Pandemi Sonrası Toplu Konutların Geleceği için Tarihten İpuçları
Günay Erdem, Doktora Öğrencisi
Oğuz Yılmaz, Prof. Dr.
Barınma ihtiyacı her zaman insanlar için temel ihtiyaçlardan birisi olmuştur. Yerkürenin genelinde küçük müdahaleler ve düşük yoğunluklu olarak başlayan barınma mekanı üretimi süreci, zamanla geliştirilen inşaat teknolojilerinin sunduğu imkanlar ile konut birimlerinin üst üste konumlandırıldığı çok katlı toplu konutlar üretimi haline dönüşmüştür. İnsan nüfusunun hiç durmadan artması ve onların tüm yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanabileceği alan olan yerkürenin yüzeyinin sınırlı olması sebebiyle her ihtiyaç alanında olduğu gibi konut yapılarında da üst üste katlar halinde yükselmek zamanla kaçınılmaz olarak ana eğilim haline gelmiştir. Bu kaçınılmaz eğilim günümüzde dünya genelindeki nüfusu hızla artmakta olan tüm kentlerde gözlemlenmektedir (Eyüce, 1991).
İçinde bulunduğumuz dönemde toplu konut kat sayısında ve yapısal yoğunlaşmada önemli ölçüde artış yaşanmaktadır. Bu artışın insan yaşamı üzerinde nelere sebep olacağı konusunda belirsizlik bulunmaktadır. İlgili uzmanların bir bölümü, ortaya çıkmakta olan bu yapıların insan yaşamı üzerinde olumsuz etkilere sebep olacağı konusunda kaygılarını paylaşmaktadırlar. Öte yandan, sağlıksız yapılaşmanın tarih boyunca pek çok soruna sebep olduğu da bilinmektedir.
Yukarıdaki temel bilgilerin ve durum tespitinin ışığında bu makalenin hazırlanmasındaki amaç, çok katlı toplu konutlar ile ilgili tarihte yaşanmış olan sürecin detaylıca incelenmesi ve bu incelemeden ulaşılacak bilgilerin sentezlenmesi ile gelecekte üretilecek çok katlı toplu konutlara yön verebilecek bulgular ortaya çıkarmaktır.
Yöntem
ABD’deki NCARB’ın mimarlık lisanslama hedeflerinin temellerini oluşturan, aynı zamanda da yapı üretiminin evrensel temel hedefleri haline gelmiş olan, yapıların insan sağlığı, güvenliği ve refahı konularında olumlu katkı sağlaması gerekliliği makalenin amacına ulaşmada da değerlendirme kriterleri haline gelmiştir (NCARB, 2021). Bu bağlamda çok katlı toplu konutların dünya genelinde ortaya çıkışı ve yaygınlaşması süreci; insan sağlığı, güvenliği ve refahı kapsamında önce incelenmiş, ardından ulaşılan veriler analiz edilmiş, devamında da ulaşılan bilgiler sentezlenmiş ve sentezin çıktısı olarak bulgular ortaya çıkarılmıştır. Sonuç bölümünde de bulgular tartışılmış ve bundan sonra yapılması gereken çalışmalar ile ilgili genel çerçeve oluşturulmuştur.
Antik Dönem
Bundan 9.000 – 10.000 yıl kadar önce insanlar, nehir kenarlarında çamur tuğlayı icat ettikten sonra barınmak için önceleri sazlıktan yaptıkları kulübeler (hut) yerine daha güvenli ve kalıcı evler yapmaya başlamışlardır. Bu evler ve zamanla ortaya çıkan ortak ihtiyaçları karşılamak için yapılan yapılar ile tarihteki ilk kentsel yerleşimler oluşmaya başlamıştır (Balter, 1998).
MÖ 3.000’li yıllara gelindiğinde nehir kenarlarında kurulmuş olan antik Mısır, Mezopotamya ve İndus medeniyetlerinin kentsel yerleşimlerinde birden fazla ailenin az katlı (1-3 katlı) yapıların farklı katlarında yaşadıkları ilk yapı örnekleri de üretilmeye başlanmıştır (Trigger, Kemp, O’Connor, & Lloyd, 1983) (Pollock, 1999) (Naveed, 2014).
