Mimar Emine Öğün:

©Ozan Güzelce
“Ev ve Şehir Vakfı olarak insan odaklı, adil ve sürdürülebilir şehirler için esnek çözümlerin geliştirilebileceğini hatırlatmak istiyoruz…”
Turgut Cansever’in vizyonuyla 1999 yılında kurulan Ev ve Şehir Vakfı’nın başkanı Mimar Emine Öğün ile Türkiye’deki şehirleşme ve konut sorunlarını, geliştirilebilecek çözümleri, mimarlığın toplumsal sorumluluklarını, katılımcı mimarlığı ve vakfın güncel faaliyetlerini konuştuk.
Yasemin Şener, Mimar
YASEMİN ŞENER Öncelikle Ev ve Şehir Vakfı’nın nasıl ve ne zaman kurulduğundan başlayabiliriz. Turgut Cansever’in bu vakfı kurarken ne tür amaçları, hedefleri vardı?
EMİNE ÖĞÜN Vakıf 1999’da kuruldu, 2002’de kuruluş tamamlandı. Kurulma amacı aslında bütün dünyada var olan bir mesele ama ülkemizde de çok yakıcı bir şekilde yaşıyoruz. Nüfus artışına paralel olarak sanayileşme, köyden kente göçü tetikliyor. Yeni şehirler kurmak veya bu artan nüfusla birlikte şehirleşmek isteyen ilişkinin yeterince çözümlenememesi, mevcut şehirleri şişiriyor. Bugün hepimizin farkında olduğu gibi yaşam kalitesini de olumsuz yönde etkiliyor, çarpık yapılaşma ve gecekondu ile.
60’lı yıllardan beri Turgut Bey ve arkadaşları için bu konut ve yerleşim meselesini Anadolu’da yeni çekim merkezleri kurarak, ülke ölçeğinde ele almak; ülke ve bölge arasındaki ilişkileri gözeterek, bütün ekonomik faaliyetlerle, yani tarım, hayvancılık, sanayi, kentsel donatılarla birlikte şehirsel kademelenme dediğimiz büyük şehirler, alt ölçekteki şehirler, daha küçük yerleşmeler ve en son köylere kadar gidecek bir mekanizmayla ele almak çok önemli bir meseleydi. Uzun yıllar bunun üzerine yazıp çizdi. Esas mesele aslında çarpık kentleşmenin yeniden ihyasıydı: İnsanın tabiatla ilişkisini yeniden ve doğrudan kurabildiği, konutlarında izole olmadığı, sosyal ilişkilerin güçlü olarak kurulabildiği mekanların üretilmesi.
Hep vardı zihninde ama vakfı 1999 yılında kurdu. Tam da depreme denk geldi. Turgut Bey depremle beraber yeni şehirler meselesini yeniden ele aldı. İki yıla yakın bir sürede yüz yirmi uzmanın katıldığı toplantılar düzenledi ve yirmi beş bin nüfuslu, beş ila altı mahalleden oluşacak bir pilot şehir modeli geliştirmeye çalıştı. Orada yaşayacakların iş yerlerinin de bulunacağı, yaya erişiminin öncelikli olacağı, kısa mesafelerde hareketin mümkün olacağı, donatıları güçlü ve yerleşik şehirlerle de ilişkinin kurulacağı bir model ve bu modelin çeşitlendirilerek çoğaltılması hedefi vardı.
Vakıf Turgut Bey’den sonra bir müddet pek faal olamadı ama son iki senedir yeniden canlandırmaya çalışıyoruz. Turgut Cansever ülkemizde konut konusunda düşünsel ve pratiğe ait çözüm önerilerinin geliştirildiği, değişik alternatifler üretmeye yönelik bilgilerin toplandığı bir üst merkezin olması gerektiğini düşünüyordu. Bu üst merkez olmadığı zaman büyük bir dağınıklık içinde çözüme ulaşamıyorsunuz. Doğru bir şey yapma ihtimaliniz neredeyse sıfır oluyor, sonsuz yanlış yapabiliyorsunuz.
