Troya Müzesi
Künye
Mimari Tasarım
Yalın Mimarlık
Proje Ekibi
Ömer Selçuk Baz, Okan Bal, Ozan Elter, Ece Özdür, Ege Battal, Cihan Poçan, Tuğgen Kukul, Firdevs Ermiş, Pelin Yıldız
Proje Yeri
Tevfikiye Köyü, Çanakkale
İşveren
TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Sergi İçeriği ve Tasarımı
Deniz Ünsal, Lebriz Atan, Burçin Akcan, Cristina Rizzello
Danışman
Rüstem Aslan
Peyzaj Projesi
Cemal Omak, Tülay Tosun
Proje Tarihi
2011
Yapım Tarihi
2013-2018
Arsa Alanı
110.000 m²
İnşaat Alanı
11.000 m²
Fotoğraflar
Emre Dörter, Murat Germen
Uygulama
Statik Proje
Fonksiyon Mühendislik
Elektrik Projesi
FDC Mühendislik
Mekanik Proje
Moskay Mühendislik
Aydınlatma Projesi
ALD Aydınlatma
Giriş yolu ile başlayıp yerin altına devam eden uzunca bir rampa ile girilen, Yalın Mimarlık tasarımı Troya Müzesi topoğrafyadaki yarıklardan aydınlanıyor ve sadece sergiye dair olan yapı parçası, rampaların kurduğu tanımlı bir yarıktan yukarı doğru paslı gövdesini uzatıyor.
ÖMER BELÇUK BAZ
Yarışma, Proje ve İnşaat Sürecine Dair…
Bugün, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2011 yılının Şubat ayında açılan ulusal yarışmanın üzerinden tam 8 yıl geçti. Bizler genç bir ekip olarak, biraz da şansın yardımıyla, neyin içine girdiğimizi tam da anlamadan, 132 katılımcının olduğu bu yarışmada Birincilik Ödülü’nü kazandık. Bu, uzun zaman sonra yeniden inşa edilecek ilk müze yapılarından biriydi; üstelik Troya gibi efsaneler ve mitlerle kuşatılmış bir ören yeri için yapılacaktı.
Bugün Troya olarak bildiğimiz Hisarlık Tepesi’nin yanında inşa edilmiş Troya Müzesi ile yarışma projesi arasında geçen 8 yıl birçok açıdan oldukça zorluydu. Bildiğimiz yapı üretim zorluklarından çok da farklı olmayan bu zorluklar, genç bir ekip olarak görece az deneyimle böyle bir yapı ve sergi için tasarım üretmek; kamu gibi çok katmanlı bir kurumlar dünyası içinde kaybolmadan bir çizgi üzerinde yürümeye devam edebilmek; arkeoloji tarihinin en gözde alanlarının birinin yanı başında, son derece kırsal bir peyzajın içine bir yapı yapmak; ihale kanunuyla seçilmiş anonim yükleniciler dünyası içinde projenin varlığını korumasını sağlamak; eserler, arkeologlar ve küratörler ile yapı için gerçek bir içerik üretmek ve bunun fiziki olarak da var olmasını sağlamak; her şeyden önemlisi, bu mekâna dair hayallerimizde var olan ıssızlık ve yalnızlık hissini ete kemiğe büründürürken kaybetmemekti…
Yarışma aşamasında yazdığımız aşağıdaki cümleler, “Troya, yalnızlık ve tarihin bir zamanı” ile kurmaya çalıştığımız ilişkiyi en doğru anlatan sözler oldu:
“Troya’ya hoşgeldiniz…
MÖ 3000’de başladı bizim bu coğrafyadaki serüvenimiz… Bir zamanlar, şimdi ova olan bu yer henüz bir körfezken, ticaret yolları üzerinde parlak bir kenttik. Kutlamalara, kahramanlıklara tanık olduk. Savaşlar ve yangınlar gördük. Sırlarla dolu geçmişimiz hakkında tarihçiler, arkeologlar ipuçları aradılar yıllarca. Şu an çevrenizde gördüğünüz kalıntılardan çok daha fazlası vardı yaşamımızda.
