Salgın Hastalıklar, Kent ve Modernizm
Dr. Öğr. Üyesi Pınar Erkan
Antik dönemlerden 19. yüzyıl ortalarına gelene kadar sıtma, veba, kolera gibi hastalıkların salgın haline dönüşmesine havadaki miasmanın neden olduğu düşünülüyordu. Miasma teorisi, bilim insanlarının çok sayıda önemli hastalığın sebeplerini açıklamak için kullandıkları bir teori idi (1). Miasma teorisine göre sokaklara bırakılmış çöplerden, çürüyüp küflenen bitki ve karkaslardan çıkan zehirli gazlar havaya yayılıyor ve insanlar bu görünmez gazları soluyarak hastalanıyorlardı. 19. yüzyılda sanayileşmeyle birlikte hızla büyüyen ve kalabalıklaşan kentlerde planlama ve mimari uygulamalar içinde mevcut altyapı hizmetleri gereksinimleri karşılamadığı gibi sağlıklı yaşam alanları, hijyen, temizlik gibi konularda henüz örgütlü bir bilinç yoktu. Özellikle alt ekonomik sınıfların yaşadığı mahallelerde salgın hastalıkların yoğunlaşması da miasma teorisinin makul görülmesine katkıda bulunuyordu. Mikroorganizmaların bulunmasının ardından bu teorinin yerini mikrop teorisi almıştır (2).
19. yüzyılın ortalarında İngiltere’de binlerce kişinin ölümüne yol açan ve önüne geçilemeyen kolera salgının kaynağını bulmak için şehir haritasındaki su tedarik sistemlerini inceleyen doktor John Snow, hastalıktan kırılan mahalleler içinde özellikle bir su pompasının dağıtım yaptığı bölgenin, diğerlerine göre hastalıktan daha çok etkilendiğini belirledi. Pompanın kapatılmasıyla hastalığın yayılmasının sona ermesi, kentsel altyapı hizmetleri ile sağlık arasındaki ilişkinin öneminin anlaşılmasını sağlamıştır. Şehir planlamasına tek boyutlu yaklaşılamayacağı açıktı. Farklı uzmanlık alanlarının iş birliği ile, kentsel planlamaya sağlık ve hijyen konularını dahil edecek yeni yaklaşımlar gerekiyordu (3).
19. yüzyıl düşünürleri, bu meseleye kafa yormuştur. Robert Owen (1771-1858), makul bir nüfus yoğunluğuna sahip bahçelerden oluşan yerleşim alanları tasarlanmasını savundu. Böylece insanlar doğa içinde yaşayacak, bol temiz hava, ışıkla dolu sağlıklı ortamlara kavuşacaklardı. Sanayi işletmeleri konutlardan açık alanlarla, “yollarla çevrili bahçelerle ”ayrılacaktı. Böylece birbirinden farklı özellikler taşıyan kentsel işleyişler birbirinden koparılacak, izole edilecekti. 1822’de Charles Fourier, açık alanların özellikle hijyen nedenlerinden ötürü önemli olduğu bir yerleşim tasarımı önerdi. Büyük şehirlerde sıkışık alanlarda konumlanmış sıkışık, karanlık ve havasız konutlarda yaratılması zor sağlıklı yaşam koşullarının, hava akışının korunmasına olanak verecek şekilde uygun yerlerde boşluklarla tasarlanmış bir yapıda kolaylıkla elde edilebileceğini düşünüyordu. Bu türden kentsel projeler, kentsel alanlardaki hijyen ihtiyacını öne çıkarıyordu (4).
Sağlık için gerekli olan sıhhi uygulamalar, antik Roma dönemlerinden beri yapılıyordu. Su ve kanalizasyon altyapı sistemleri, çöp toplama, sokak temizliği gibi kentsel yaşam alanlarının bakım hizmetleri, Roma döneminden başlayarak uygulanagelmiştir. Tıbbi yenilikler ise 19. yüzyılın sonlarına kadar ulaşmadı. Sadece sıhhi yenilikler, kanalizyon şebekelerinin kurulması, temiz suyun kentin uzak köşelerine kadar ulaştırılması, yönetimler tarafından kentte yaşayan alt sınıflara da verilebilecek hizmetlere dönüşebilmesine karşın, ölümleri tamamen ortadan kaldırmaya yeterli olamazdı (5). Günümüzde de mekansal, finansal ve tıbbi malzeme imkanları sağlanabildiği durumlarda dahi ilacı bulunmayan hastalıklar tedavi edilemiyor, aşısı bulunmayan hastalıklardan korunmak, mümkün olmayabiliyor.
