Kent ya da Doğa Yerine Kent ve Doğa: Sosyonatürel Melez Alanlar Olarak Kent Parkları

Dünyanın farklı kentlerinin içerisinde kendi ekolojisini korumaya çalışırken aynı zamanda toplumsal olarak bir araya gelme, nefes alma ve kentsel deneyimi doğanın himayesi ile bir arada yaşama imkanı bulduğumuz önemli kent parklarını bir araya getirdik.

Hazırlayanlar: Ebru Şevli, Mimar
Bengü Günseli Kökçü, Mimarlık Öğrencisi

Bugün kentleri doğadan ayrı hayal etmek, modernist bir yanılsamayı sürdürmek gibi görünüyor. Organik, teknik, toplumsal, maddi, kültürel ve ekolojik boyutları bir arada bulunduran kentler her zaman melez bütünler oluşturdular. Suları, havası, toprağı ve altyapıları yalnızca insan eylemlerinin arka planı değil; kent yaşamını şekillendiren ve ondan şekil alan ortak aktörler olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Kent parkları ise bu melezliğin kristalleştiği alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Ne dokunulmamış bir vahşi doğa ne de bütünüyle yapay bir tasarım olan parklar; altyapıların, ekolojilerin ve gündelik pratiklerin kesiştiği sosyonatürel mekanlar oluşturuyor, düzenlemeler ve pratikler arasındaki düğümler olma niteliği taşıyorlar. Çimler, ağaçlar ve göller; banklar, yollar ve borularla yan yana bulunuyor; kuşlar, böcekler, çocuklar ve bahçıvanlar birlikte bu mekanları yeniden üretiyor. Bu nedenle parklar yalnızca kentin “akciğerleri” değil, taş ile toprağın sınırlarının sürekli yeniden çizildiği müzakere alanları olarak tanımlanabilir.

Bir zamanlar modernite tarafından dayatılan keskin ayrım, doğa ve kültürün arasında oluşan net ikilik bugün küresel çevrebilimi ve kent tarihi tartışmalarında çözünmüş durumda. Bu tartışmalar bize kentleşmenin yalnızca doğaya karşı bir çıkarım ve denetim süreci olmadığını; aynı zamanda karşılaşma, uyum ve kimi zaman direniş süreci olduğunu da gösteriyorlar. Terk edilmiş endüstri arazilerinin yeşil ortak alanlara dönüşmesi, çöp tepelerinin oyun alanı yapılması, nehirlerin kamusal gezinti yollarına yeniden katılması gibi projeler; öngörülemeyen, kimi zaman dizginlenemeyen ama her daim derinlemesine kentsel yeni melezlerin ortaya çıkışını gösteriyor. Dolayısıyla, kentin içerisinde bulunan parkları ve yeşil alanları, şehrin içine hayali bir vahşi doğayı geri getirmek ya da parkları süsleyici altyapılara indirgemek için bir arayüz olarak ele almak yerine, onları birlikte varoluşun melez zeminleri olarak geliştirmek; insan ve insan-dışı aktörlerin failliğinin tanındığı, enerji, su ve beden akışlarının görünür kılındığı, kentsel yaşamın kendisini sürdüren ekolojik güçlere karşı alçakgönüllülükle icra edilebildiği yerler olarak hayal edebiliriz. Böylece kent parkları, sınırlar değil, eşikler olarak var olabilir; kent ile kır, toplum ile ekoloji, geçmiş ile gelecek arasında aracılık eden mekanlar oluşturabilirler. Değerleri, kent-doğa ikiliğini çözmekte değil; onu üretken biçimde açık tutmakta yatıyor olabilir. Taş ile toprak arasında, bu mekanlarda başka bir kentleşmenin ihtimalini görebiliriz: Ayrılığa değil, iç içe geçmeye dayanan bir kentleşme.

Dosya kapsamında dünyanın farklı kentlerinin içerisinde kendi ekolojisini korumaya çalışırken aynı zamanda toplumsal olarak bir araya gelme, nefes alma ve kentsel deneyimi doğanın himayesi ile bir arada yaşama imkanı bulduğumuz önemli kent parklarını bu kapsamda tartışmaya açmak için bir araya getirdik.