Kentimizin uzun ve inişli çıkışlı tarihi boyunca bastığınız topraklara bastık, geçtiğiniz tarlaları ektik, şu köşedeki taşlarla surlar inşa ettik, denizden balık tuttuk, bu topraktan çömlek yaptık, sıcak yaz günlerinde karşıdaki zeytin ağaçlarının altında dinlendik, savaştık, yok olduk…
Bu coğrafyayı, rüzgârı, toprağın, gökyüzünün ve denizin rengini, havayı, zeytin ağaçlarını ve taşları hafızanıza yazın. Az sonra rampadan inerken yıkık burçlar ve Troas’ın verimli toprakları geride kalacak. Rampa sizi bugün bildiğiniz Troas Bölgesi’nden geçmişe, Troya’nın hikayesinin büyük bir bölümünün keşfedilmeyi bekleyen dünyasına taşıyacak. Burada Troya’dan gelip geçmiş ve bu topraklarda kalıp yitmişleri anlamaya başlayacaksınız.
Topraklarımıza hoşgeldiniz…”
Bu metin bugün Troya Müzesi’nin rampasından aşağı inmeden hemen önce, blok bir taş üzerine yazılmış halde ziyaretçileri karşılıyor. Niyetimiz, rampa ile başlayan Troya’nın tam olarak anlatılamayan öyküsünü ören yeri ile birlikte aktarmaktı…
Aslında yapının son derece basit bir fikri var… İçeri bir rampa ile iniliyor ve çıkılıyor; yer altındaki bu dünya, topografyadaki yarıklardan aydınlanıyor ve sadece sergiye dair olan yapı parçası rampaların kurduğu tanımlı bir yarıktan yukarı doğru paslı gövdesini uzatıyor…
Verilen tasarım problemi bizce bir müze yapısı ve onun yakın çevresi ile kuracağı ilişkileri düzenlemekten ibaret olmamalıydı. Tasarım, geçmişte bir süre var olmuş bir medeniyeti, ondan geride kalanların ötesinde hissettirebilmeliydi.
Bu noktada tasarımda tercih ettiğimiz yol, yapıya giriş anından itibaren, ziyaretçiyi belirli eşiklerde kademeli olarak tecrit etmek, kısmen ve bazen tamamen fiziki bağlamdan koparmak ve tekrar bağlamak oldu. Tüm destek işlevler, yer altındaki tek bir kata toplandı. Bu kat yeryüzünden algılanmayan, üzeri peyzaj ile örtülü bir kat olarak planlandı. Sergi yapısının, bu katın içerisinden, yeryüzündeki bir yarıktan toprak üstüne yükselen 32×32 metre boyutlarında, kare planlı, robust bir obje olarak algılanması düşünüldü.
Ziyaretçiler yapıya 10 metre genişliğinde bir rampadan aşağıya inerek girerler. İnerken ufuktaki yapıya doğru yaklaşırlar, peyzaj ve yeryüzü yavaşça kaybolur, geriye gökyüzü ve yapı kalır. Ziyaretçi içeri girdiğinde kendini bir sirkülasyon bandında bulur. Pas kırmızısı, toprak rengi sergi yapısı şeffaf çatıdan yeryüzüne doğru yükselir. Paslanmış metal (korten) kaplı yapı, bu haliyle topraktan çıkarılmış kırık testiler ve çömlekler gibi biraz çizilmiştir, bozulmuştur, kendine özgü dokusuyla ardında bir yaşanmışlık olduğunu hissettirir, bir geçmişi vardır. O döneme ait olmasa da malzemenin ve mimarinin geçmişi, günümüz ve gelecek arasındaki bağa dair bir şeyler söylediğini hissettirir.