Salgın Hastalıkların Kentlere Etkileri
Salgın hastalıklar, bu koşullar altında kaçınılmaz biçimde kentsel planlamanın Avrupa ve ABD’de ortaya çıkışını ve mimarlıkta modernizmi biçimlendiren temel etkenlerden biri olmuştur. 19. yüzyılın başlarında, Londra, Paris, New York ve Chicago gibi kentler kalabalık nüfusluydu. Sanayileşmeyle başlayarak giderek artan nüfus ve şehirleşmeyle birlikte, özellikle alt ekonomik sınıfların yaşadığı bölgelerde sağlıksız çevre koşulları arttı; salgın hastalıkların önlenemeyen yayılışı kritik seviyelere ulaştı. Londra’da çiçek hastalığı, kolera, tifo ve tüberküloz, eşi görülmemiş oranlara ulaştı. Örneğin, on kişiden birinin çiçek hastalığından öldüğü tahmin ediliyordu. 1848 yılında parlamentonun aldığı tüm evsel atıkların Thames Nehri’ne yönlendirilmesi kararı, 10 yıl sonra bir kent felaketi yaratmıştır. 1858 ve 1859 yazlarında Thames Nehri o kadar kötü kokuyordu ki, bu durum tarihi bir olaya dönüştü. Londra, Thames Nehri’nin kokusundan yaşanmaz hale gelmişti. New York’ta, 1865 yılının sonlarında, pislik ve çöpler sokaklarda tepeler oluşturacak kadar birikiyordu. Plansız ve hızlı kentleşme ile bunun sonucunda ortaya çıkan atık yoğunluğu başlı başına bir hastalık nedeni olarak görülüyordu (6). Şehirler bulaşıcı hastalık salgınlarıyla boğuşuyordu. Kolera, tüberküloz ve tifo dalgaları bu şehirlerden geçti ve nüfusun önemli bir bölümünü yok etti. Hastalıkların nasıl meydana geldiği henüz tam olarak anlaşılamadığı için “miasma teorisi” gibi hastalık yapan zehirli hava açıklamaları kabul gördü. Ancak, kalabalık, kirlilik, güneş ışığı eksikliği ve yetersiz hava akışı hastalığın seyrinin kötüleşmesine neden oluyordu (7).
Sık yaşanan kolera salgınları nedeniyle milyonlarca kişinin ölmeye devam etmesi, kanalizasyon sistemi ve sokak düzenlemeleriyle ilgili yeni yasaların çıkması hızlandırdı. 1866 yılına gelindiğinde Londra’nın büyük kısmı, devrinde öne çıkan bir mühendis olan Joseph Bazalgette tarafından kurulan bir kanalizasyon şebekesine bağlanmıştı (Resim 1). Salgın hastalıklar sadece alt ekonomik sınıfı değil, varlıklı kesimi de vuruyordu. Reform niteliğinde kentsel yenilikler, Londra’da hızla uygulanmaya başladı. Kanalizasyon borularıyla atık sular, yeni arıtma sistemine yönlendirildi. 1860’larda başlayıp 1970’lere kadar devam eden bir çalışmadır bu. Belirli oranda arazi parçaları boşaltılarak nehir kıyısında setler inşa edildi. Metro ulaşımı için kıyıların temizlenip düzenlenmesiyle alan kazanılıyor ve yeni tren yolu buradan geçiriliyordu. Kentsel biçimlenmeyi doğrudan etkileyen bu uygulamalar, Londra için çok önemlidir. Nitekim şehrin şekillenmesinde başka etkileri de vardır. Yerleşim alanı olarak şehir içinden bataklık ve sivrisineklerden uzak bölgelerin belirlenmesi, enfeksiyonla mücadele, zararlı etkileri nedeniyle sanayinin şehrin neresinde olacağının kararlaştırılması bu dönemde gerçekleşmiştir. Tüm bunlar, konut yoğunluğunu etkileyen sonuçlar vermiş; yaşam kalitesi, yeni inşa edilen binaların nitelikleri konusunda da bir dizi yasanın çıkarılmasına neden olmuştur. Salgın hastalıklar, Londra’da kentsel anlamda büyük boyutlu bir değişim ve dönüşümle sonuçlanmış ve örnek teşkil etmiştir (8) .
