Cumhuriyet Döneminde Mimarlığımız

Doğan Hasol, Dr. Y. Müh. (Mimar)

Yirminci  yüzyıl, toplumsal ve siyasal olaylar bakımından dünya tarihinin belki de en çalkantılı yüzyılıydı. Dünyanın hemen her yerinde sıcak ve soğuk savaşların yanı sıra sömürü, barbarlık, soykırım, özgürlüklere ve yaşam haklarına saygısızlık gibi olguların yüzyılı oldu.

Ülkemiz, yüzyılın ilk yirmi yılında, önce sürekli savaşlar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreciyle sarsıldı. Ardından Kurtuluş Savaşı’nı ve yeniden kuruluşu yaşadı. Daha sonra da çağdaşlaşma ve aydınlanmaya dayalı yapılanma süreciyle, yani Cumhuriyet Devrimi ile dünya çapında parlak bir istisna oluşturdu.

Yirminci  yüzyıl, dünya için büyük buluşların, bilim ve teknolojideki gelişmelerin, sanayi çağı’ndan bilişim çağı’na geçişin de yüzyılı oldu. Bütün bu gelişmeler genç Türkiye Cumhuriyeti’ni de etkilemekte gecikmeyecekti. Doğal olarak, mimarlık kesimi de yaşanan bu gelişmelerden etkilenecekti. 

Türkiye, sanayi devrimini, Osmanlı’nın bilim ve teknolojide geri kalmış olması yüzünden, Batı’ya göre hayli gecikmeli olarak yaşadı. Batı’da 18. yüzyılda başlayan sanayileşme süreci Türkiye’de ancak 20. yüzyılda başlayabildi. O süreç hızlı nüfus hareketleri ile yoğun kentleşmeyi getirdi.

Cumhuriyet’in erken döneminde fiziksel planlama girişimleri, ülke düzeyine yayılan dengeli yatırım ve ekonomik plan kararlarının da tamamlayıcısı gibiydi. Ne var ki o tutarlı sürecin yerini 1950’deki siyasal ve ekonomik anlayış değişikliğinden sonra, plansızlık ve yetkililerin kişisel heveslerle sürdürdükleri uygulamalar aldı.

1980’den sonra da iktidarların “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” anlayışıyla kentsel ve kırsal alanlardaki yağmayla talihsiz bir döneme girildi.

Plansızlığın en somut yansıması “çarpık kentler” ve çarpık kentleşme şeklinde gelişti. Kentleşme gerçekleşti, ama kentlileşme gerçekleşemedi ve sonuçta taşra kültürü kentlere egemen oldu.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ülkemizde şehircilik ve mimarlık alanında yaşanan gelişmeleri ve sonuçlarına ilişkin saptamaları şöyle özetleyebiliriz: Stratejik ülke planı yapılmadığı için ülke çapında başıboş, yoğun nüfus hareketleri ile plansız, denetimsiz kentleşme süreci yaşanmıştır. Çeşitli kademelerde stratejik bütüncül fiziksel planlama yokluğu, özellikle de kentsel tasarım eksikliği, gelişigüzel çarpık yerleşme ve görünümlere, kentsel kimlik, ölçek, doku ve yeşil kaybına neden olmuştur. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere nüfus patlaması şehirleri şişirirken kentlerimiz plansız olarak yağ lekesi gibi büyümüş, başıboş süreç, kentsel yaşamı güçleştirmiştir. Yer yer görülen iyi niyetli bazı kentsel planlama çabaları yetersiz kalmış; yapılan planlar da çeşitli baskılarla delinmiştir; çoğu kez arsa spekülasyonu baskısı, planlama çabalarını engellemiştir.

Yukarıda da özetlendiği gibi, elverişsiz toplumsal, ekonomik ve siyasal ortam çevresel dağınıklığa neden oldu. Kentlerimiz bir yandan da, siyasi yöneticilerin aymazlıkları ve benbilirimci tutumları nedeniyle, şehircilik ve mimarlık dışı anlayış ve uygulamalar sonucunda tarihsel-kültürel birikimlerini ve kimliklerini yitirdiler. Ne var ki tek tek yaratılan iyi mimarlık örnekleri çoğu kez, plansızlık ve toprak yağması sonucu oluşan gecekondu ve kaçak yapılaşma furyasında yozlaşmış ortamlarda gölgede kalmıştır. 

“İyi”ler kolay görünmez oluyor. “20. Yüzyıl Türkiye Mimarlığı” kitabım 20. yüzyılın “iyi”lerinden bir seçki sunar. “İyi”lerin sayısının derlediklerimizle sınırlı olmadığını, sayılarının çok daha fazla olduğunu bir kez daha yineleyelim.

Bu saptamalardan sonra şunu bir kez daha vurgulayalım: Yozlaşmış süreçlerde ve çevrelerde mimarlık gelişmiyor, hatta geri gidiyor; çevre-mimarlık ilişkileri çoğu kez uyumlu şekilde kurulamıyor. 

Özetlersek: Türkiye “bir mimarlıklar ülkesidir.” Türkiye topraklarında iyi mimarlığın geleneği ve zengin mirası vardır. Cumhuriyet, 1930-1980 arasında ulus oluşturma çabalarıyla birlikte bu toprakların bütün kültürel birikimine ve mimarlık mirasına, emanetlerine sahip çıkarken güncel yeni mimarlığın da yolunu açmıştır. Buna karşılık yüzyılın son 20 yıllık dönemi, özellikle siyasal anlayışta, cumhuriyet aydınlanmasına neredeyse tepki şeklinde Türk-İslam sentezi eğilimli bir dönem olmuşsa da o anlayış 21. yüzyıl başına kadar mimarlığa pek yansımamıştır.

Yirminci yüzyıl Türkiyesi’nde mimarlık adına, dünyadaki gelişmelere paralel iyi örnekler üretildiği rahatça söylenebilir; ancak mimarlığı bir kentsel-çevresel bütünlük içinde düşündüğümüzde aynı iyimser görüşte olmak güçtür. Bütüncül, tutarlı mimari çevreler ve kentsel mekanlar oluşturulması konusunda yetersiz kaldığımız açıktır. Bilindiği gibi, mimarlık yalnızca biçimden ibaret değildir; geniş anlamıyla yapı ve mekan tasarımıdır. Mekan tasarımı, binanın içinden kentsel mekana, kentsel tasarıma kadar uzanır. Ne yazık ki iyi mimarlık örneklerine karşılık, iyi kentsel tasarım örnekleri veremedik. Kentsel planlama (şehircilik) ve kentsel tasarım alanlarında varılan sonuç tam bir başarısızlıktır. Kentlerimizin görünümünü çoğu kez gecekondular, gecekondu-apartmanlar, kaçak yapıların hemen yanı başında yükselen gökdelenlerin birlikte oluşturdukları bir karmaşa ortamı belirler oldu.

Yine yüzyıl boyunca “koruma” alanında başarılı olamadık. Kentlerin karakterini, kimliğini oluşturan, başta ahşap yapılar olmak üzere pek çok yapının önce Osmanlı dönemi yangınlarında, sonra da plan dışı operasyonel imar hareketleri ve apartmanlaşma sürecinde yok olup gittiği görüldü. En çarpıcı örnekler, İstanbul’da Tarihi Yarımada ile Üsküdar-Kadıköy çevresindeki ahşap sivil mimarlık örnekleri ve çok sayıdaki Boğaziçi yalılarıdır.