İnsanlar geliyor; işte gecekondu oluşuyor. Bir müddet sonra imar geliyor; orada belirli haklar kazanılıyor; kat artışları oluyor. Ama yine bir çarpık yapılaşma oluyor. Çarpık dediğimiz de nedir? Sonuçta dünyada salgın olmuş bir hastalık büyük ölçüde bir apartmanlaşma meselesi olarak geliyor. İnsanlar burada bir konfor imkanı görüyorlar. Ama konfora karşılık kendi dairelerinin kapısından girdikleri anda izole bir alandalar. Bizim şehirlerimizde tabiatla bütünleşik mekanlar çoğunlukla yok maalesef. Komşularla ilişkiler de giderek zayıflıyor. Yani sokakta rastlaşmalar azalıyor. Mahalle kültürü oluşamıyor.
Günlük yaşantımızda, büyük kentlerde konutla iş yerinin ilişkisi kopuk olduğu için gün içinde çok fazla hareket ediyoruz; şehri bir uçtan bir uca kat ediyoruz; zaman harcıyoruz ve yorgunluk içinde akşamları ancak dinlenerek haftayı tüketiyoruz. Hafta sonunda bulunduğumuz yerden uzakta bir yerlere kaçmak istiyoruz.
Son yıllarda İstanbul’da hafta sonları özellikle hava güzelse, karayolu kavşaklarındaki yeşil alanlar bile piknik alanı olarak kullanılıyor. Bu bile bizlere ihtiyacın büyüklüğünü gösteriyor aslında. Şimdi bunu tersine çevirmek mümkün mü? Bu zor bir iş. Ama bu zor işi başarmak da eninde sonunda belirli bir mecburiyet, bir sorumluluk.
Vakıfta işte bu dönüşüm için neler yapılabilir, bunları araştırıyoruz. Bilgiyi oluşturmaya, Turgut Bey’in hedeflediği gibi vakfı bilginin toplandığı, ilgililerin ulaşabileceği bir merkeze dönüştürmek istiyoruz. Bu kapsamda Turgut Bey’in senaryo içinde yazdığı, çizdiğinde ortaya koyduğu bazı temel ilkeler var. Bu temel ilkelere paralel dünyada yapılan işler var. Sünger şehir, çocuk dostu şehir, sağlıklı şehir gibi kavramlar günümüzde tüm dünyada tartışılıyor. Hepsinin aslında temel ilkeleri çoğunlukla Turgut Bey’in de söyledikleriyle üst üste düşüyor.
Turgut Bey aynı zamanda geleneksel tecrübenin de bir kenara atılmaması gerektiğine inanırdı. Çünkü bizim coğrafyamızda Bizans’tan, Osmanlı’dan kalan izler var ve ciddi bir yaşam kültürü oluşmuş durumda. Bu kültürlerde bazı çözüm önerileri denenmiş ve süzülerek, kristalleşerek belirli bir noktaya gelmiş. Orada formülasyon yatay, yoğun bahçeli evlerden oluşuyor. Batı dünyasına bakıyorsunuz; İngiltere, Almanya, Fransa’da böyle. Fransa’daki şehir büyüklüklerine bakıyorsunuz. Paris’in nüfusu yaklaşık 2 milyon, onu Lyon ve Marsilya takip ediyor. 500 bin kişilik birçok şehir var. Sonra 300 bin, 200 bin, 100 binlikler, 50 binlikler var. 25 bin de komün dedikleri. Büyük şehirlerin yakınındaki diğerleri ve İstanbul gibi dev bir mesele. Bir sıkıntı var demek ki. Bunu aşmamız gerekiyor. Ama çözüm üretmek kolay bir hadise değil tabii ki gelinen noktada. Onun için de dediğim gibi öncelikle bilgi üretmek gerekiyor.
Ev ve Şehir Vakfı olarak yeniden insana dair, insan odaklı tasarımı önceleyen bir anlayışı geliştirmek, güzel bir çevrede sağlıklı yaşama hakkını inşa etmenin kolay, ulaşılabilir olduğunu ve yerel koşullara ve değişen ihtiyaçlara göre dönüşebilen esnek çözümlerin geliştirilebileceğini hatırlatmak istiyoruz. Tasarımın talep ve yaşam biçimlerindeki farklılıkları kucaklayacak esneklikte olması, tasarımcının bireysel tercihlerini ön planda tutmadan çözüm aramasıyla mümkün. Doğru yapıları var edebilmek de aslında mevcut değerler sistemini sorgulamak, içinde bulunduğumuz çağa dair eleştirilerimizi yapıp olası imkanları da değerlendirerek yeni cevap ve çözümler üretmek ile mümkün hale geliyor. Ev ve Şehir Vakfı bu tür çabaları desteklemek, bu yönde çaba gösteren birey ve kurumları bir araya getirerek şehir-ev ilişkisini, nasıl yaşamalıyız sorusunu yeniden ele almayı amaçlıyor.