Başlarda miasma teorisini benimseyenler arasında, peyzaj mimarlığının kurucularından, Boston’daki Emerald Necklace ve diğer birçok yeşil kamusal alan ile New York Central ve Prospect parklarının tasarımcısı Frederick Law Olmsted de vardı. Olmsted, Central Park’ı önerirken, bunu insanların korkusuzca rahat nefes alabileceği bir yer, “şehrin akciğerleri” olarak tanımladı. Olmsted’in park vizyonu, keyif kadar önleyici ortamlar oluşturma fikrine de dayanıyordu. Açık yeşil alanın, yoğun ve sorunlu kentsel yapılanma içerisinde yaşayan şehir sakinleri için sağaltıcı olacağı kanaatindeydi. Hastalıkların mikroorganizmalar aracılığıyla bulaştığı anlaşıldıktan sonra da Olmsted’in park ve yeşil tasarımlarını dayandırdığı görüşleri, değerini korudu. Halk sağlığı yararı için parkları savunuyor, kentsel alanların oksijen ihtiyacını sağlamak üzere ağaç, orman, açıklık ve yeşil alanların önemini vurguluyordu.
Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde şehirlerin kanalizasyon sitemleri ve sıhhi sorunlarını çözmeye yönelik yenilikler yapılıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde sağlıksız ortamlarla ilgili kaygılar, New York’un aşağı Manhattan’daki sokaklarının temizlenmesi, atık su sistemlerinin daha verimli bir şekilde işlemesinin sağlanması ve Olmsted’in park tasarımlarının gerçekleştirilmesi gibi reform sayılabilecek düzenlemelere, sanatoryumların doğuşuna olanak sağlayan bir itki görevi görmüştür. Halk sağlığı hareketleri çerçevesinde aşırı kalabalık ve sağlıksız kentsel yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla şehirlerinin yeniden inşa edilmesi de söz konusuydu. Sonunda, sanatoryum tarzı, ülkede sağlıklı koşullar sunan uygun fiyatlı konut projelerinin ortaya çıkışı ve gelişimini de etkileyecektir. Kullanım biçimine göre sanayi alanı, ticari ve ikametgah alanı gibi bölgelemeye gidilmesi, şehir içinde özellikle nüfusu yoğun olan yerleşim alanlarındaki sağlıksız koşulları düzeltmeyi hedefliyordu. Birkaç on yıl sonra tüberküloz, mimarlıkta modernist hareketinin de itici gücü oldu ve Le Corbusier başta olmak üzere dönemin önde gelen mimarlarına ilham verdi (9).
Salgın Hastalıklar ve Modern Mimari
1900’lerin başlarına gelindiğinde ABD, İngiltere ve Avustralya gibi ülkelerde tüberküloz ve zatürre hala önde gelen ölüm nedenleri arasındaydı. Bu dönemde insanlar 19. yüzyılda inşa edilmiş konut ve kiralık konutlarda yaşıyordu. Bu evlerde toplumsal eğilim ve alışkanlıklara göre ahşap veya döşemeli mobilyalar tercih ediliyordu. Halı, kumaş ve uzun perdeler gibi tekstil ürünleriyle dolu, ağır, havasız iç mekanlarda sağlıklı hijyenik koşulları sağlamak zordu. Küçük pencereler, doğal ışığa ve havalandırmaya erişimi sınırlıyor ve doğrama detayları toz tutuyordu.