Ziyaretçiler sergi yapısını saran rampalar ile yavaşça yukarı çıkmaya başladığında cephedeki yarıklardan coğrafya, tarlalar ve Troya kalıntıları görülebilir. Çatıya ulaşıldığında dev bir seyir terasına çıkılır. Troya’nın uzak ve yakın geçmişi, bu topraklardaki yaşanmışlıklar ve yaşanabilecekler hayal edilir…
Şantiye Süreci
2013 yılında başlayan şantiye süreci ile birlikte müze için bakanlığa danışmanlık (mesleki kontrollük) hizmeti vermeye başladık. 1. yüklenici (Trans-T) ile tamamlanamayan süreç ve işin tasviyesi sonucunda 2017’de yapılan yeni ihalenin ardından, müze inşaatı 2. yüklenici (Aksan İnşaat) ile 2018 Ekim ayında tamamlandı. Bu süreç içinde 90’a yakın saha ziyareti gerçekleştirdik ve şantiyeye uzaktan teknik destek verdik. Bu süreçte ufak ekibimizle (Ege Battal ve Ece Özdür) istemeden de olsa şantiyenin bir parçası oluverdik. Biraz fazlaca insiyatif ve idarenin de güveni ile uygulama aşamasını zamanımız ve enerjimiz yettiği kadar takip ettik. Bugün müzeyi gördüğünüzde iyisi ve kötüsüyle hemen hemen tüm imalatlara dair sorumluluğu üstlendiğimizi söyleyebilirim.
Bir yapıyı kavramsal olarak kurgulamak, ona bir mekân, ölçü ve boyut tayin etmek mimarın temel görevi. Ama bu kavramın ötesinde onu inşa etmek, edilme sürecini takip etmek, kısmen yönetmek yukardaki “romantik” kavramsal metinlerden farklı bir düşünme şeklini de gerekli kılıyor. Ama en nihayetinde bu metinlerdeki hissi verecek mekânı kurmak için çabalıyorsunuz hep… Her yapı yapma eylemi, bulunduğu coğrafyada ürettiği tahribat, dönüşüm üzerinden bir çeşit travma olarak okunabilir, okunmalı da… Köklerini, temellerini binlerce yıldır orada var olan toprağa geçiren ve ona tutunan, izleri silinemez yapılar üretiyoruz.
Bu ağırlık ve sorumluluk hissi, konu Troya ören yeri olunca biraz daha derinleşiyor. Bir şeyler yaparken başka şeyleri bozmaktan, incitmekten ya da hayallerdeki dünyayı inşa ederken her şeyin biraz eksik, hatta yanlış olacağından ve bunun geri dönüşü olmadığından endişe ediyorsunuz.
İşte projeler tamamlanıp inşaat belirli bir aşamaya geldiğinde (2015 yılı) bu hisler içinde aşağıdaki yazıyı kaleme aldım:
“Arkeoloji ve yitik bir uygarlıkla ilgili bir yapı yapmak… Tasarım üzerine fikirler ve kavramlar üretmek, her zaman bana onları bir tasarım olarak şekillendirmekten daha kolay gelmiştir. Fikirler bir biçim almaya başladıklarında, kağıt üzerinde ve zihinlerde zamanla olgunlaşıyor. Ancak fiziki dünya ile temas edip gerçeklik kazanmaya başladıklarında hep eksik kalan bir yanları oluyor.
Bu, belki mimarlığın “olmazsa olmaz” yapma, inşa etme refleksleri ile karşılaştırıldığında naif bir fikir. Belki inşa etmenin incelik ve sırlarına, genç bir mimar olarak henüz vakıf olamama halinden ötürü, belki her zaman yaptıklarına biraz şüphe ile bakma durumundan kaynaklanıyor. Mükemmel bir yapı yapmaktan öte; kusur, tavır ve hissiyatı ile kullanıcıya geçebilecek bir süreci tarif etmeye çalışmak da bu tereddütün bir parçası.
Ancak mimarlığın konusu yitip giden bir uygarlık üzerine bir yapı yapmak olduğunda, eninde sonunda üreteceğiniz tasarımın düşüncelerde bile olsa maddeleşeceği anı ötelemek istiyorsunuz. En azından yarışma süreci de, yarışmanın kazanılmasından sonra geçirdiğimiz süreç de bu şekilde ikilemler üzerinden tarif edilebilir.