YŞ Kentlerin gelişimi ve oluşumuna, mimarinin arkasındaki süreçlere baktığımızda, yönetim erkiyle bu ilişkilerin birlikte yürütülmesi gerektiği ortaya çıkıyor, değil mi? Bu durum, bağlı bulunduğumuz ülkenin ekonomisi ve koşulları kadar, yönetim anlayışına da bağlı. Peki, sizin bu üretimlerinizi yönetimle buluşturmak ya da onlarla iş birliği kurmak gibi planlarınız var mı?
EÖ Elbette olmalı. Topladığınız bilgiyi kendinize saklayamazsınız. Sonuç itibarıyla bu mesele, her türlü siyasi tartışmanın ötesinde bir durum. Anadolu’ya baktığınızda birçok köyün boşaldığını, tarımın bundan ciddi şekilde etkilendiğini görüyoruz. İklim değişimi ve iklim krizi de eklenince, tarım ürünlerine erişim ve hayvancılıkta sıkıntılar yaşanıyor. Sanayide de sorunlar var; büyük şehirlerde bir uçtan bir uca işe gidip gelen insanlar üretim süreci sırasında yorgun düşüyor. Yoğun ve sıkışık alanlarda işler zorlaşıyor, endüstriyel alanlar yenilenemiyor ve yeni teknolojileri mevcut mekanlara adapte etmek güçleşiyor.
Türkiye son yıllarda inanılmaz bir altyapı inşa etti. Ulaşım altyapısı gençlik yıllarımıza göre çok farklı. Bu altyapıyı kullanarak şehirlerin desantralizasyonunu sağlayabilir, yeni yerleşmelere çekim oluşturabilir, gönüllülük esasına dayalı olarak bu yerleşmeleri güçlendirebilir ve yaşatabiliriz. Ancak bu çok önemli bir sosyal mesele; insanları yaşadıkları yerlerden zorla alamazsınız. Gönüllü olmaları gerekir. Yer değişimi psikolojik olarak büyük etkiler yaratır ve adapte olmaları zaman alır. Üstelik o yerlerde halihazırda yaşayanlar da vardır; çeperde, yakınında veya uzakta. Bu ilişkileri doğru gözetmek gerekir.
Meselenin bir ekonomik planlama boyutu da var. Örneğin sanayi İstanbul’da nasıl, nerelere taşınabilir? Ne kadar maliyetle taşınabilir? Bu taşınma sonucunda ortaya çıkacak şehir mekanları; konutlar, ortak kullanılan alanlar, yollar ve dokular nasıl olmalı? Türkiye’de bu konuda doğru veya sürdürülebilir sonuçlar üretecek çok fazla çalışma yok. Ülke coğrafyasına bakarak, önümüzdeki 50–100 yıl için ülkenin gelişme stratejilerinde mutabık kalıp, ana stratejilere göre kademelenmeyi planlamak, nerelerin çekim merkezi olacağını, alt merkezlerin nasıl oluşturulacağını ve Türkiye’nin bölge ölçeğinde, hatta Orta Doğu ölçeğinde ağırlığını nasıl artıracağını düşünmek gerekiyor.
Makro ölçekten mikro ölçeğe indiğimizde, aslında işin mimarisinin nasıl olması gerektiği konusunda kafalar oldukça karışık; dünya genelinde de durum aynı. Bir yapı uzun yıllar boyunca kalıcı oluyor ve tasarımcılar çoğu zaman masaya koydukları kağıtta veya bilgisayar ekranında dikkat çekici, özel bir şey yaratmaya çalışıyor. Ancak bu, sadece tasarımcının o anki zihninin ürünü oluyor.