Roma İmparatorluğu Dönemi
Çok katlı toplu konut yapımı konusundaki önemli gelişmelerden bir bölümü de antik Roma döneminde ortaya çıkmıştır. Roma devleti MÖ 753 yılında kurulduğunda küçük bir tarım şehri olan Roma, 750 yıl sonra Augustus’un yönetimi döneminde (MÖ 27- MS 14) 1 milyon nüfusa ulaşarak bulunduğu dönem içerisinde dünyanın en kalabalık şehri haline gelmiştir. Bu kalabalık şehirde Aristokratlar “domus” diye adlandırılan villalarda yaşarlarken, aristokratlara hizmet veren kesim ise kentin çeperlerinde gecekondularda barınmak zorunda kalmışlardır. Böyle bir ortamda dünya tarihinin ilk büyük ölçekli kentsel dönüşümü yaşanmıştır. Dönemin Romalı mimarları, aristokrat sınıfın şehrin kenarlarında sahip oldukları araziler üzerinde neredeyse bütün araziyi dolduracak şekilde, yol ve arka avlu cephelerine sahip, düşük ve orta gelirlilere kiralanmak üzere çok katlı toplu konut yapıları inşa etmişlerdir (Şekil 1). İnsulae olarak adlandırılan bu yapılar kira geliri elde etmek üzere yapıldıkları için de olabildiğince fazla ailenin (yaklaşık 200 kişi) barınması hedeflenmiştir. Dönemin inşaat tekniklerinin verdiği imkânlar ile genellikle 3-4 katlı olarak yapılmış olan insulae’lar kira gelirini arttırabilmek için zamanla dönemin inşaat teknikleri zorlanarak 10 katlı yapılmaya başlanmaları ile yangınlar ve çökmeler de sık görülmeye başlanmıştır. Bunun üzerine imparatorlar insulae’ların yüksekliklerinin 20-25m ile sınırlandırmışlardır (Carcopino, 1936) (Price, 1991) (Aldrete, 2004).
İnsulae’ların zemin katlarında genellikle kentin ortak ticari fonksiyonları yer alırken üst katlarında ise yola ve iç avluya bakan ortak merdivenler ile ulaşılan konut birimleri yer almıştır. İnsulae’ların ilk dönemlerinde duvarlar ateşte pişirilmiş tuğladan, döşemeler ile merdivenler ise ahşaptan yapılmıştır. Son dönemlerde ise yapının tamamının beton tuğlalardan inşa edildiği örnekler yapılmaya başlanmıştır (Carcopino, 1936) (Wallace-Hadrill, 2015).
İnsulae’lardaki konut birimlerinin fiyatı üst katlara çıkıldıkça pompalar ile temiz su ulaştırılamadığı, merdivenler ile zor erişildiği ve pis su tesisatları olmadığı için hiyerarşik olarak düşüş göstermiştir. Konut birimlerinin dış duvarlarında iç mekana ışık ve hava almak için camın olmadığı pencere açıklıklarına yer verilmiştir. Bu pencere açıklıkları pis su tesisatı olmadığı için zamanla üst katlardaki tuvalet atıkları dahil evlerin atıkların sokağa veya iç avluya atıldığı yerler olarak kullanılmıştır (Carcopino, 1936) (Price, 1991) (Aldrete, 2004).
İnsulae’lar gecekondulara göre son derece konforlu yaşam mekanları sundukları için zamanla başta Roma şehri olmak üzere imparatorluğun tüm şehirlerinde aristokratlar hariç halkın genelinin yaşadığı ve kentlerin genel dokusunu oluşturan yapılar haline gelmişlerdir (Carcopino, 1936) (Wallace-Hadrill, 2015).
Milli Monarşiler Dönemi (MS 5. – 17. Yüzyıllar Arası)
Roma İmparatorluğu önce bölündükten ve ardından dağıldıktan sonra Avrupa’nın genelinde yeni yönetim otoriteleri kurulana kadar kentleşme açısından durgun bir dönem yaşanmıştır. 11. ile 13. yüzyıllar arasında Fransa, İngiltere ve İspanya krallıkları şekillenmesi ile Avrupa kıtasının genelinde önemli ölçüde nüfus artışı yaşanmıştır. Bunun sonucunda büyük kentler tarım alanlarına doğru genişlemiştir. Avrupa kıtasında nüfusu artan kentlerdeki kitlelere (İngiltere hariç) antik Roma’nın insulae’ları, bir miktar geliştirilerek, fakat temel sorunları (pis su tesisatının olmaması, zayıf düşey dolaşım, tek mekanlı olmaları vb.) çözülemeyerek alt sınıflara kiralanmak üzere inşa edilmeye devam edilmiştir. Bu dönemde Paris, bu çok katlı toplu konutların (apartmanlar) zorunlu ekonomik gerekçeler ile en yaygın tercih edildiği Avrupa kenti konumuna gelmiştir (Resim 2) (Friendly Neighborhood Mappers).
