Mimar R. Güneş Gökçek:

©Murat Arık
“Mimariyi bir ürün olarak değil, bulunduğu çevreye yeni bir yaşam biçimi kazandıran bir organizma olarak ele alıyoruz…”
Hem sahada ürettiği projeler hem de sivil toplumdaki çabaları ile ülke ölçeğinde daha nitelikli, daha güvenli ve daha bilinçli bir yapı kültürü oluşturmak ortak hedefiyle hareket eden rggA Mimarlık kurucusu Mimar R. Güneş Gökçek ile mimarlık, sorumluluk ve yeni yapı kültürü üzerine…
Türkiye’de son yıllarda, mevcut yapı stokumuzdaki hayati eksikleri gözler önüne seren son derece üzücü haberlerle sarsılıyoruz. Depremlerle kitlesel olarak yıkılan şehirler, bir yangın çıktığında alevin yayılmasından algılanmasına ve tahliyeye kadar neredeyse her aşamada ortaya çıkan zaaflar, hatta “durup dururken çöktü” denilen tekil yapılar… Bütün bu örneklere baktığımızda, sistemde, denetimde ve tasarım süreçlerinde kesişim kümesi olarak “ihmal” kavramı karşımıza çıkıyor. Siz hem aktif olarak üretim yapan bir mimar, hem de mesleki ortamın gelişmesi için sivil alanda da çalışan biri olarak bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçekten çok çarpıcı bir giriş yaptınız ve daha kötüsü, ne yazık ki örnekleri artırmak mümkün. Üstelik bunların tamamı insan hayatına mal olan, hepimizi hem öfkelendiren hem de derinden üzen vakalar. Problemler yalnızca tasarım ya da yapım aşamasında başlamıyor. İmar süreçleri, kaynak dağılımı ve yatırım öncelikleri doğru kurgulanmadığında, yapı üretimi daha tasarım aşamasına gelmeden sorunlu bir patikaya girmiş oluyor. Türkiye’deki birçok hayati zafiyetin kökeni, aslında tam da bu aşamada ortaya çıkan dengesiz kaynak akışı ve yanlış planlama zinciri. Ekonomik baskılar, kriz dönemleri ya da maliyet kaygıları bu tabloyu sadece görünür kılıyor; asıl problem ise çok daha derinde, karar alma süreçlerinin niteliğinde yatıyor.
Bu nedenle “doğru tasarım” yalnızca bir estetik tartışması değil. Mimarlıkta estetik elbette vazgeçilmezdir; fakat tek başına yeterli değildir. Çünkü Vitruvius’tan beri bildiğimiz temel gerçek bugün de geçerli: İyi bir mimari ürün, estetik–işlevsel–sağlam (güvenli) dengesinin birlikte kurulduğu bütüncül bir sistemdir. Doğru tasarım, yapının güzelliğini olduğu kadar dayanıklılığını ve uzun vadeli değer üretimini de kapsayan bir düşünme biçimidir.
Planlama aşamasında bu bütüncül yaklaşım kurulmazsa, hızlı veya ekonomik görünmeye çalışan çözümler uzun vadede daha pahalı ve daha riskli hale gelir. Bu yüzden bugün ihtiyacımız olan şey, yalnızca “daha çok yapı üretmek” değil; doğru hızla, doğru tasarım anlayışıyla, doğru süreçleri işletmek.
Ve bu anlayışın kalıcı bir standart haline gelmesi için mimarlar, mühendisler, yerel yönetimler, merkezi kurumlar ve sivil toplumun ayrı ayrı ama birbirini tamamlayan rolleri var. Bu görevleri ciddiyetle ele almak, uygulanmasını ve denetlenmesini sağlamak zorundayız. Ancak o zaman ihmallerin gölgesinden çıkıp, ülke çapında güvenli, sağlıklı ve nitelikli bir yapı kültürünü yaygınlaştırabiliriz.

Resim 1. AW Architects ile birlikte geliştirilen 312 Vista, kentsel bağlam ile modern ofis yaşamını birleştirerek doğru tasarımın işlev–estetik–dayanıklılık dengesini nasıl kurabileceğini gösterirken, nitelikli yapı üretiminde profesyonel organizasyonun önemine dair güçlü bir örnek sunuyor.