Oysa mimarlık resim veya heykel gibi bireysel değil, müzik ve şiir gibi de değil; toplumsal bir hadise. Ortaya konan mekansal bütünlük, mimari eser, çevresindeki herkesi etkiliyor. Bu durumda tasarımcının kendi kişiliğini yansıtan özel bir şey yapma hakkı nereye kadar olmalı? Kamu yapılarında bu hak belirli sınırlar içinde kullanılabilir, ancak konutlarda doğru standartları üretmek şart. Nasıl ki su ve hava olmadan yaşayamıyorsak, barınma olmadan da yaşayamayız; barınma bir hak. Bu hak karşısında ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorundayız.
Halkın kendi evini inşa etme imkanı olmalı, ancak bazı sınırlar çerçevesinde. Peki nasıl kolay inşa edilebilir? Kerpiç mi, ahşap karkas mı, prefabrikasyon mu? Bu soruların cevabını ülke olarak vermemiz gerekiyor. Öte yandan göç alıyoruz ve göç için yapılan kamp alanları bir süreliğine çözüm sağladılar, ancak şehir olamadılar. Onları gerçek birer şehir haline getirecek yaklaşım ne olmalıydı? Nasıl yapılmalıydı? Tüm bu meseleler, mimarlığın toplumsal boyutunu anlamak için kritik önemde.
YŞ Aslında bu, katılımcı mimarlık tartışmalarıyla da yakından ilgili. Halkın mutlaka üretime doğrudan katkı sağlaması şart değil; en azından yaşayacağı alanlarla ilgili fikirlerini beyan edebilmesi veya katkıda bulunabilmesi önemli. Katılımcı mimarığa dair dünyada çok sayıda örnek var. Örneğin Alejandro Aravena’nın devlet desteğiyle yaptığı projelerde binaların yarısının inşası kullanıcılara bırakılmıştı.
EÖ Benzer şekilde Mimar John Habraken, karkas konutlar üretiyor; kullanıcılar bu karkasın içine doğramalar ve farklı unsurlar ekleyebiliyor. Kerpiç de küçümsenecek bir malzeme değil. Hasan Fethi, kerpiçi doğrudan üreten köylülerle çalışıyor ve doğru yapıldığında kerpiç binalar 2000 yıl dayanabiliyor. Bizdeki kerpiç binalar ise çoğunlukla yıkılıyor, çünkü köylü bakımını karşılayamıyor. Betonarmede ise radon gazı, ısı köprüleri gibi sorunlar var. Oysa kerpiç ve ahşap karkas yapılar, nefes alan malzeme özellikleri sayesinde iklim dayanımı açısından çok daha güçlü. Örneğin, 120 metrekare tek katlı bir ahşap karkas evi, bir usta ve beş işçiyle sadece 8 günde inşa edebiliyoruz. Ancak bizim orman ürünlerimiz çoğunlukla suntaya dönüştürülüyor. Bunu yapısal ahşap olarak kullanmayı bir devlet projesi haline getirip zamanla orman üretimini bu yöne kanalize edebiliriz. Betonarmeyi tamamen reddetmek söz konusu değil; betonarme, yığma, kerpiç ve hafif çelik hepsi kullanılabilir.
Kültürümüzde imece geleneği de var. Kırsalda güçlü, şehirlerde kaybolmuş olsa da gerektiğinde birbirimize yardım etmeye hazırız; depremde de bunun ne kadar yaygın olduğunu gördük. Yeni kuracağımız şehirlerde adalet çok önemli; mekansal kalite açısından herkese eşit olmalıyız. Bahçeli bir ev, sadece varsıllara ait olmamalı. Bu coğrafyada toplumun tamamı için bahçeli evler üretmek mümkün; illa büyük bahçeler değil, küçük avlular veya birkaç saksı ve bir ağaç da yeterli.
Son olarak, üniversiteler de bu sürecin önemli bir ayağı. Ülkenin yapı kültürünün yeniden inşasında üniversitelerin öncülük etmesi gerekir. Biz özellikle Richard Sennett’a çok ilgi duyduk. Harvard’da yaptığı hoş bir konuşmasında ve kitaplarında söz ettiği “open city” yani “açık şehir” kavramı benim için önemli bir referans oldu. Sennett’a göre “açık şehir”, rastlantısallığın olmadığı, aşırı kontrollü ve kapalı sistemlerin tam tersi bir ideali temsil ediyor. Kentin gelişimine katılabilmek, mekanın değişime açık olması, kullanıcının üzerine ek yapabilmesi ve onu benimseyebilmesi açısından bu açıklık çok değerli. Dolayısıyla planlamada yerelle mutlaka sürdürülebilir bağlar kurulmalı ve kullanıcılarla doğrudan ilişkilenilmeli.
