiz.
YŞ Tarihi yapıların dönüşüm projeleri güncel işleriniz arasında önemli bir yer tutuyor. Bu tür projeler sizde nasıl bir motivasyon yaratıyor?
HT Tarihi yapılara müdahale projelerinin bizim için en belirgin sonuçları, oradan öğrendiklerimiz. Özellikle son yıllarda işlevleri ve kentteki varoluşları nedeniyle bilinen tarihi yapıların kente yeniden kazandırılması yönünde pek çok proje gerçekleştirdik. Bizim için iyi bir tasarım yapmanın temeli sınırlamalardan geçiyor. Ne kadar çok sınırlanırsak o kadar çok yaratıcı olduğumuza inanıyoruz. Bu, bomboş bir arsada proje yapacağımız zaman da geçerli bir gerçek. Tarihi yapılarda, evet, Anıtlar Kurulu’nun yönlendirmeleriyle, o yapının fiziksel sınırlarıyla birlikte tasarım yapma zorunluluğu var ve bu bir tasarımcı için çok sayıda sınırlama içeren bir durum. Pek çok mimar böyle bir projede “Burada şunu yapmalıydım ama ona dokunamıyorum, buna dokunamıyorum, ben burada ne yapacağım” diyerek kendini iyi hissetmeyebilir. Oysa biz çok özgürce her noktasında istediğimiz gibi at oynatabileceğimiz sanılan bomboş bir arazide dahi tasarıma başlarken öyle tanımlar oluştururuz ki 10 cm dahi özgürlük alanımız kalmaz. Bu, iki aşamada olur: Zaten her proje o tasarımın yapılacağı yerdeki imar yönetmelikleri, mühendislik disiplinlerinin getireceği sınırlamalar ve zorlamalar gibi klasik sınırlamaları içerir. Biz bunlara ilave olarak orada “Güneşin hareketi nedir? Hakim rüzgar nasıl eser? Topografyanın son derece ayrıntılı analizleri nasıl yapılır? Buranın sahip olduğu potansiyeller nelerdir?” gibi çok sayıda bilgiyi katman katman oluşturur, ondan sonra tasarıma başlarız. Dolayısıyla bizim tarihi yapıların içine hapsolmuş denebilecek tasarım alanımız, aslında sizin bakıp da bomboş gördüğünüz bir yerde de aynı şekilde sınırlıdır. Neden buna vurgu yaptım? Zaten bizim tasarım pratiğimiz bu sınırlamalarla birlikte yaratıcı olmaya çalışır. Yani, tarihi yapılarda, ayrı ve onlara özgü bir tasarım pratiği geliştirmiyoruz. Biz zaten tasarımdan bunu anlıyoruz. İşin bir başka mutluluk boyutu var bizim açımızdan bu tür operasyonlarda. Bir tanesi, evet, var olan ve mekansal kaliteleri yüksek ama kullanımda olmayan yapıları hayata katmak büyük bir mutluluk kaynağı. Ayrıca bu tür projelerin büyük bir kısmı kamusal alanlara dönüştüğü için birinin özel evini yapmaktansa böyle bir kamusal alanı yaratmak ikinci mutluluk kaynağı bizim için.
YŞ Yaklaşık iki yüz elli yıllık bir geçmişe sahip olan Rami Kışlası yapısını yeniden kente kazandırarak 24 saat yaşayan bir kamusal alana dönüştürmek de sizi çok mutlu eden projelerden biri olsa gerek. Rami Kütüphanesi dönüşüm projesinin tasarım ve üretim süreci nasıl ilerledi? Yapının tarihi ve kültürel değerlerini günümüze nasıl adapte ettiniz?
HT Farkındaysanız herhangi bir duruma özgü davranış geliştirmekten değil genel davranış reflekslerimizden söz ediyorum. Rami Kışlası’nın dönüştürme projesi de Rami Kışlası’na özgü mekansal değerler dışında her benzeri durumda yaptığımız, uyguladığımız tasarım metodolojisiyle gerçekleştirildi. O da şu: Elimizdeki yapının önce zaman içinde dönüştürülmüş ve eklenmiş bölümlerinden arındırılması. İlk adımımız her zaman budur. Önce, özgün yapı ve özgün mekansal değerler neymiş, onu ortaya çıkartırız. Ondan sonra ikinci sorumuz “Elimizdeki bu mekanın potansiyelini yeni işlevlere nasıl uygun hale getiririz?” olur. Orada da yeni işlevi yerleştirmeden önce, tasarımdaki metodolojik ilerlemeden söz edersek, dolaşımı tasarlamak önemlidir. Benzeri projelerden dolayı biliyoruz ki bu yapıların zaten fiziksel olarak pek çok değerleri mevcut. Zaten bu değerler yüzünden o yapıları yüzlerce yıl sonra dahi yeni işlevlerle kullanma isteği duyuyoruz.