Sanatoryumlar, bu süreçte tedavi imkanları sağlayan yapılar olarak devreye girmiştir. Tüberküloz çok bulaşıcıydı ve izolasyon, tüberkülozu önlemenin en etkili yöntemlerindendi. Tüberküloz hastaları için doktorlar dinlenme, sağlıklı beslenme, güneş ışığı ve temiz hava öneriyorlardı. Bu tür ortamlardan yararlanıp iyileşen girişimciler, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilk sanatoryumları kurmuşlardır. ABD’nin Upstate New York kentinde 1885’te kurulan ilk tüberküloz tedavi merkezi, Adirondack Cottage Sanatorium idi (Resim 2). Burada hastalar, şehirdeki yoğun ve aşırı kalabalık kentsel ortamdan uzak kalarak açık havada, yeşillikler içindeki kırsal bir ortamda sağlıklarına kavuşturulmak üzere tedavi görüyorlardı. Hastalar, düzenli aralıklarda belirli sürelerde teras, balkon ve verandalara yerleştirilmiş karyola veya sandalyelerde temiz hava ve ışık kürü alıyorlardı. Klasik Adirondack sandalyesi, New York’taki Adirondack Dağları’ndaki sanatoryumda tüberküloz hastaları için çok uygun olduğu düşünülen mobilyalardandı (Resim 3)(9). Tüberküloz ilaçlarının geliştirilmesinden önce tedavi, bu şekilde mimari mekansal düzenleme gerektiren çevresel etmenlerle bağlı geliştirilmiştir. Hastaları belirli sürelerde yatırarak günlük yaşamdan, sosyal çevreden izole halde tedavi etmek için tasarlanan bu kurumlar, sıkı hijyen ve bol güneş ışığı ve havaya maruz kalmayı öne çıkarıyordu. Sanatoryumlar, temelde bu özellikler üzerinden yeni modern mimariye ilham vermiştir.
20. yüzyılın ilk yarısında tarif edilen mimarlık ilke ve uygulamaları, sağlık, hijyen, temizlik kavramlarıyla birlikte açık, havadar ve aydınlık tasarımlar yaratma fikrini öne çıkarmıştır. Kentsel kavramlar, kent hijyeniyle birlikte 19. yüzyılda insan ve doğayı birbirine bağlayan sağlıklı çevre önerilerini içeren mimari ütopyalarda örneklenen sosyal ideallerden de besleniyordu. Yüzyıldan fazla bir süreçten beri yaşanan teknolojik buluşlar, bilimsel ve toplumsal değişimler, sanayileşme ve sanayileşme sonucunda kentlerdeki hızlı nüfus artışının doğurduğu yetersizliklerin yanı sıra 19. yüzyılın bir umut çağı olması, toplum kesimleri daha iyi yaşama ideali gibi konularda bilinçlenirken fiziksel çevre ve yaşam koşulları çerçevesinde sınıfsal farklılıkların belirginleşmesi gibi bir çok olgu, modernizmin gelişimini etkilemiştir.
Mimarlıkta modernizm özellikle 1920’ler ile 1970’ler arasındaki dönem bağlamında formun saflığını, katı geometrileri, modern malzemeleri ve süslemenin reddini onaylayan bir dizi ilkeye indirgenir. Bu ilkeler, 20. yüzyılın ilk yarısını tanımlayan savaş ve hastalıkların tahribatını giderecek çözümler üretmeye yönelikti. Tüberküloz sanatoryumları gibi bu dönemin mimarisinin temiz, pürüzsüz yüzeyleri, hastalık ve travma sağaltıcı özellikler taşıyordu. Adolf Loos’tan Alvar Aalto’ya kadar modernist mimarlar, bu iyileştirici ortamları hem fiziksel hem sembolik anlamda hastalık ve kirlilikten arındırılmış olarak tasarladılar. “Kaşları” ya da süsleri olmayan pencerelere sahip bir bina olan Looshaus, Loos’un minimalist ideolojisini somutlaştırdı (Resim 4). Le Corbusier, insanları evlerini gereksiz dağınıklıktan kurtarmaya, halıları ve ağır mobilyaları ortadan kaldırmaya, zeminleri ve duvarları temiz tutmaya çağırıyordu. 1925’te her evin beyaz badanalı olduğu ve artık kirli, karanlık köşelerin olmadığı sade bir şehir hayal etti. Bu şehirde her şey ne ise oydu. Olduğundan başka görünmeye ve “mış gibi yapmaya” yer yoktu. Somut fiziksel çevrede üretilen arındırılmışlık, arkasından içsel temizliği beraberinde getirebilecekti. Villa Savoye, bu fikirleri somutlaştırmıştır (Resim 5). Yapı klinik beyaza boyanmıştır ve yaşam birimleri aşağıdaki mikroplarla dolu toprağın üzerindeki sütunlar üzerinde yükseltilmiştir.