Buna ek olarak tasarım dilinin elastik olması gerekiyor. Statik bir planlama anlayışından söz etmiyoruz; buradaki yaklaşım, bir yüzey üzerinde çizgilerin dans edebildiği, yer değiştirebildiği ve katı kuralların olmadığı açık bir planlama anlayışı. Örneğin bir ana aks tarif ediliyor, onun üzerinde çıkmazlar ve kümelenmeler oluşturuluyor. Diyelim ki bir kümeyi 50 ev olarak planladınız; yoğunluk ihtiyaç halinde 60’a, 70’e çıkarılabiliyor. Bu elastikiyet, hem planlamanın hem de yapı birimlerinin değişimlere adapte olabilmesini gerektiriyor.
YŞ Turgut Bey’in vakfı kurarken tanımladığı doğru şehir kavramı da bu bağlamda önemli. Peki, çeyrek asırlık bir süreçte ev ve kent kavramları nasıl değişti? Genel olarak mimarlık ve kente bakış açısı nasıl evrildi? Bu değişimler vakfın vizyonunu nasıl etkiledi?
EÖ Aslında çok da değişmedi. Ben Akademi girişliyim, mimarlık eğitimi aldım. Konut tasarladık, bağımsız konutlar çizdik ama ağırlıklı olarak apartman tipolojileri üzerinde çalışıldı. Proje aşamasında kültür merkezleri gibi farklı programlarla ilgilenme fırsatımız oldu, ama yerleşme tasarlamaya çok fazla yönlendirilmedik. Kendim bir kez yerleşme tasarımı denemiştim. Şehircilik dersinde de toplu konut çizimi yaptık. Toplu konut denince akla genellikle Ataköy örneği geliyordu. Levent gibi bahçeli evler tekrar ettirilmedi; oysa Levent hala cennet gibi bir yaşam alanı ve iş yeri olmasına rağmen, çoğunlukla Ataköy modeli izlendi. Bu, modern dönemin Batı’dan etkilenmesinin bir sonucu.
İsveç’e gittiğinizde de benzer projeleri görüyorsunuz; örneğin Stockholm’ün çeperinde birçok mahalle bu tarzda. Tarihi şehir korunuyor ama çevresi modern toplu konutlarla dolu. Bu durum bütün dünyada benzer şekilde gelişti ve Türkiye’de de eğitim bu doğrultuda ilerledi. Kamu tarafı da konut açığını çözmek için bu çabayı destekliyor ve mevcut yaklaşım bu doğrultuda şekilleniyor.
Ancak biz şunu soruyoruz: Bu çaba yeterli mi? Başka neler yapılabilir? İstanbul’un nüfusu artmaya devam ediyor ve bu noktada somut çözümler üretilmediği görülüyor. Bazı akademisyenler yeşil çatı ya da yeşil bina öneriyor; elbette bunlar değerli fikirler ama daha çok suni ve yüzeysel çözümler, gerçek anlamda konut sorununu çözmüyor.
Türkiye coğrafyasına baktığımızda, yüzölçümü 780.000 km², nüfusu ise 85-90 milyon civarında. Buna karşılık İngiltere’nin yüzölçümü yaklaşık 360.000 km², nüfusu ise 65 milyon civarında. Demin de söylediğim gibi, İngiltere’de nüfusun %92’si konutlarda, bahçeli, teraslı ya da sıra evlerde yaşıyor. Bizde ise durum tam tersi ve pek çok alan boşalmış durumda. Bu, aynı zamanda bir milli güvenlik meselesi olarak da görülebilir; ülke coğrafyasını etkin bir şekilde kullanmamız gerekiyor.