Bu aktörlerden bahsetmişken… Bir yandan özel sektörde projeler yürütüyorsunuz, diğer yandan Türk Serbest Mimarlar Derneği (TSMD) ve Serbest Mimarlar Dernekleri Federasyonu (SMDF) gibi meslek örgütlerinde aktifsiniz ve bu kuruluşlar üzerinden kamu ile de iletişim halindesiniz. Bu rol, az önce altını çizdiğiniz nitelikli bir yapı kültürünü yaygınlaştırmak açısından neden önemli?
Şöyle ki; TSMD ve SMDF gibi meslek örgütlerinde üstlendiğimiz görevlerin özünde, sadece mesleğin değil, toplumun güvenli bir yapı kültürüne kavuşmasına katkı sağlamak amacı var. Çünkü az önce konuştuğumuz sorunların hiçbiri tek bir aktörün çözebileceği problemler değil; planlamadan uygulamaya kadar uzanan büyük bir ekosistemden bahsediyoruz.
Bu kurumlar, mimarlar ile kamu otoriteleri arasında bir köprü işlevi görüyor. Standartların yükseltilmesi, süreçlerin iyileştirilmesi, mevzuatın güncellenmesi, afet yönetimi, yapım kalitesi ve etik konular… Tüm bunlarda ortak akıl oluşturmaya çalışıyoruz. Meslek örgütlerinin bu kadar önemli olmasının sebebi de bu: Sahada çalışan profesyonellerin deneyimi ile kamunun düzenleyici gücünü buluşturan bir platform yaratmak.
STK’lardaki sorumluluğumun yanı sıra, ofis olarak yürüttüğümüz projelerde de aynı duruşu korumaya çalışıyoruz. Özellikle geliştiricilerin ürettiği büyük ölçekli konut projeleri ve Türkiye’de çokça karşılaştığımız karma kullanımlı yapılar, mevcut yapı stokunun önemli bir bölümünü oluşturuyor. Dolayısıyla bu tür projelerde ortaya koyulan her yeni yaklaşım, aslında toplumun geneline doğrudan etki eden bir dönüşüm potansiyeli taşıyor.

Şekil 1. Antalya’daki karma kullanımlı merkez, konut–ticaret–kamusal alan birlikteliğini yüksek yaşam kalitesi ve sürdürülebilir kentsel senaryolar üzerinden yeniden tanımlayan bir örnek niteliğinde.
Biz de bu nedenle, geliştiricilere sunduğumuz her öneriyi yalnızca bir tasarım kararı olarak değil, daha güvenli, daha sağlıklı ve daha nitelikli bir yapı kültürünü yaygınlaştırma fırsatı olarak görüyoruz. Doğru kentsel senaryolar, açık alan kalitesi, erişilebilirlik, yaşam döngüsü maliyetlerinin azaltılması, sürdürülebilir malzeme tercihleri ve kullanıcı deneyimini önceleyen çözümler; tüm bunların her biri tek bir projenin sınırlarını aşarak daha geniş bir etki yaratabiliyor.
Türkiye’de gerçekten çok iyi mimarlar, çok özel projeler var ve biz de ofis olarak birçok konuda derinleşmiş çözümler üretiyoruz. Ama bu başarıların tekil örneklerde kalması beni tam anlamıyla heyecanlandırmıyor; asıl önemli olan bu niteliğin ülke genelinde standart bir uygulamaya dönüşmesi. Mimarlık alanındaki tüm bu çabaların, toplumun tamamının faydasına olacak şekilde yaygınlaşması gerekiyor. Bu nedenle hem sahada ürettiğimiz projeler hem de sivil toplumdaki çabalarımız, ortak bir hedefe hizmet ediyor: Ülke ölçeğinde daha nitelikli, daha güvenli ve daha bilinçli bir yapı kültürü oluşturmak.

Şekil 2. Öniz Center, farklı temalardaki alışveriş modüllerinin kentsel bir promenad kurgusu üzerinde dizilmesi ve bunu destekleyen yaşam–çalışma fonksiyonlarıyla entegre bir yaşam modeli sunmayı hedefliyor.
