Telefonumdaki Güncellemeler, Schrödinger’in Kedisi ve Mimarın “Yeni” Hevesi

Ömer Selçuk Baz, Mimar

Karaköy’den çıktım, Fatih’e doğru yürüyorum. Yol üzerinde bildiğim bilmediğim her şeye şöyle tekrar alıcı gözüyle bakıyorum. Vakit buldukça planlarını karalamaya çalışıyorum. Kılıç Ali Paşa Camii, Mısır Çarşısı, Ayasofya, Sultanahmet Camii, Süleymaniye Camii, Valens Kemeri ve Fatih Camii… Uzun, yorucu ama çok keyifli bir yürüyüşün ardından, Kadınlar Pazarı’nın kıyısında, yola katılmış Valens Kemeri’nin bir gözünün içinde otururken gördüklerimi ve hissettiklerimi düşünüyorum. 

Toplam 1.200 yıla yayılmış bu mimarlıkları kat ederken hepsini birleştiren pek çok şey olduğunu yeniden görüyorum. Tekrarlar, açıklıklar, pencereler, avlu duvarları, revaklar, taş döşemeler, boşlar-dolular, sıra sıra sütunlar, kapılar ve tekrarlar. Her şey o kadar birbirini takip ediyor, o kadar bilindik ki ve her şey aslında bir yerden bakınca o kadar aynı ki… Büyük bir geometrik oyun ve onun içinde kendini kuran mekanlar. Öte yandan her birinin kendi incelikleri ve dikkatli bakınca fark edilen kusurları var. 

Bugün gördüklerimin dışında, coğrafyalar arası bir bağ kurmak için de alim olmaya gerek yok. Pantheon, Ayasofya ve Sultanahmet Camii’ne yan yana bakmayı becerirseniz, mimarlığın küresel bilgisinin coğrafyalar, hatta kültürler ve dinler üstü nasıl geçişken olduğunu tekrar görebilirsiniz. Bu köklü ve derin insan üretimi eylem, yani “mekan kurma” hem çok içgüdüsel hem de üst üste binen birçok bilginin sonucu olarak karşınızda duruyor. Benim bu kısa gezimi heyecan verici yapan, bu bilginin ufak bir bölümünün, insanlık tarihi içinde yavaşça nasıl dönüştüğünü tekrar izlemek. Kısa bir ayılma anı da diyebilirsiniz.

Bu heyecanlı mekanlar arasında zihnimde de olsa tekrar salınırken kendimi telefonumda gezinirken buluyorum. Haberler, Twitter, sosyal medya derken bir süreliğine koptuğum gündemleri güncelliyorum. Bir yandan telefonum güncelleme uyarısı veriyor. Uyarı sürekli orada, rahatsız oluyorum. Bir şey eksikmiş gibi, bir şeyler oluyor ve ben kaçırıyormuşum gibi. Bu gazete ekinin kendisi gibi, güncel olmanın ne kadar önemli olduğunu tekrar düşünüyorum. Aslında güncel olmak bir yandan su tanklarını eşitlemek, benzer bir dünyaya bakmak, yakın, yan yana düşünmek de demek. Güncellenmek bizi birbirimize bağlıyor ama eşitliyor ve aynılaştırıyor da. Aynı komik videolar ve jargonlar… En farklı olmak isteyen bile bunun için kendini güncellediğinde başka bir şeye, kendini özgün zannedene benzeyiveriyor.

Kemerin altında, güncellemeyi gece yaparım diye düşünürken çayıma şekeri bırakıyorum, yavaşça süzülüp bardağın dibine ulaşıyor. Şeker süzülürken nedense, bardağın çay değil de bal dolu olduğu hayaliyle boğuşuyorum. Şeker, balın içinde asılı kalıyor; hatta oraya kadar bile inmemeliydi diyor güncel fizik bilgim. Yüksek kohezyon kuvveti içinde hareket eden nesnelere karşı bir ilgim var kabul! Ama mimarlık bilgisini, geleneğini, yapıların uzun zamanlarda yavaş yavaş değişmesi konusunu bu kohezyon kuvvetine bağlamak da neyin nesi, diyebilirsiniz. Haklısınız, ancak on binlerce yıllık bir üretimden bahsediyoruz, bugün 10 kilometrelik yürüyüş rotamda gördüğüm bu anıt yapıların geçmişten geleceğe kurduğu ilişkiler ağı, tekrar ve ayrılıkları, bu ağır değişim sürecinin büyüleyici etkisine işaret etmiyor mu? Çok çok ağır yüklenen bir güncelleme bu. Galapagos Adası’nda gözlemlenen evrim gibi ufak farklar ve çokça tekrar…  