Sadece yapılar değil, iç mekanlarda günlük yaşamı sürdürebilmek için gerekli olan Modernist mobilyalar da yeni anlayışı yansıtıyordu. Geçmiş dönemlerin üslubunu taşıyan süslü mobilyaların girinti çıkıntı ve kıvrımlarında biriken toz, “her ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılması gereken bir hijyen düşmanı” idi. Modernist tasarımlar, mikrop içeren tozun birikebileceği ve hastalık taşıyıcıları haline gelebileceği oyulmuş ahşap ve döşemenin yerini aldı. Bunun yerine tasarımcılar, modern formlarda hafif, yıkanabilir malzemeler kullandı. Michael Thonet bükülmüş ağaç ve kamış kullandı, Alvar Aalto bükülmüş kontrplak ve Marcel Breuer ve Mies van der Rohe çelik kullandı. Temizlik için kolayca taşınan yeni stildeki mobilyalar tozdan kurtulurken, yılların birikimini taşıyan eski usul konutlarda böcekler saklanabilecekleri karanlık ve kuytu köşeleri bulamaz oldu (10)(11).
Sanatoryumlar başlangıçta dağlık bölgelerdeki kulübelerdi, ancak iyileşmeye yardımcı olacak ve hastalığın yayılmasını sınırlayacak, amaca yönelik tasarlanmış binalara dönüştüler. Tüberküloz tedavisi ve sanatoryumların tasarımı, özellikle Le Corbusier, Mies van der Rohe ve Alvar Aalto gibi mimarlar tarafından tasarlanan modernist mimarlığın gelişimini etkiledi. Tüberkülozu önlemenin yanı sıra düşük maliyetli konut ihtiyacı ve kitleler için yaşam standardını iyileştirme gibi diğer sosyal sorunları ele alan yeni bir mimari biçimi yaratmak istediler.
Le Corbusier, ışık ve havayı, çatı bahçeli düz çatıların Villa Savoye’de olduğu gibi “Mimarlığın Beş İlkesi”nden biri haline geldiği ölçüde iyileştirici olarak gördü. 1920’lerde Le Corbusier’in modern mimarlık yaklaşımını tarif eden ilkeler, yapıların pilotis adı verilen sütunlar veya destekler üzerinde yerden yükseltilmesi; esnek kullanıma izin verecek serbest zemin planı; cephelerin strüktürel sistemden bağımsızlaştırılması; iç mekana manzara ve bol ışık girmesine olanak sağlayan uzun yatay pencere bantları; binayı örten düz beton çatı üzerinde bahçe düzenlemelerinden oluşur (9).
Modern mimarlığın temel yaklaşımlarını örnekleyen bir diğer tasarım “Işıyan Şehir”, Le Corbusier ‘in ütopik diyebileceğimiz, uygulanmamış tasarımlarından, önerilerinden bir tanesidir. Le Corbusier doğal zemini romatizma ve tüberküloz yayma potansiyeli taşıyan bir ortam olarak görüyordu. Zemin katları diğer katlara göre daha az temasta bulunulan hizmet alanları olarak sunmuştur. Pilotis kullanımıyla da hastalıkların ürediği ıslak, nemli topraktan, binaların ayrılmasını öneriyordu. Bina planlarında çatıları günlük fiziksel egzersizler yapılabilecek, işlevine göre tasarlanmış sandalyelerde uzanılarak güneşlenilecek açık mekanlar olarak düzenlemiştir. Bu döneme ait yapılar arasında sıklıkla sütunlar üzerinde yerden yükseltilmiş tasarımlarla karşılaşmak mümkündür. Bu düzenlemenin, altta kalan arazinin daha verimli olarak kullanımı olarak da ortaya konduğunu görüyoruz (13, 14).
Erken modernist mimari; temiz çizgiler, beyaz yüzeyler, geniş pencereler ve açıklıklı geçişlerle dış çevreyi mekan ve yapıların içerisine taşıyan tasarımlarla karakterize edildi. Bu genellikle bir “makine” estetiği olarak tanımlanırken, daha çok hastane estetiği ve insan merkezli bakış açısını birleştiren tasarımlar olarak da algılanmışlardır. Sonuç itibariyle bu türden yaklaşımlar, yapı tasarımında daha hafif, daha havadar, daha açık ve hijyenik bir ortamın gelişmesine yardımcı oldu.