Rami Kışlası çok büyük bir yapı. Ortadaki avluyu çevreleyen 4 kolu olan bir yapıdan söz ediyoruz. Dolaşım avluya bakan cephenin hemen arkasında. O koridorlardan da ulaşılan çok sayıda hacim var. Biz de yenileme projesinde aynı şemayı kullandık tabii ki. Kütüphane kullanımına ve günümüz dünyasına ait çok basit iki müdahalemiz oldu. Kışla yapısı olduğu ve içinde çok sayıda askerin, hatta bazen süvarilerin dolaşmasına uygun şekilde boyutlandırıldığı için koridorlar yaklaşık 4 metre genişliğindeydi. Yeni kullanımda bu koridorları sadece dolaşıma ait bir mekan olarak kullanmadık ve bu alanlara masa başında çalışmak istemeyenlerin kullanabileceği bir ahşap platform ekledik. Birinci müdahale buydu: Dolaşım alanı olarak tasarlanmış olan geniş koridoru çok basit bir müdahaleyle, bir ahşap platformla dolaşım ve bir başka kullanım alanına dönüştürmek. İkinci müdahalemiz ise okuma salonları olarak kullanılan eski büyük odalarda gerçekleşti. Hem okuyucu kapasitesini arttırmak hem de kitap depolamasındaki kapasite artışını sağlamak için asma katlar ekledik.
Bu iki mekansal müdahalede mimarlığımızın çok tipik özellikleri var: En az sayıda fiziksel müdahaleyi yapmak; bu müdahaleyi o tarihi mekanın değerlerine baskın gelecek şekilde yapmamak ama bu müdahaleleri yaparken de ayrıntı düzeyinde olabildiğince incelikli çözümler oluşturmak. Örneğin, Rami Kışlası’nda eklediğimiz asma katı taşıyan çelik taşıyıcılar ile 25 yıl önce Robinson Crusoe kitabevi için tasarladığımız ve Rami Kışlası’nda da kullandığımız kitaplık raflarının mekanı en iyi kullanacağımız şekilde birlikte konumlandırılmaları incelikli çözümlerimizden biriydi. Ziyaretçi bunu gezerken fark etmiyordur ama çözmemiz gereken sorun şuydu: Asma katı taşıyan çelik taşıyıcılar kitaplık raflarıyla aynı hizaya gelmedikleri taktirde asma katın altındaki yaya dolaşımında ciddi yer kayıplarına neden oluyorlardı. Oysa biz daha tasarımın başında kitap raflarıyla katı taşıyan çelik kolonların tasarımlarını mühendislerle birlikte öyle bir şekilde çözdük ki hepsi tek bir hizada yer alabildiler. Böylece kullanıcının hiç farkında olmadığı önemli bir konfor sağlamış olduk.
YŞ Güncel okuma alışkanlıkları ve biçimleri düşündürdüğünde kütüphane yapılarının günümüzdeki önemi ve geçirdikleri dönüşüm hakkında ne söylemek isterseniz?
