Bir Balkanlar Gezisinden İzlenimler-2

Vedat Tokyay, Mimar

İlk bölümde, Müslüman sivil yapıların Osmanlı mimarlığıyla ilişkilerini, Hristiyan yapılarının da Osmanlı mimarlığından etkilenmelerini ve Bektaşi camilerinin özelliklerini incelemiştik. Osmanlı, bu topraklarda büyümesini Bektaşiliğe borçludur. Bektaşi tekkeleri, kısmen inancın yayılması anlamında manastırlara benzemelerine rağmen önemli farklılıkları da vardır. Öncelikle, manastırlar, kent veya kasabadan izole, doğanın hiç kimsenin göremeyeceği alanlarında yapılırken, tekkeler mahallenin içindedir. Örneğin, Harabati Tekkesi, Makedonya Kalkandelen’in güneybatısındaki Tekke mahallesinde bulunmaktadır. Manastırlar, çoğunlukla taş yapılar olarak yapılmalarına rağmen Bektaşi tekkelerinde çoğunlukla ahşap kullanılır. Çünkü Bektaşilik bir Anadolu geleneğidir ve Anadolu’da ahşap kullanımının geçmişi oldukça gerilere gider. 

Böyle diyerek, Kalkandelen’de bulunan Harabati Baba Tekkesi’ne adımımızı atalım. Tekke, 1538 yılında Sersem Ali Baba tarafından kurulmuş ve bölgede Bektaşiliğin yayılmasında önemli rol oynamıştır. Yirmi altı dönümlük külliye, çeşitli yapılardan oluşmuştur. Külliyede, mescit, semahane, şadırvan, namazgah, türbe, dervişhane, aşevi, harem, samanlık ve ahır bulunmaktadır. Külliyenin etkinlikleri 1945’de sona erdirilmiş ve Tito döneminde motel ve restoran olarak kullanılmış, 2001 yılında Bektaşiler mekanlarını devralmışlardır. Külliyenin en dikkat çeken yapıları şadırvan-namazgah, aşevi ve Mavi Konak’tır. Diğer ayakta kalan yapılar, orijinal halleriyle alakasız biçimde değiştirilmişlerdir (Resim 1).

Resim 1. Tekkenin ana giriş kapısı ve Tito döneminde motele dönüşen semahane ve derviş yatakhaneleri.

Resim 1. Tekkenin ana giriş kapısı ve Tito döneminde motele dönüşen semahane ve derviş yatakhaneleri.

Şadırvan, geniş ahşap saçakların oluşturduğu gölgeliğin altında ve ahşap direkler üzerinde açık bir sofa biçiminde düzenlenmiştir. Şadırvanın batı tarafında fıskiyeli sekizgen bir havuz vardır. Bektaşiler, havuzun çevresindeki sedirde toplanıp sohbet ediyorlardı. Şadırvana bitişik sedir ağacından yapılmış ahşap oyma kafesli bir kapıdan namazgah bölümüne geçilmektedir. Her iki bölümde de ahşap oyma işçiliği ve bitki motifleri görülmektedir. Bu da Alaca Cami ile benzerliği pekiştirmektedir. Her iki yapıda da Makedon diliyle konuşan Müslüman-Türk ustaların çalıştığı bilinmektedir (Resim 2).

Resim 2. Harabati Baba Tekkesi, şadırvan-namazgah.

Resim 2. Harabati Baba Tekkesi, şadırvan-namazgah.

Ahşap direkli bir yarı açık mekan olan aşevi, dev bacasıyla ayakta kalan ender yapılardandır. Belki de, ayakta kalmasının nedeni, 1945’den sonra Tito döneminde burasının bir restoran olmasıdır (Resim 3). 

Resim 3. Harabati Baba Tekkesi, aşevi.

Resim 3. Harabati Baba Tekkesi, aşevi.

Mescitle türbeler arasında yer alan iki katlı harem dairesi, tekkenin tahribe uğramamış yapılarındandır. Zemin katı moloz taş, üst katı ahşaptan yapılmış olup tümünde pencereler vardır (1). Pencerelerin üstünde ise yuvarlak tepe pencereleri ve kalem işi duvar süslemeleri ile Bektaşi sembolü aslan figürü bulunmaktadır. Güneş kontrolu için geniş saçakları ve kepenkleri vardır (Resim 4).

Resim 4. Harabati Baba Mavi Konak.

Resim 4. Harabati Baba Mavi Konak.