Modernist mobilya tasarımı da buna katkıda bulundu. Paslanmaz çelik ve deri gibi malzemelerden yapılan mobilyalar ayaklar üzerinde kaldırılarak kolay temizlik yapılmasına olanak sağlıyordu. Hareketli, hafif biçimlenmeleriyle mekan içerisinde kolaylıkla yerleri değiştirilebiliyor, az yer kaplayarak ferahlık yaratıyorlardı. 1932’de Alvar Aalto, modernizm ve sağlık hizmetlerini birleştiren Finlandiya’daki Paimio Sanatorium’u tasarladı. Binada manzara, ışık ve temiz havadan yararlanılabilecek balkonlar ve büyük pencereler vardı. Aalto ayrıca hastaların iyileşmesine yardımcı olmak için iç mekanları, mobilyaları ve demirbaşları tasarladı (10).
20. yüzyıl ilerledikçe modernizme yaklaşımlar değişti, farklı görüşler, mimari yaklaşımlar gelişti. Bu süreçte aşıların, antibiyotiklerin ve antiviral ilaçların geliştirilmesiyle tüberküloz ve diğer bulaşıcı hastalıkların tedavisi değişti; geçmiş yüzyılları kasıp kavuran hastalıkların bazıları tamamen yok oldu. Teknolojik ve bilimsel yenilikler, toplumların yaşam biçimlerini değiştirdi. Sağlıklı ve hasta olma halinin tarifi sadece tıbbi tanımlara göre değil, aynı zamanda daha geniş sosyal ve kültürel faktörlerle de yön değiştirdi. Süreç içinde bulaşıcı hastalıklar azalırken kronik hastalıklar yaygınlaştı. Kentsel biçimlenme ve mimari tasarımın odağı da bulaşıcı hastalıklardan modern yaşama biçimlerinin getirdiği obezite, kalp hastalıkları, diyabet, kanser gibi kronik hastalıkları önleyici veya sağaltıcı yapı çevreleri yaratmaya kaydı. Buna göre, mevcut sağlık anlayışı sadece bir hastalığın yokluğu olarak değil, aynı zamanda önlemeyi tedavi kadar önemli tutan ve uzun vadeli çözümler arayan tam bir fiziksel, zihinsel ve sosyal iyilik hali olarak da söz konusudur. Bu fikir, sağlık sorunlarına ve sorun olarak kabul edilen mevcut tasarım yaklaşımlarına yansır; mimari ve kentsel tasarımların ve davranış müdahalelerinin amacı, zihinsel ve fiziksel sağlık yoluyla genel refahı artırmaktır (7).
Sonuç
19. yüzyılda miasma teorisinin yerini mikrop teorisinin almasıyla, kentsel planlama ve mimari tasarım sürecine sağlık ve hijyen kavramları dahil edildi; sadece toplum içinde belirli kesimler değil, bir yerleşim bölgesinde yaşayan tüm sakinler için sağlıklı yaşamayı mümkün kılan kentsel ve mimari çevreler yaratılmasına yönelik kapsamlı kentsel reformlara gidildi. Özellikle kalabalık ve sağlıksız yerleşim alanlarında koşulların iyileştirilmesi imkanı doğdu. Ayrıca bilim insanlarının mikropları bulaşıcı hastalık ajanları olarak tanımlayabilecekleri yolu açtı. Bilimdeki gelişmeler, yeni teknolojiler ve gelişen ekonomik süreçlerle birlikte şehirlerdeki yaşam koşulları iyileştirildi ve şehir sakinlerinin sağlık ve güvenliğini garanti altına almak üzere kentsel ve mimari çevreye odaklı standartlar getirilerek düzenlemeler yapıldı. Öte yandan, salgın hastalıkların bir kısmı ortadan tamamen kalkarken genel anlamda tedavi yöntemlerinin değişip gelişmesi sürecinde, kentler başta olmak üzere yerleşim alanlarında toplumun her kesiminden üyeleri için sağlıklı ve hijyenik yaşama koşullarına sahip mekanların oluşturulabilmesi, zaman almıştır. 19. yüzyıl sonlarında kentsel planlama, iyileştirme, yenileme ile ilgili konularda artık daha kapsamlı örgütlü yaklaşımlar söz konusuydu. Halk sağlığı uzmanları şehir planlamacılarına ve mimarlara katılıyordu. 19. yüzyılın en önemli çıkışlarından sayılabilecek sağlık ve hijyen hareketi, ancak 20. yüzyılda çağdaş yaşamın getirdiği gelişmelerle modern mimarlığın ilkelerine temel oluşturmuş, yepyeni bir dünya anlayışına kentsel ve mimari tasarımlarla biçim veren kaynaklardan biri olmuştur.