HT Kültür Bakanlığı, kütüphane yapılarındaki bu dönüşümün farkındaydı. Rami Kütüphanesi’nin tasarımında, buranın sadece araştırmacıların masalara koydukları kitaplar arasında saatlerini ve günlerini geçirecekleri bir mekan olarak tasarlanmasını talep etmediler bu yüzden. Evet, araştırmacılar için yer var, restorasyon laboratuvarı da var örneğin. Araştırmacılar için oldukça tanımlı, spesifik alanlar yaratıldı. Ama mekanın bütününde orayı bir kamusal kültür alanı olarak kullanacak ziyaretçilerin kolaylıkla ulaşabilecekleri, ulaştıktan sonra da içinde dolaşabilecekleri bir mekan kurgusuna sahip olması istendi bizden. Açılalı bir yıldan biraz fazla zaman oldu; günün farklı saatlerinde, haftanın farklı günlerinde yapıyı çeşitli nedenlerle ziyaret ediyorum. Her gittiğimde ne mutlu ki oturacak tek bir yer ya da boş sandalye olmadığını görüyorum. Torununu uzaktan kumandalı arabasıyla koridorda oynatan dededen el yazması eser üzerine araştırma yapan bir akademisyene kadar çok çeşitli bir kullanıcı profili var. Hepsinin bir arada var olduğu bir mekan çıktı ortaya. Bu, günümüzde “kütüphane” denince anlaşılan yeni mekan kültürünün çok büyük ölçekte hayata geçmiş hali. Belediyelerin yaptığı, daha küçük ölçekte, benzeri kütüphaneler var. Hepsinde daha çok ders çalışmak için o mekanı kullanan öğrenciler görülüyor ve onların büyük bir kısmı da laptoplarıyla çalışmakta. İlla oradaki kitapları kullanmıyorlar ama öyle bir ortamda günlerini geçirebiliyorlar. Dolayısıyla bakanlığın bu değişimi öngörmüş olması Rami Kütüphanesi için de çok ileri görüşlü bir durumdu. Bence Rami Kütüphanesi şehre büyük bir katkı.
Kız Kulesi’nin restorasyonunda da görev aldınız. Kulenin geçirdiği dönüşümü, böyle bir restorasyona nedene ihtiyaç duyulduğunu sizden dinleyebilir miyiz?
Kız Kulesi’nin yenilemesinde görev alan üç danışmandan biriydim. Prof. Dr. Zeynep Ahunbay restorasyona ilişkin yönlendirmeleri yaptı. Prof. Dr. Feridun Çılı güçlendirmelere ve stüktüre ilişkin yönlendirmeleri yaptı. Biz de büro olarak yeni işlevin gerektirdiği mekansal kurguyu yaptık. Yeni işlev şuydu: Ziyaretçilerin tekneyle adaya gelip Kız Kulesi denen savunma yapısını gezmeleri ve oradan İstanbul’u seyretmeleri. Daha önce İstanbullular uzaktan Kız Kulesi’ne bakardı, artık Kız Kulesi’nden İstanbul’a bakılır olacaktı. Bir ziyaretçi parkuru tasarlamak gerekiyordu. Kuleyi gezdikten, fotoğraf çektikten sonra tekneye binip adadan ayrılacaktı ziyaretçiler.
Kulenin 2500 yıllık bilinen tarihi var. Dolayısıyla geçen yüzyıllar içinde pek çok değişiklikler ve müdahaleler yapılmıştı. En dramatik müdahale 1943’te geçirdiği yangın sonrası pek çok bileşeninin betonarmeye dönüştürülmesiyle oluşmuştu. Daha sonra da 2000 yılında o yapıya yeni ekler ve müdahaleler yapılmış ve işlevi değiştirilmişti. Dolayısıyla yapılması gereken ilk şey, bu eklentilerin yapıdan uzaklaştırılmasıydı.
Bu arada yapının yanmış olan ahşap külahı yerine betonarme bir külah yapıldığı için orada oluşan yük 1999 depreminde kulenin beden duvarlarında çatlaklara neden olmuştu ve çelik bir kasnakla duvarlar tutulmuştu. Kısaca bütün bunların ayıklanması, yani betonarme olan külahın oradan kesilerek uzaklaştırılması gerekti. Kulenin yine betonarme olan merdiveninin kaldırılıp yerine özgün haline, yahut en çok belgeye ulaşılabilen II. Mahmut Dönemi’ndeki haline uygun bir merdiven koyulmalıydı. Bu da külahın tekrar ahşap olarak yapılmasını, kurşunla kaplanmasını ve yeni bir ahşap merdiven tasarlanmasını gündeme getiriyordu.
Projeye genel tasarım eğilimlerimize uygun olarak yaklaştığımızda gördük ki burada mimar olarak bizim yapacağımız bir tek şey var: Merdiveni tasarlamak. Peki, Kız Kulesi’nin merdiveninin tasarımı hangi özelliklere sahip olmalıydı? Soru buydu. Bu sadece inilip çıkılan bir yapı bileşeni miydi? Yoksa o kulenin içindeki merdivenin o kuleye ait olmasını sağlayacak bazı özellikler mi taşımalıydı? Tabii ki doğru soru ikincisiydi. Ekler yapıdan uzaklaştırıldıktan sonra yapılan rölevede gördük ki kule duvarlarında farklı geometrilere, farklı boyutlara ve farklı konumlara sahip çeşitli açıklıklar var. Bunların bir kısmı pencere, bir kısmı mazgal ve sadece bir silahın sağabileceği darlıkta. Tamam merdiveni tasarlayacaktık ama bu merdiven cephedeki bu açıklıkların hiçbirini köreltmemeliydi.