Bugün gördüğüm mimarlıkların bir “yeni” üretme, inşa etme düşüncesi ile yapılmadıkları çok açık diye düşünüyorum, ballı çayımı yudumlarken. Bilakis, yeniden ziyade tekraren kullanma, yanındakine bakma ve ondan öğrenme, üst üste biriken bir kültürel iklim mimarlık mirası. Peki bu tasarımcının “yeni” hevesi nereden peydah oldu, her şeyin bu kadar ağır ve zamana salınmış bir değişim yavaşlığı varken? Mimarlık 2. sınıf proje dersinin ilk eskiz günlerini anımsıyorum, şöyle başlıyordu eskiz seansları: “Yeni bir şey yapmalıyız…” Ne beyhude bir çabadır bu değil mi? Sadece öğrencinin değil, mimarın bu “yeni” aşkı tuhaftır doğrusu. Etrafına dikkatli bakıp duyumsadığı en iyi şeylerin, yenilik yapmak üzere yapılmamış olmasına rağmen bu arzu! Yeniye olan bu saplantılı istek onu bir çeşit arzu nesnesine dönüştürür. Yeni bir şey yapmalıyız fikri, yakalayamayacağın, hep elinden kayıp gidecek bir seraptır olsa olsa. Kendini tekrar ediyor olmak, yenilenmiyor olmak tasarım ortamında eleştirilir. İyi bir şey yapıyorsanız, hatta belirli ölçülerde iyi bir şey yapıyorsanız, bunu tekrar tekrar aynı şekilde iyi yapmaya devam etmenin neresi kötü olabilir ki? 

Valens Kemeri’ne şöyle uzaktan bakıyorum, yanında Şehzade Camii. Çok iyi bulduğumuz birçok şeyin aslında belirli açılardan ne kadar da sıradan ve bilindik olduğunu düşünüyorum. Yalınlar, azlar… Burada 1.700 senedir duruyor olmalarının bir sebebi olmalı diyorum kendi kendime. Tasarımcının amacının her defasında yeni bir şey keşfetmek olduğu zamane mimarlığının pırıltılı ve güncellenmiş imgesini düşünüyorum.

Biraz yorgunca eve vardığımda “güncelle” diyorum artık. Telefonum güncellenirken, ne kadar inkar etsek de hep yeniye olan bu sevdamızı, hep geleceğe doğru, daha iyiye gittiğimize dair kabullerimizi sorguluyorum. Gelecek hep daha iyi bir yer olmak zorunda çünkü; bizi güncelliyor, güncellenirken de bilgiyi biriktiriyor ve daha ileriye taşınıyorduk değil mi?  

Her güncellemenin telefonuma iyi gelmediği düşüncesi ve yorgunluğumla uyumaya çalışırken Schödinger’in kuantum düşünce deneyini hayal ediyorum nedense. Kutu açılırsa kedi zehirlenir ve ölür; kutu açılmazsa da onun yaşayıp yaşamadığını asla bilemezsin, dolayısıyla kedi hem hayattadır hem de ölü. Ah, gördüğünde yok olacak, görmediğinde de akıbetini bilemeyeceğin bu tatlı kedi… Yeni dediğin şey de biraz öyle, çok narin, onun adını andığın an masayı terk etmişti bile. Adını anmazsan da zaten orada yoktur. Yeni bir şey yapma düşüncesi ile işe başlayanların ilk vazgeçtiği olasılıktır aslında “yeni”.  

Mekanı çoğu zaman iyi yapan nedir? Sıradan, hatta banal olan, görmeye alıştığımız, bildiğimiz şeyler, tekrarlar, iyi ve incelikli bir aradalıklar… Uyku ile uyanıklık arasında bir yerde, bu defa bal dolu bir kavanoz hayal ediyorum; içinde asılı duran çelik bilyeler, çok zor hareket ediyorlar. Mimarlık gibi bu bilyeler, her şey hızla güncellenip değişiyor ama mekan orada bir yerde asılı duruyor. Ve neyse ki “gökkubbenin altında söylenmemiş hiçbir söz yok…” Bunun rahatlığı ve gezintimin hayalleriyle uykuya dalıyorum.