Sanayi Devrimi Dönemi (1760 – 1840)
Sanayi Devrimi, maddi imkanlar açısından, aristokratlara ilave olarak, çeşitli fabrikalar kurarak önemli ölçüde sermaye birikimine ulaşmış sanayici kesimi de ortaya çıkarmıştır. Bu sanayicilerin bir bölümü, verimi artırmak hedefiyle kentlerin dışında kurdukları fabrika yerleşkelerinin etrafında günümüzdeki uydu kentleri anımsatacak biçimde çalıştırdıkları işçiler için oldukça büyük toplu konut yerleşkeleri kurmuşlardır.
İngiltere adasındaki ilk çok katlı toplu konutlar da böyle bir ortamda New Lenark kasabasında Robert Owen’ın (1771-1858) hayalleri ile 1785’te ortaya çıkmıştır. Owen, çalışanların hayat kalitesini artırmanın üretim kalitesini de arttıracağına olan inancı ile fabrikasında çalışan işçilere kendi dönemindeki sanayicilerin çok ilerisinde sosyal haklar ve bu sosyal hakların gerektirdiği fiziksel mekanları (bebek bakım merkezi, kreş, okul, yetişkinler için akşam okulu ve ücretsiz sağlık hizmetleri) oluşturmuştur (Resim 3) (Burnett, 1980).
Endüstrileşme Birleşik Krallık’ın tamamında böylesine insancıl sonuçlar ortaya çıkarmamıştır. Tam aksine kentlerdeki plansız yoğunlaşma, sağlıksız yaşam koşullarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İşçi nüfusun büyük çoğunluğu ışık dahi alamayan tuvalet, mutfak gibi temel ihtiyaçlardan yoksun, 1-3 katlı gecekondu (slum) olarak adlandırılan az katlı toplu barınma mekanlarında yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmıştır. Gelir peşinde olan küçük ölçekli yapımcılar tarafından üretilen bu kat evleri de bitişik nizam (terraced houses) bir biçimde, yeşil alandan yoksun uzun sokaklar üzerinde yer almıştır. İnsani temel ihtiyaçlarının dahi gözetilmeden, minimum alanda, minimum maliyet ile azami miktarda işçinin barınmasının hedeflendiği bu barınma birimi üretimi sürecinde de doğal olarak sağlıksız ortamlar üretilmiştir. Bu sağlıksız ortamlar da, salgın hastalıkların çoğaldığı ve tüm şehre yayıldığı kaynaklara dönüşmüştür (University of the West of England, 2019).
Bu çöküntü alanları tüm toplumun sağlığını olumsuz etkilemeye başlamasıyla da zorunlu olarak merkezi yönetimin gündemine gelmiştir. Bunun üzerine çözüm olarak da 1890 yılında “İşçi Sınıfı için Konut Yasası (Housing for the Working Classes Act)” hazırlanmıştır. Böyle bir ortamda E. Howard da dünyadaki tüm şehirlerin gelişimine yön veren ve günümüzde de halen ilham kaynağı olan “Bahçe Şehirler” (Garden Cities) teorisini geliştirmiştir. Yukarıda bahsi geçen yasanın öncülüğündeki bir dizi yasal düzenlemeler ve genel kabul gören bahçe şehirler teorisi ile Birleşik
Krallık’ta işçi sınıfının barınma koşullarının iyileştirilmesi hedeflenmiştir. Bu hedefe ulaşmak için, şehir konseyleri (city councils) devlet kaynaklarını kullanarak özel sektör ile birlikte işçiler için evler (council houses) üretmeye başlamıştır. Bu süreçte üretilen evler, genellikle az katlı (1-2 kat) olarak ya ‘ikiz evler’ (semi detached) ya da ‘sıra evler’ (terraced housing) olarak gerçekleşmiştir.
Bu sürecin sonunda toplu olarak üretilen konutlar gözden geçirildiğinde, Birleşik Krallık’taki ev kültürünün Avrupa’daki ülkelerden farklı olarak, bireysel bahçeli evler üretme eğilimi gösterdiği görülmüştür. Bundan dolayı, Avrupa kıtasında hızla yayılan çok katlı apartmanlaşma kültürü bu topraklara ancak arazilerin ciddi bir biçimde yapılar ile dolmaya başladığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında görülmeye başlamıştır.