Kalkandelen’den Karadağ’ın Budva kentine dönüyoruz. Tam bir deniz kenti olan Budva, adaları ve yarım adalarıyla denizin dantel gibi örüldüğü bir yer. Bu yüzden de, turistlerin ve emlak rantının işgaline uğrayan kent yoğun ve yüksek yapılarla dolmuş (Resim 5).

Resim 5. Budva Otelleri.

Resim 5. Budva Otelleri.

Halbuki, denizin kıyısında kurulmuş eski Budva, çok güzel bir Venedik kentiymiş. Venedik Cumhuriyeti’nin Adriyatik’teki kalelerinden biri olan Budva, Osmanlı’nın ele geçiremediği bir kent. Budva’nın kalbi olan Stari Grad (eski şehir) dar sokakları, küçük meydanları ve tarihi Venedik taş evleri ve anıtlarıyla ünlüdür (Resim 6).

Resim 6. Budva Stasi Grad.

Resim 6. Budva Stasi Grad.

Budva’ya beş kilometre uzaklıkta yer alan Sveti Stefan, 12 bin metrekare arazi üzerinde, sedir, çam ve zeytin ağaçlarının, yüz kadar ev ve üç kilisenin yer aldığı bir ada. Uzun yıllar etrafının surlarla çevrili olmasının nedeni, adayı Türkler ve korsanlara karşı savunmakmış. 1960’lı yıllara kadar bir balıkçı köyü olarak gelmiş. Tito rejimi tarafından, adadaki köylüler karaya taşınarak, elitlerinin özel tatil yerine dönüştürülmüş. Şimdi de pek farklı değil bence. Bütün bir ada, 2000’li yıllarda Aman Resorts tarafından işletilen lüks bir otel olmuş. Çok yazık (Resim 7).

Resim 7. Budva Sveti Stefan.

Resim 7. Budva Sveti Stefan.

Budva’ya çok yakın bir deniz kasabası olan Kotor’a gidiyoruz. Burası Budva gibi olmadığı için 1979 yılından bu yana UNESCO Dünya Miras Listesinde yer almakta. 14-18. yüzyıllarda Venedik egemenliğinde kalmış, 1918 yılında da Yugoslavya’ya katılmış. Sırtını kayalık dağlara vermiş, etrafı surlarla çevrili bir liman şehri olup Dubrovnik’in küçük bir modeli sayılabilir. Surların içindeki şehir, meydancıkları, dar sokakları ve restore edilmiş evleriyle Venedik mimarisinden etkilenmiş. Venedik’ten somut olmayan bir kültürel miras da, Şubat ve Temmuz aylarında karnavalların yapılması olmuş. Ayrıca, yazları her hafta meydanda bir konser veya gösteri düzenleniyormuş (Resim 8).

Resim 8. Kotor eski şehir.

Resim 8. Kotor eski şehir.

Kotor körfezindeki en önemli yapay adaya gidiyoruz. “Kayaların Meryemi” isimli bu ada kilisesinin öyküsü, “Meryem ve Çocuk” isimli bir ikonun, bir balıkçı tarafından bir kayanın üzerinde bulunmasıyla başlar. Her gün balığa çıkan balıkçılar denize taş atıp bu adayı oluştururlar ve adanın üzerinde 1452 tarihinde bir küçük şapel inşa edilir. 1630 yılında ise şu anda gördüğümüz formdaki “Kayaların Meryemi” isimli Roma-Katolik kilisesi ve adanın ucuna bir deniz feneri inşa edilir. Denize taş atma geleneğini üreten bir mimari yapının varlığını ve Kotor’da her yıl 22 Temmuz gün batımında, yerel sakinlerin teknelerine binip denize taş atarak adanın yüzeyini genişlettiği bir etkinlik gerçekleştiğini de burada öğrendim (Resim 9). 

Resim 9. Kayaların Meryemi (Wikipedia).

Resim 9. Kayaların Meryemi (Wikipedia).

Farkındayım, bu yazıda hep geçmişin mirasından söz ettim. Çünkü gezdiğim bu topraklarda modernizm adına yapılanların büyük bir çoğunluğu geçmişlerinden daha iyi değil.


Notlar

  1. 1799 yılında, tekkenin içinde, Kosova Valisi Recep Paşa’nın kuruculuğunda bir vakıf oluşturulmuştur. Mavi Konak adlı yapıyı Recep Paşa’nın veremli kızı Fatma Hanım’ın yüksekte daha temiz hava alması için yaptırdığı düşünülür. O yüzden üst kat tümüyle pencerelidir.
  2. Aksi belirtilmedikçe tüm görseller V. Tokyay Arşivi’ne aittir.