Ülke yüzölçümü ve nüfus oranlarına bakıldığında, potansiyel alanlarımız yeterli olmasına rağmen, üstte yoğun bir yerleşim söz konusu. Önemli olan, nerelere yerleşilebileceği, yerleşimin nasıl yapılacağı, toplumsal katılımın nasıl sağlanacağı ve insanların bu süreçte bilinçlendirilmesi. Örneğin, Sivas’a göçen sanayicilerle ilgili haberler vardı; bazı sanayiciler ise geri dönüşler için teşvik edilmeye çalışılıyor. Bu gibi trendleri organize etmek için devletin imkanları ve bu eğilimleri anlaması gerekiyor.
Biz vakıf olarak bu sürece katkı sağlamaya çalışıyoruz. Şimdilik bir sosyal araştırma yürütüyoruz: Farklı şehir tipolojileri, yerleşime uygunluk, Türkiye’nin iklim projeksiyonları ve tarım-hayvancılık gibi konular inceleniyor. Örneğin, “15 dakika şehir” yaklaşımı ve yerleşime uygunluk analizleri yapıyoruz; Türkiye’nin önümüzdeki 50-100 yılı için iklimle ilgili projeksiyonları resmi bir rapora dönüştürmek istiyoruz.
Araştırmaları hem kendi ekibimiz hem de üniversitelerle iş birliği içinde yürütüyoruz. Bu sayede meseleyi bütüncül olarak anlayabiliyor, tarım ve hayvancılıkla ilgili planlamalar yapabiliyoruz. Çünkü boşalan köyler ve tarım alanlarındaki sıkıntılar aşılmazsa, ülkenin gelecekte kendi kendini beslemesi zorlaşır.
Bilgileri topladıktan sonra kamuoyuyla paylaşmak, yeni şehirler kurmadan önce veriye dayalı karar almak çok önemli. Dünyadaki gelişmeleri takip ediyor, meslektaşlarımızla fikir alışverişi yapıyor ve bu bilgiler ışığında pratik projeler geliştirmeye çalışıyoruz. Böylece hem düşünsel hem de uygulamaya yönelik bir araştırma süreci yürütmüş oluyoruz.
YŞ Peki, yakın zamanda yaşadığımız Güneydoğu Anadolu depremini ve sonrasını da yakından gözlemlemişsinizdir. Bu süreçte hem yönetim erkinin tutumları hem de mimarların dahil olduğu çeşitli projeler gündeme geldi. Buna dair sizin ele aldığınız bir proje oldu mu ve bu durumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Oradaki alınan aksiyonları aceleci buluyor musunuz, yoksa yapılması gereken, doğru adımlar mı atıldı?
EÖ Tabii ki konu oldukça geniş ve kapsamlı; büyük bir alanda, çok sayıda insan için hızlı çözümler üretilmesi gerekiyordu. Bu durum, planlama ve uygulama süreçlerinin karmaşıklığını da gözler önüne seriyor. Bu süreç gerçekten çok zor ve hazırlıksız yakalandık. Türkiye Tasarım Vakfı gibi kuruluşların çabaları önemliydi, ancak depremin yarattığı acil boşluğu hızla doldurmak gerektiği için yapılanların ilkelerle örtüşüp örtüşmediğini değerlendirmek kolay değil. Sosyal meseleleri ele almak için yeterli zaman yoktu ve eleştirel olmak da ayrı bir problem.
Yine de bazı çıkarımlar yapılabilir. En kolay barınma çözümlerini, çeperdeki kırsal alanlara yerleşenler sağladı; kendi bahçelerine barınaklarını inşa ettiler. Bu tür örnekler, tarihsel deneyimlerle birlikte bize yol göstermeli. Tarihsel süreçte de, örneğin Antakya’da, yapıların yıkılma sebeplerinde tasarım ve inşaat mühendisliği kabullerindeki eksiklikler etkili olmuş. Fayların ve doğal koşulların zenginliği de göz önünde bulundurulmalı; üstünde var olurken nasıl var olmamız gerektiğini unutmamak lazım.
Burada temel prensipler şunlar olmalı: Azla yetinmek, tevazu, hafif ve elastik yapılar üretmek, rijit beton yapılar yerine değişimlere adapte olabilecek çözümler geliştirmek. Konut veya merkezi planlama yaklaşımını yalnızca “konut üretmek” olarak görmek yerine; sosyal, rekreasyon ve altyapı unsurlarıyla birlikte düşünmek gerekiyor. Aksi takdirde 500 bin konut üretirsiniz ama insanlar sığınacakları yerleri ve günlük yaşam ihtiyaçlarını bulamazsa, “uyku şehirleri” oluşur.
