“İstanbul deprem olmadan depremden kurtulamaz…”
Ahmet Turan Köksal, Dr. Mimar
İçi sulu, çürük bir domates, yer yer ıslak yüzeyini kaplayan incecik kabuğundaki bakteriler, kendilerine kutu kutu kaplar yapmışlar. İşte arada sırada domatesin o ince kabuğu kıpraştığında, içinde bulundukları kutular çöküyor ve altında kalıp eziliyorlar. Evet, o bakteri boyutunda evrimleşmiş canlılar, kendilerini kainatın bilinen en zeki varlıkları olarak görüyorlar. Ayrıca o domatesin de sahibi gibi davranıyorlar, zira ne tarlayı ne de başka domatesleri bilmiyorlar.
Domates alegorisi (ki buna metafor denmez) orijinal olsun diye yapılmamıştır. Gerçekten öyle ve hatta tam hesaplayıp oranlarsak dünyanın yer kabuğu bir domatesin kabuğundan daha ince ve insan da bakteriden daha ufak. Ve insan aslında ne o kadar zeki ne dünyanın hakimi ne de sahibi…
Dünya genelinde 20 katrilyon karınca var ve toplam ağırlıkları tüm memelilerin ve yabani kuşların toplam ağırlıklarından daha fazla. Ve deprem olduğunda toprağın altında yuvaları olduğu halde karıncalar genelde ölmüyorlar. Kısaca ne kadar gelişmiş olsalar da dünyanın hakimi hiçbir zaman insanlar olmayacak galiba. Neyse…
6 Şubat depreminden sonra şehirler, herhangi bir ordunun bombalamasından daha fazla zarar gördü. Deprem olduğundan beri, evde “üşüdük” ya da “susadık” diyemiyoruz. Düşün düşün, üzül üzül, düzeltemediğimiz aşamadığımız tedbirsizlikleri, bencillikleri ve hataları aklımızda sıraladığımızdan, tarifsiz bir huzursuzluk içindeyiz. Bir de üzerine, onların çektiği acıyı kavrayamadığımızın suçluluğu içindeyiz.
İstanbul’dakilerse ayrıca sağa sola borçlu gibiler. Kapıyı çalacak alacaklı mı, haciz memuru mu ya da hesaplarınıza el koyulduğunu gösterir resmi belge ibraz eden postacı mı? Ne zaman olacağını bilmediğimiz deprem korkusundan, bir türlü huzura kavuşamıyoruz. Televizyonda bir sürü yerbilimci çoğunlukla birbirleriyle çelişen ifadeler veriyorlar. Ortak noktaları “bittik tükendik” minvalinde. Olumsuz konuşmakta haklılar da ama biri diyor ki İstanbul depremi iki parçalı kırılır, ilk deprem 7 şiddetinden az olur, diğeri diyor ki tek parça kırılır 8’e yaklaşır. “Büyüklük” ve “şiddet” kavramları birbirine giriyor. Şiddeti 9’u geçer diyen bile var. Kime inanacağımızı şaşırdık.
Peki neden rahata eremiyoruz? Zira içine girdiğimiz betonarme kutuya güvenemiyoruz. Çünkü betonarmenin kendisi ağır. Asıl taşınması zor olan, kutunun içindeki bizler ve eşya değil, betonarmenin kendisi. Kolon, kiriş ve döşemeler, içinde demir donatı olan kaya gibiler ve başımızın üstündeyken altında rahatça uyuyoruz, yaşıyoruz. Aslında oldukça plastik ve sağlam olması beklenen bu yapım yönteminin aşamalarına bakalım:
Güvende hissetmek için arazinin inşaat başlamadan önce test edildiğinden şüphemiz olabilir. Müteahhit siyasi bir ayak oyunuyla tapusunu yok paraya aldığı tarım arazisini imara açtırmışsa. Sonda açılmış olsun ama alınan numuneler laboratuvarda test edilmemişse ya da birinden alınan sonuçlar diğerlerine kopyala yapıştır şeklinde çoğaltılmışsa ya da eldeki test raporunu ufak tefek değişikliklerle sizin müteahhide yutturmuşlarsa… Mimar doğru dürüst taşıyıcı sistem bilgisine sahip değilse, perde kolon yapmayı düşünmemişse… İnşaat mühendisi, eldeki değerleri betonarme hesabı için kırık yazılımda ürettiyse, değerleri yanlış verdiyse… Çıkan taşıyıcı kesitlerini kontrol etmeyen müteahhit ya da şantiye şefi varsa, tüm işi kalıpçıya bırakıp gittiyse, kullanılan demirde uyanıklık yapıldıysa, nervürlü/nervürsüz karışık kullandıysa, şantiyede aylarca durduğu için demir zaten çok paslıysa, pas payını doğru vermedilerse, demirleri doğru dürüst tel ile bağlamadılarsa, beton döküldüğü zaman kalıp içinde demirler