Fransa’da ise Fransız Devrimi’nde kazanılanların yetersiz olduğuna inanan Charles Fourier (1772-1837), genel anlamda endüstrileşmeye, serbest piyasa ekonomisine ve kapitalizmin getirdiği adil olmadığına inandığı toplumsal düzene karşı çıkarak ideal toplum düzeni ile ilgili öneriler üretmiştir. Bu çalışmalarının sonucunda 1808’de farklı sosyal ve ekonomik geçmişe sahip 300 ailenin yasayabileceği ideal topluluk birimi Phalanstere projesini geliştirmiştir (Şekil 4). Zemin + 2 kattan oluşan bir tür saray yorumu olan önerisinde, insanların tüm gereksinimlerine cevap veren, sosyal ilişkilerin ahenk içinde kurulacağı ortamı oluşturmayı amaçlamıştır (Eyüce, 1991) (Angel, 2014).
Fourier’in hayata geçiremediği düşüncelerini 1859 – 1884 yılları arasında Jean-Baptiste Andre Godin (1817 – 1888), Guise’de kurmuş olduğu döküm çelik soba fabrikası yerleşkesinde gerçekleştirmiştir. Godin, yerleşkeyi 2.000 isçisi için toplu konut (zemin + 3 kattan oluşan), pazar, tiyatro, okul, çamaşırhane, tuvalet ve duş binalarından oluşacak biçimde inşa ederek gerçekleştirmiştir (Resim 5).
Sanayileşme ABD’de kentleşmeyi hızlandırmıştır. 1800’de 60.000 kişi olan New York’un nüfusu 1880 yılına gelindiğinde 1.200.000’i aşmıştır. Bu yüksek nüfus artışı gerçekleşirken 19. yüzyılın ortalarında, önceden gelmiş olan ve yerleşik düzene geçmeyi başarmış Manhattan’ın aşağı doğu tarafında (lower east side) yaşayanların bir bölümü kuzeydeki bölümlere taşınarak, kendi evlerini birden fazla ailenin yaşayabileceği şekilde dönüştürerek kiraya vermeye başlamışlardır. Bu dönüşüm zamanla, mevcut yapıları yıkarak ve yerlerine Avrupa kıtasında özellikle Paris’teki apartmanlar örnek alınarak yeni çok katlı toplu konutlar (tenement) inşa ederek de gerçekleşmiştir (Resim 6) (Editors, 2010) (The Editors of Encyclopaedia Britannica). Bu dönemdeki “tenement”lar çoğunlukla arazinin tamamını dolduracak şekilde 25 ft (8,5 m) x 100 ft (33 m) plan ölçülerinde ve genellikle 5 ile 7 kat arasında yapılmışlardır. Bu yapılar bitişik nizamda yapıldıkları için de yalnızca yola ve arka bahçeye bakan odaların içine ışık ve hava alınabilmiştir. Gelir elde etmek önceliği ile yapılmış olan bu sağlıksız yapılarda 1849 yılında 5.000 kişinin ölmesiyle sonuçlanan kolera salgını ortaya çıkmıştır. Böyle bir ortamda hükümet tenementlardaki sağlık sorunları azaltmak için 1867 yılında konut yasası (The Tenement House Act) çıkarmak zorunda kalmıştır. Bu yasa ile ilk defa tenementların yasal olarak yapım koşulları tanımlanmıştır. Yasa ile getirilen kurallardan bir tanesi de en az 20 kişiye bir adet tuvaletin yapılması zorunluluğudur. 1900 yılına gelindiğinde 80.000’den fazla tenement inşa edilmiş ve bu tenementlar şehrin toplam nüfusu olan 3.4 milyon insanın 2.3 milyonuna ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Nüfusun geri kalanı gecekondularda yaşamını sürdürmeye devam etmiştir (Nigro, 2018).
Bu ilk yasanın uygulanamaması ve yetersiz kalması sonucunda şehir yetkilileri 1901 yılında çok daha kapsamlı bir yasa çıkarmıştır. Bu yasa ile 25 ft genişliğindeki arsalara tenement yapılması yasaklanmıştır. Sıhhi koşullar iyileştirilmiştir. Yangın merdivenleri yapılması zorunluluğu getirilmiştir. Her bir barınma biriminin ışık alabilmesi zorunlu hale getirmiştir. Bu yasa kapsamında mevcut tenementların da güncellenmesi zorunlu hale getirilmiştir. Sonraki 15 yıl içinde 200.000’den fazla sayıda yasaya uygun tenement inşa edilmiştir (Editors, 2010).