Troya Müzesi için tasarlanan yapıyı, inşaat ve yapı tekniklerinin mekân üzerinden okunabileceği araçlarla tasarlamak bir fikirdi. Günün inşaat tekniklerini ve yapım sürecini de gösterecek şekilde, hatta belki sonraki kuşaklar için “inşa etmenin arkeolojisini” de gösterecek biçimde kullanılması söz konusuydu.
Ahşap kalıp, brüt beton, masif taş, masif ahşap gibi inşaatta kullanılan bütün malzemelerin en doğal halleriyle yapıda kendine yer bulması, zaman içinde bu malzemelerin değişerek geçireceği sürecin mekânı şekillendirecek olması, bu yapı için mimarlığın temel fikriydi.
Şantiye sürecinin kendisi, yaşanılan aksaklıklar ve zorluklar dâhil, bir yapının şekillenişinin temel düşüncesi olabilir mi? Bugüne ait bir yapı, antik dönemlerde olduğu gibi ham haliyle kalarak, aynı zamanda bitebilir mi? Teknolojinin bizi her anlamda sarıp sarmaladığı, yapı fiziği, yapı tekniği gibi konuların yapıların ayrılmaz parçası olduğu bu zamanda, teknoloji ne kadar görünmez olabilir ki? İşte bu sorular, Troya Müzesi şantiye sürecinin temel konularından oldu ve olmaya devam ediyor.
Bugün neredeyse tamamlanmış olan kaba yapı ile yakın zamanda bitecek yapı arasındaki mesafe oldukça az. Yapmaya çalıştığımız şey ise azla, temel yapısal bileşenlerle, Troya anısını incitmeden bir mekân kurabilmek…”
Aslında bir şekilde projelendirme sürecinde niyet ettiğimiz şey olmuştu. Kaba yapı bittiğinde iyisiyle kötüsüyle mekânlar ortaya çıkmış, yapının asal karakteri belirgin hale gelmişti. Öte yandan proje aşamasından bu yana iyiliğini, güzelliğini ince yapısal bitişler yerine ışık, gölge, mekân karakteri ve ilişkileri üzerine kurgulayan, vasat inşa edilse dahi iyi olabilecek bir yapı üretme fikrini sınayacağımız aşama da tam olarak bundan sonrasıydı.
Sona Yaklaşırken…
2017 yılının Ağustos ayında 2. ihale ile tekrar başlayan inşaat süreci, ince işlerin, bitişlerin, kapamaların ve bizim kaba yapı üzerine eklediğimiz tüm üretimlerin gerçekleştiği aşamaydı. 2018 yılının bakanlık tarafından “Troya Yılı” ilan edilmesi tüm süreci oldukça hızlandırdı. Bu zaman zarfında müze içindeki interaktif uygulamalardan eserlerin taşınmasına, cephe kapamalarına ve peyzaj düzenlemesine kadar çok sayıda imalat aynı anda ve hızla yapılmak durumunda kaldı.
Özellikle yapının esas var olma sebebi olan sergi ve ona bağlı anlatılar, senaryolar, metinler ve düzenlemeler projedeki tanımlara uygun nitelikte evrilerek yapıda kendilerine yer buldular. Tıpkı küratöryel içerik metninden alıntılanan ve projenin bir parçası olan aşağıdaki metin gibi…
“Bu sergi Homeros’un İlyada Destanı’yla tarihe geçmiş Troas bölgesinde 4000 yıllık geçmişiyle iz bırakmış Troya ve kültürlerinin yaşamını ve arkeolojik tarihini kazılardan çıkan eserler aracılığıyla anlatır. Troas bölgesi ve yakınındaki adalarda MÖ 5000 yılından bu yana yerleşimler olduğu bilinmektedir. Bu bölge gerek Çanakkale Boğazı’nın sağladığı coğrafi avantaj, gerekse bereketli toprakları sebebiyle insanların yerleşip yaşamayı tercih ettikleri bir yer olmuştur. Kentlerde kurulan yaşam, Ege’nin ötesinden, Anadolu’dan ve kuzeyden göçler, istilalar, savaşlar, yangınlar ve depremler görmüş, tarım, ticaret ve el sanatları önemli geçim kaynaklarını oluşturmuştur. Buna destanlar da eklenince Troas ve özellikle Troya, hac yeri ve zamanla antik bir turizm merkezine dönüşmüştür.