Öyle bir merdiven tasarlamalıydık ki o merdivenden çıkanlar ve inenler cephedeki açıklıklardan İstanbul’u, Boğaz’ı görebilmeliydiler. İşte bu karar son derece karmaşık bir altyapının çözülmesini gerektirdi. Mühendislerle iş birliği yaptık çünkü taşıyıcının kalınlığı biraz artsa merdiven iki pencereden birini örtmeye başlıyordu. Son derece ayrıntılı bir çalışmanın ardından yine kullanıcının hiç fark etmeyeceği önemli bir çözüme ulaştık. Bu çözümdeki mutluluk veren sürpriz şu oldu: Biz cephedeki açıklıkların hiçbirini köreltmeyince kulenin içine gün ışığı girdi. Ve birden daha önce karanlık bir kuyuya benzeyen kule gün boyunca çevresinde dönen güneşin o cephedeki boşluklardan giren ışınlarıyla hareketleniverdi.
YŞ Bu denli zorlayıcı olmasa da her tasarımınızda çözdüğünüz pek çok farklı problem olmalı. Geçmiş işlerinizde sizi çok heyecanlandıran, çözüm üretirken zorlandığınız ve gerçekten inovatif bir çabayla finale erdirdiğiniz problemler hangileri?
HT Elbette, var. Çok küçük ölçekte yaptığımız bir tasarımın çok beklenmedik duygular yaratmasına iyi bir örnek var. O da 2004 yılında Agha Khan Mimarlık Ödülü’nü kazanan, Assos’taki B2 Evi’nin bahçe kapısı. Çocukluğumdan beri sevmediğim demir bahçe kapısı mandalını ortadan kaldıran bir tasarım geliştirmiştik. Sonra bu çözümü farklı demir kapılarda da tekrarladık. Bilirsiniz, pek çok kez karşınıza çıkmıştır, demir bahçe kapılarda bir mandal vardır. Onu kaldırır açarsınız. Sonra iki kapıyı yan yana getirdiğinizde mandalı indirirsiniz. Çoğu kez paslanmış olur o mandal. Açıp kaparken parmağınızı sıkıştırırsınız, genellikle paslanır ve bir türlü doğru dürüst oturmaz, çalışmaz yani. B2 Evi’nde bir bahçe kapısı tasarlamak gerekti. Şu mandal olmadan bu kapıyı nasıl çözeriz diye sebatla konuya eğilince ilginç ve kullanışlı bir sonuç çıktı ortaya. Nasıl ki Kız Kulesi’ne gün ışığının girişi bizi çok mutlu etmişti, bu kapının çözümünde de hiç hesaplamadığımız bir boyut ortaya çıktı. Çok basit bir çözüm geliştirdik: Mandal yerine uzun bir çubuğu demir kapıya yerleştirdik ve çubuğun tutulabilmesi için boyunu kapıdan biraz daha uzun kıldık. Böylece siz kapı kolunun yerine o çubuğu tutabiliyordunuz. Çünkü kapıdaki tek yüksek ve el yüksekliğine yakın eleman o çubuktu. Çubuğu tutup yukarı çektiğinizde yuvasına girmiş olan alt ucu kurtuluyordu ve kapı kolu gibi o çubuğu kullanarak kapıyı itip açıyordunuz. Sonra tekrar kapıyı kapatıp çubuğu bıraktığınız anda kendi ağırlığı ile zemindeki yuvasına giriyordu. Bu kadar basitti. Kapı kolu da yok, kilit de yok. Her ikisini tek bir çubuk hallediyor. Beklemediğimiz ve güzel şey ise şuydu: Siz çubuğu tutup yukarı çekip kapıyı açmaya başladığınızda çubuğun altındaki pul, demir kapıya vurduğu için “ding” diye bir ses çıkıyordu. Sonra bırakınca çubuk yuvaya girdiğinde tekrar “ding” sesi çıkıyordu. Böylece, evdeki ya da bahçedeki kişiler bahçe kapısının açılıp da birinin girdiğini anlıyorlardı.
Açılış Fotoğrafı: ©Ozan Güzelce