Büyük ölçekli konut ve karma kullanımlı projelerin mevcut yapı stokundaki ağırlığından bahsettiniz. Bugün Türkiye’de yeni geliştirilen projelerin önemli bir bölümünü bu tipolojiler oluşturuyor ve geliştiricilerin şehirlerin dönüşümünde belirleyici bir rolü var. Bu ölçekli projeler hem yaşam biçimlerini şekillendiriyor hem de kentsel kalite üzerinde uzun vadeli etkiler bırakıyor. Bu bağlamda, bir mimar olarak geliştiricilere nasıl bir yeni nesil yaklaşım öneriyorsunuz? Karma kullanımlı yapılar bugün şehir yaşamını nasıl dönüştürüyor ve geleceğin projeleri için nasıl bir yol tarif ediyorsunuz?
Bugün yeni yapılan projelere baktığınızda, özellikle büyük şehirlerde geliştirilen yapı stokunun önemli bir bölümünü karma kullanımlı yapılar oluşturuyor. Bunun temel sebebi çok açık: Kentler artık tek işlevli binalarla değil, gündelik yaşamın farklı ihtiyaçlarını bir araya getiren, daha bütüncül mekânlarla nefes alabiliyor. Yatırımcı ve geliştiriciler açısından da bu tipolojiler hem finansal açıdan daha sürdürülebilir hem de kullanıcı tarafında daha güçlü bir talep oluşturuyor.
Bizim için karma kullanım, yalnızca “bir arada konut + ticaret + ofis” fikrinden ibaret değil. Bu tipolojiyi heyecan verici kılan şey, aslında yeni bir yaşam modeli üretme imkanı sunması. Doğru kurgulandığında bu projeler, bir mahallenin gündelik ritmini, sosyal ilişkilerini, hareketliliğini ve güvenliğini etkileyen güçlü kentsel organizmalar haline geliyor.
Sorun şu ki, Türkiye’de karma kullanımlı projelerin bir kısmı hâlâ yalnızca “maksimum yoğunluk” üretme hedefiyle ele alınıyor. Oysa asıl mesele yoğunluk değil; bu yoğunluğun nasıl deneyimlendiği. Eğer doğru kamusal alan tasarımı, geçirgenlik, yaya hareketi, katmanlı açık alanlar ve dengeli bir fonksiyon dağılımı yoksa, karma kullanım kalabalık bir kutudan öteye geçemiyor.
Bizim yaklaşımımız, bu tipolojiyi yatırımcı için de kent için de değer üreten bir sistem olarak ele almak. Geliştiricilere sunduğumuz önerilerde; yaşam kalitesini yükselten açık alan stratejileri, yapı-yer ilişkisini güçlendiren kentsel senaryolar, ticari fonksiyonların sürdürülebilir işlemesini sağlayan kullanıcı akışları, konutların mahremiyet, ışık, manzara ve sessizlik dengesi ve tüm bunların birbirine zarar vermeden çalışmasını sağlayan kurgusal algoritmalar bizim için temel başlangıç noktaları.
Doğru kurgulanan karma kullanımlı bir proje, sadece yatırımcının metrekare değerini artırmakla kalmaz; çevresindeki tüm bölgenin sosyoekonomik gelişimini de tetikler. Bu nedenle ben karma kullanımın, Türkiye’de yeni kentleşme modelinin en kritik araçlarından biri olduğunu düşünüyorum.
rggA olarak bize en çok motivasyon veren şey de tam olarak bu: Bir projeyi yalnızca mimari bir ürün olarak değil, bulunduğu çevreye yeni bir yaşam biçimi getiren bir organizma olarak ele almak. Çünkü yatırımcı açısından da kullanıcı açısından da gerçek değer, “Nasıl bir yaşam sunuyorsunuz?” sorusunda gizli.
Son olarak, Türkiye’de tüm bu tabloya rağmen sizi mimarlık adına hala en çok ne motive ediyor?
Açıkçası, her yeni projede “Burada hayat biraz daha iyi olabilir mi?” sorusuna yeniden cevap aramak beni hala heyecanlandırıyor. Doğru tasarımın, bir sokağın hissini, bir mahallenin güven duygusunu, bir insanın gündelik hayatını somut olarak değiştirebildiğini görüyoruz. Belki tüm ülkeyi bir anda dönüştüremiyoruz ama her iyi proje, daha iyi bir yapı kültürüne atılmış küçük ama gerçek bir adım.