Türkiye’nin kültürel yapısı ve birlikte yaşama alışkanlığı, sosyal problemleri bugüne kadar büyük ölçüde önledi. Göç edenler genellikle ülke içinden olduğu için şehre aidiyet duygusuyla entegre oluyor. Ancak örneğin Maraş’ta ovadaki yerleşmelerin yüksek katlı yapılara izin verilmemesi gerekiyordu; geçmişte uzmanlar en fazla iki kat yapın demişti, ama biz bunu unutmuşuz.
Bu nedenle meslek alanlarımızı, mimar ve mühendis olarak kendi içimizde sorgulamamız gerekiyor. Kazık çakılacaksa, zeminin sağlam olduğu yerlerde ve hafif, az katlı, elastik yapılarla yapılmalı. Rijit ve ağır strüktürlerden kaçınmalı, egoları frenlemeli ve uzmanlık bilgisini ön plana çıkarmalıyız.
YŞ Beklenen İstanbul depremi kritik bir konu ve bu kadar çarpık yapılaşmış, nüfus yoğun bir metropolde olası felaket senaryoları ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ne yazık ki 1999 depreminden bu yana yapılanlar yetersiz kaldı ve gecikilmiş bir sürecin içindeyiz. Bu konuda vakıf olarak yürüttüğünüz çalışmalar var mı?
EÖ Vakıf olarak, Turgut Bey’in önerdiği üzere, şehirden nüfusun sanayisi ve işyeriyle birlikte taşınması fikri hala geçerli. 2007’ye kadar KOBİ’lerle yapılan saha araştırmaları, insanların iş, okul ve sağlık hizmetlerine erişim sağlanabilirse taşınmayı kabul edebileceğini göstermişti. Özellikle İstanbul’a Anadolu’dan göçenler memleketlerine bağlılıklarını sürdürüyor ve doğru koşullar sağlanırsa geri dönmeyi tercih edebilirler.
Deprem özelinde olmasa bile, şehirdeki yoğunluk ve ulaşım sorunu da ekonomik ve sosyal maliyetler yaratıyor. Köprülerde ve yollar üzerinde saatlerce süren trafik, hem zaman kaybına hem hava kirliliğine hem de ekonomik verimlilik kaybına yol açıyor.
Kentsel dönüşüm ve çürük yapıların yenilenmesi bir çözüm imkanı sunsa da, mevcut uygulamalar yetersiz. Özellikle Kadıköy-Bostancı gibi yoğun bölgelerde, mevcut 5-6 katlı apartmanların yerine 10-20 katlı yapılar yükseliyor. Bu, sadece nüfusu artırıyor ve yaşam kalitesini düşürüyor. 40 yıl sonra bu yapılarda yeniden deprem riski oluşabilir. Bu nedenle tek boyutlu çözüm aramak doğru değil. Ada bazında dönüşüm daha dengeli sonuçlar verebilir; az katlı ve yüksek katlı yapılar dengelenebilir, boşluklar, avlular, yeşil alanlar korunabilir.
Kentsel dönüşümde otopark, rampalar ve araç asansörleri gibi teknik meseleler de ciddi sorun oluşturuyor. Bunun yanı sıra belediyeler ve kent yönetimleri, halkı yatırımcılarla doğrudan yüzleştirmekle yetinmek yerine, standartları ve planlamayı belirleyip profesyonel rehberlik sunabilir.
Esas sorun, mimar ve mühendislerin meseleye bütüncül bir açıdan yaklaşmaması. İstanbul’daki nüfus yoğunluğu, çok katlı yapılar ve olası deprem etkisi birlikte düşünüldüğünde hem psikolojik hem de yapısal açıdan çok karmaşık bir problem oluşturuyor. Bu nedenle İstanbul’un geleceğine dair planlama, ciddi, bütüncül ve disiplinler arası bir yaklaşımla ele alınmalı.
YŞ Mimarların artan doğal afetler, göçler ve ekonomik krizler karşısında toplumsal sorumluluk alarak halkla katılımcı projeler üretme konusunda eksik kaldığını düşünüyor musunuz?