Troas denince akla Homeros ve İlyada Destanı gelir. Antik dönem şairi Egeli Homeros İlyada Destanı’nda, kendi yaşadığı dönemden 300 yıl kadar önce Troyalılar ve Akalar arasındaki savaşla yıkılan zengin Anadolu kenti Troya ve bu destanın kahramanları Aşil, Hektor, Agamemnon, Paris ve Helen’in hikayesini anlatır. Bu efsane, önce Akdeniz dünyasına, sonra tarih içinde Avrupa ve dünyaya yayılarak ünlenmiştir. Troya Savaşı ve efsanesi asırlar boyu edebiyatçılardan devlet adamlarına, arkeologlardan film yapımcılarına kadar uzanan bir yelpazede dünya kültür tarihinde iz bırakmıştır.
19. yüzyılda arkeologlar Troya’yı keşfetmek üzere yola çıktılar. Mit ve gerçeği bir tarihte birleştirerek Troya’nın yerini Hisarlık Tepesi olarak tespit eden Schliemann ilk kazıları başlattı. Bu kazılar Ege ve Akdeniz arkeolojisine ilgiyi arttırdı. Schliemann’dan sonra gelenler kentin 9 katmanını ve M.Ö. 3000’den başlayan tarihini tek tek tespit ettiler.
Troya’nın arkeolojik kazılardan gün yüzüne çıkan tarihi de mitolojik tarihi kadar inişli çıkışlıdır. Schliemann’ın kazılardan yurtdışına kaçırdıkları hem kendi döneminde hem de sonrasında çok tartışılmıştır. Bu eserler bugün dünyada 7 müzeye ve pek çok özel koleksiyona dağılmış durumdadır.
Bu sergi Troya’yı, mitolojisi, arkeolojik kazı tarihi, coğrafyası, maddi kültürü ve bunları sarmalayan tüm sorularıyla anlatırken, Troas bölgesinde Troya’dan önce ve sonra, onun farklı katmanlarıyla eşzamanlı gelişen ve yok olan kentlere ve kültürlere yer verir.
Bu anlamda sergi, giriş yolu ile başlayıp yer altına devam eden uzunca bir rampa ile girilen ve Troya’nın katmanlarının içinde yine rampalarla sürüdürülen sürekli bir yaya hattı olarak kurgulanmıştır.”
Sergi tasarımı ve üretimi için söylenebilecek çok şey var. Tüm eserlerle ve onların birlikte anlatacakları hikayeyi bir serginin ötesinde bütüncül bir şekilde kurabilmek için kalabalık ekipler, bakanlık yetkilileri ve müze birlikte çalıştı. Bu sürecin en az yapıyı yapmak kadar, hatta daha zor bir süreç olduğunu söyleyebilirim.
Sergi anlatısını mimari mekânın içine tam olarak bağlanmış, ona nüfus etmiş ayrılmaz bir parça olarak kurgulamaya çalıştık. Her kat için kurulan temalar ve onları birbirine bağlayan rampalarda sürdürülen anlatının sürekliliği bizim için esastı.
90’ların başında ortaya atılan Troya ören yeri ile bağlı müze fikrinin on yıllarca tartışılmasının ve 2011’de açılan yarışma ve aksiliklerle dolu proje ve inşaat sürecinin tamamlanmasının ardından 2018 Ekim ayında müze ziyarete açıldı.
Biz bu yapıyı hep kağıt üzerinde, ekranlarda, daha sonra bir şantiye olarak, beton kalıpçıları, sıvacılar ve taşçılarla, tarlada bitki eken köylülerle, arkeolog ve teknik ekiplerle görmüştük, buna alışmıştık…
Ziyarete açıldığında, bugün içinde gerçek insanlarla her şey çok daha farklı görünüyor… Umarım güzel kullanılan, iyi eskiyen, hoş anılara ev sahipliği yapabilecek, Troya’nın anısını incitmeden var olabilecek bir mekân kurabilmişizdir.