oynadıysa; eskiden elle karılırdı, bazen adam az olur, bazen kürekle karılır, göz kararı koyulan çimento, kireç az gelir, hazır gelmişse beton agregası, kumu, çakılı, dozajı uygun değilse, deniz kumu midye kabuğundan geçilmiyorsa, beton mikserinden numune alınmadıysa, o laboratuvara götürülmek yerine hazır rapor imzalanmışsa, kalıba dökülen beton için titreşim yaratıp boşluklar doldurulmamışsa, kalıp söküldüğünde kolonda kirişte bir sürü boşluk varsa, sonra orası sıva ile doldurulmuşsa… Beton dökülürken hava döküme uygun olmayacak kadar çok sıcak ya da çok soğuksa, beton dökümünden sonra nemlenme sağlanmamışsa, gerekenden daha erken kalıp sökülmüşse, temelde yalıtım yapılmamışsa, inşaata ara verilip aylarca beklendiği için korunmayan beton çürümüşse… Binada boru geçsin diye kirişi kolonu delmişlerse, araba galerisi ya da market yapmak için kolon kesilmişse, kısa kolon problemi varsa ve yumuşak kat hesabı yapılmamışsa, millet kafasına göre taşıyıcı olan olmayan duvarları yıktıysa, binada kanalizasyon kaçağı olduysa ve taşıyıcı elemanlar o asitli akıntıya maruz kalmışsa…
Bu liste uzar gider. O kadar çok bilinmeyenli denklem ki. Zincirin en zayıf halkası tüm zincirin sağlamlığını belirliyor. Kentsel dönüşüm görmüş yıkılıp yapılan iki bina için kat maliklerinin zorlaması ile denetim işi üzerimde kalmıştı. Beton dökülmesini durdurdum birkaç kez ve bana nasıl davranıldığını bir ben bilirim. Betonarme bina inşaatı çok çok zor bir meseledir. Köpek kulübesini dahi betonarmeden dökmeye alışmış bir milletiz. Mimarlık eğitimi (eskiden) zordu ama sıfır eğitimle, önüne gelen inşaatçı, müteahhit oluveriyor; ne bir eğitim, ne bir tecrübe gereği var. Bu kifayetsizler ayrıca o kadar çok betonarme seviyor ki, Türkiye’de 6000 kadar beton mikseri var. Nüfusa göre böyle bir oran başka ülkede yok. Hafriyat kamyonu sayısını tahmin edemiyoruz bile. Ha bu arada, trafikteki hafriyat kamyonu ve beton mikserleri sadece 2018 yılında 253 can aldı.
“İstanbul depremden nasıl kurtulur?” sorusunun cevabını verirken zorlanıyoruz. Dile getiremiyoruz çünkü. Aslında cevap çok basit: “Deprem olmadan kurtulamaz.”
İstanbul’da ne olacağını bilmek, simüle etmek ve hesaplamak olanaksız. Hiç Güngören’de sokak arasında dolaştınız mı? Yüzlerce metre bitişik nizam, sağlıksız, her birinde ortalama 10-15 ailenin yaşadığı tıklım tıklım betonarme bina dolu. Avcılar’da 99 depreminden sonra yenilenmesi gereken kaç binanın hiçbir şey yapılmadan kullanılmaya devam ettiğini biliyor muyuz?
Otomobil alırken garip bir tabir var “Hatası ve değişeni var mı?” Yahu araba bu, nasıl hata yapsın, kullanan sürtmüştür ancak. Neyse, ufak bir çizik olsa, üzerine boya yapılmış olsa, mikron ölçen aletlerle bakıyorlar, anlıyorlar, yorum yapıyorlar. Bense onlarla aynı kafada değilim. Kaporta çizilmişse paslanmasın diye boyarsın, bunun nesi kötü? Tamam, herkes kabul etmiş, bana saçma gelmesi kimseyi ilgilendirmiyor, herkes birbirini gaza getirmiş, kurallar yeniden yazılmış, piyasa böyleymiş, çok önemliymiş. Unutmuyorum, bir otomobilim vardı ve satıyordum, noterin önünde arabanın üzerindeki tozu elini ağzına götürüp temizleyip her parçasına defalarca o aletle baktı alıcı. “Neden arabayı yaladın bu kadar?” diyemedim. Hiç yorum yapmadım, kendince kani oldu ve sonra notere geçtik. Otomobil alırken kılın kırk yarılması garibime gitmişken, yan memura konut alımı için vekalet hazırlatan birine, “Almak için ezbere vekalet veriyorsunuz ama binanın sağlamlığına baktırdınız mı?” diye sordum lafın arasında. Baktırmamışlar. O muhitteki bodrum kat bile değerlenirmişmiş. Nasıl mimarmışım? Mektepliymişim ama ticaretten hiç anlamıyormuşmuşum. Kısaca beni işgüzar ve felaket tellalı olarak suçladılar…