1920’lerden sonraki dönemlerde Birleşik Devletler’de düşük gelirlilere konut sağlamak ve gecekonduları rehabilite etmek için federal hükümetler ile eyalet ve şehir yönetimleri pek çok yasal düzenleme hazırlamışlardır. Her bir yasal düzenleme ile özellikle düşük gelirliler için çok katlı toplu konut kültürü ülkenin büyük şehirlerinde daha da fazla yaygınlaşmıştır.
Bulgular
Yaşanmış olan tüm süreç gözden geçirildiğinde aşağıdaki bulguların ortaya çıktığı görülmüştür. Eğer insan nüfusu artmaya devam ederse, sınırlı miktardaki yeryüzü alanına bağımlılığımız da sürer ise, çok katlı toplu konutlardaki kat sayılarının ve kentlerdeki yapısal yoğunlaşmanın artması kaçınılmaz olarak devam edecektir. İnsan sağlığı, güvenliği ve refahı düşünülmeden, yalnızca gelir artışı hedefiyle daha fazla kat sayısına sahip yapılar ile gerçekleşmiş olan yapısal yoğunlaşma artışları tarihte bazı salgınların ortaya çıkmasına ve yayılmasına sebep olmuştur. İnsan sağlığı, güvenliği ve refahı göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmiş olan kat sayısı ve yapısal yoğunluk artışları bazı olumsuzluklara sahip olmalarına rağmen, salgınların ortaya çıkması önlemiştir. Tarihin tüm dönemlerinde, bazı istisnai çabalar (Owen, Fourier ve Godin örnekleri) hariç, halkın genelini ilgilendiren sağlıksız yapılaşma ilgili kamu otoriteleri düzenleyici rol almadan kendiliğinden olumlu yönde geliştirilmemiştir. Yapılmış olan yasal düzenlemelerin tamamı da insanların temel ihtiyaçları ve doğa ile koparılmış olan ilişkilerinin tekrar kısmen geri verilmesi ile ilgili olmuşlardır.
Sonuçlar
İçinde bulunduğumuz dönemdeki teknolojik gelişmeler dünya genelinde çok daha fazla katlı toplu konutların üretilebilir olmasını sağlamıştır. Türkiye ve dünyanın bazı bölgelerinde bu teknolojik imkanlar kullanılırken insan sağlığı, güvenliği ve refahı yeteri kadar göz önünde bulundurulmadan mevcut yapı tipolojilerinin sadece büyümesi ve yoğunlaştırılması ile çok katlı toplu konutların üretilmekte olduğu gözlemlenmektedir (Resim 7). Halbuki bazı gelişmiş ülkelerde kaçınılmaz olan yapısal yoğunlaşma sürecinin insan sağlığı, güvenliği ve refahının daha fazla göz önünde bulundurularak çok katlı toplu konutlar üretilmekte olduğu görülmektedir (Resim 8). Elimizdeki veriler, mevcuttaki çok katlı toplu konutların Covid 19 virüsünün ortaya çıkmasına sebep olmadıkları, fakat salgının yayılmasına önemli ölçüde katkı sağladıkları ve salgın sürecinde yetersiz kaldıklarını ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda ardışık olarak akademik, mevzuat ve uygulama alanlarında aşağıdaki çalışmaların yapılması gerekliliği ortaya çıkmış durumdadır. Öncelikle bu kapsamda oluşturulmuş olan bilgi birikiminin ilgili tasarım alanları eğitimlerinde yaygın olarak kullanılmalarının sağlanması gerekmektedir.
Akademik çalışmaların oluşturacağı teorik zemine uygun olarak mevzuat alanında da öncelikle tanım eksiklikleri giderilmelidir. Ardından asgari koşullar belirlenmeli ve daha nitelikli örneklerin uygulanmasına imkan tanıyacak düzenlemeler yapılmalıdır.
Konunun halk sağlığı üzerindeki somut önemi sebebiyle politika alanında da öncelikle yeni asgari standartların getireceği olası maliyet artışlarının ortaya çıkardığı zorlukların giderilmesi ile ilgili destekleyici politikalar geliştirilmelidir. Bu kapsamda, çok katlı toplu konut üretim sürecindeki; tasarım, uygulama ve kullanım süreçlerinde rol alan aktörlerin yararlanabilecekleri kredi, hibe ve muafiyet imkanları oluşturulmalıdır. Ardından da yeni düzenlemelerin insanların sağlığı, güvenliği ve refahı üzerindeki olumlu katkılarının halkın geneline anlatımı ve tanıtım ile ilgili çalışmaları yapılmalıdır.