EÖ Gönüllülük esaslı, halkı dahil eden mimari projelere daha çok ihtiyaç var; özellikle deprem gibi afetlerin ardından barınaksız kalan insanların yaşadığı bir ülkede bu daha kritik. Mimarların, gösterişli binalar yerine hava, su ve barınma hakkını gözeten, halk için doğru projeler üretmesi gerekiyor.
Hasan Fethi’nin Mısır’da yaptığı kerpiç konut örneği, ucuz, sağlam ve kullanıcıyla birlikte üretilmiş bir proje olarak ilham verici. Ancak bu tür projeler Türkiye’de yeterince takip edilmiyor; örnek alınmıyor. Mimarlıkta ahlaki sorumluluk, rantın etkisine kapılmadan topluma hizmet etmeyi gerektiriyor.
Yerel kimliğe saygı göstererek, coğrafyanın potansiyelini doğru kullanan, meyilli veya düz arazilerde sıkışıp genişleyebilen vaziyet planları üretmek önemli. Standartlar ve ortak bir dil mimaride gerekli; yoksa bireysel tercihler ön plana çıkar ve ortak mekan anlayışı kaybolur.
Sonuç olarak Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da zor problemler var; fakat doğru bilgi ve yaklaşım ile halkı dahil eden, sürdürülebilir ve adil projeler üretmek mümkün.
YŞ Son olarak, vakfın gelecekte yürütmeyi planladığı çalışmalar ve kendini konumlandırmak istediği alanlar hakkında neler söylersiniz?
EÖ Üniversiteler ve çeşitli alanlarda uzmanlarla zaman yayılı iş birlikleri yaparak farklı konular üzerine çalışıyoruz; mesela başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin zaman içerisinde geçirdiği dönüşümü araştıran bir projemiz var. Anadolu’da geleneksel yapı tipolojileri ve kamusal alanın biçim dilindeki tipolojileri anlamak için bir çalışma yapıyoruz. Kurucumuz Turgut Cansever’in yazılarından derlenmiş kitaplarının yeniden basımı için hazırlıklara başladık. Vakıf bünyesindeki araştırma ekibimizde bir yandan şehir, planlama, mimarı tasarım alanında araştırmaları sürdürüyorlar, amacımız bu konularda farklı bakış açılarını sentezleyip paylaşmak.
Türkiye’de benzer çalışmalar yapan birçok kuruluş var, fakat bunlar tek bir çatı altında birleşip eylem birliği oluşturamıyor. Biz kendi araştırmalarımızı yapıyoruz; bunu biraz daha toparlayıp duruşumuzu netleştirirsek, diğer benzer çabalara sahip grupları da bir araya getirebilecek bir girişim başlatmak istiyoruz. Böylece hem tek bir ses üretebilir hem de çeşitliliği ve açıklığı koruyarak doğruyu deneyerek bulabiliriz.
Pilot şehir fikirlerinden yola çıkarak, Türkiye’nin şehirlerinin desantralizasyonu ve yeni şehirler ile kademeli şehirleşme süreçlerinde farklı tavırları denemek zorundayız. Tek bir örnek doğru değil; örnekleri çeşitlendirmek, geliştirmek ve düşünceleri yan yana kabullenerek mutabakat zemini oluşturmak, diğer çalışan gruplarla iş birliği yapmak önemli hedeflerimiz arasında.
Eğitim açısından, vakıf olarak geleceğin mimarlarının yetişmesine katkı vermek, akademilerle iş birliği yaparak know-how paylaşmak ve öğrencileri sürece dahil etmek önceliklerimiz. Şimdiden birkaç üniversite ile proje çalışmaları yürütüyoruz; bunları olgunlaştırıp netice raporları ve üst söylemlerle paylaşmak, geri dönüşler almak ve iş birliklerini geliştirmek planımızda. Geçen sene birkaç yayını akademiye ulaştırdık ve oldukça verimli geri dönüşler aldık; bu, bilgi boşluğunu doldurmak ve geleceğe hazırlanmak için çok değerli. Ev ve Şehir Vakfı olarak biz de bu tür girişimlere her zaman destek vermeye hazırız.