  • Central Park. Fotoğraf: Jermaine Ee.

  • Central Park. Fotoğraf: Harry Gillen.

Central Park, New York

1857 yılında New York kentinin Manhattan ilçesinde yer alan, kent sağlığını olumsuz anlamda tehlike altında bırakan bataklığın yerine kentlilerin nefes alabileceği ve zaman geçirebileceği bir alan oluşturmak adına Central Park komisyonu tarafından bir yarışma açılmış. Bu yarışma sonucunda elde edilen, 341 hektarlık bir alan üzerinde yer alan Central Park, açıldığı günden beri dünyanın en büyük metropollerinden biri olan New York için önemli bir sembol; ızgara planına sahip olan kent düzeninde bir organiklik ve ekolojik rezerv barındıran bir kaçış alanı olarak öne çıkıyor. Büyüklüğü ve sahip olduğu kültürel konum Central Park’ı dünyanın geri kalanı için kentsel bir model haline getiriyor. 1998 yılından beri kamu-özel ortaklığı ile yönetilen park konseyi, kar amacı gütmeyerek parkın tüm temel bakım işlerini yürütüyor.

Central Park, içerisinde çeşitli rekreasyonel etkinliklerin yapılacağı bölümler, yaya yolları ve toplu taşımanın hizmet vereceği bir yol sistemi bulunduruyor. Park, kuzeyde Harlem, güneyde Midtown Manhattan, batıda Upper West Side ve doğuda Upper East Side mahallelerine bitişik olarak konumlanıyor. Kuzeyden güneye 4 ve batıdan doğuya ise 0,8 kilometre boyunca uzanan Central Park, yoğun kent dokusu içerisinde sınırları net belirlenmiş bir vaha oluşturuyor.

Chapultepec Park, Mexico City

Mexico City’de, kentin tarihsel ve kültürel belleğinde önemli bir yere sahip olan Chapultepec Parkı, kökenleri Aztek dönemine kadar uzanan doğal bir alan üzerinde konumlanıyor. İlk kez 15. yüzyılda, imparatorların inziva ve su kaynaklarını koruma alanı olarak kullanılan bölge, 19. yüzyılın sonlarında hızla büyüyen Mexico City’nin ihtiyacı olan bir kamusal nefes alanına dönüştürülmüş. Bugün yaklaşık 686 hektarlık yüzölçümü ile Latin Amerika’nın en büyük şehir parkı olma özelliğini taşıyan Chapultepec, kentin merkezinde hem ekolojik bir rezerv hem de kültürel bir simge olarak varlığını sürdürüyor.

Barındırdığı doğal çeşitlilik ve tarihsel katmanlarıyla öne çıkan park, kentin biyolojik çeşitliliğini besliyor. İçinde göletler, yaya yolları, müzeler, anıtlar, hayvanat bahçesi ve rekreatif alanlar yer alıyor. Park, aynı zamanda modern Mexico City’nin kültürel kalbi olarak görülen Ulusal Antropoloji Müzesi, Modern Sanat Müzesi ve Chapultepec Kalesi gibi simgesel yapıları da bünyesinde barındırıyor.

Batıda Polanco, doğuda Roma-Condesa, kuzeyde San Miguel Chapultepec ve güneyde Lomas de Chapultepec mahallelerine komşu olan park, metropolün yoğun dokusu içinde sınırları belirgin bir yeşil alan yaratıyor. Chapultepec, hem Mexico City sakinleri hem de ziyaretçiler için doğa ile kültürü buluşturan bir kaçış alanı; büyüklüğü, çeşitliliği ve tarihsel derinliğiyle dünyanın önde gelen kentsel park modellerinden biri olarak kabul ediliyor.

İngiliz Bahçesi, Münih

Münih kent merkezinde yer alan ve 18. yüzyılın sonlarında Bavyera prensi Karl Theodor’un emriyle kurulan İngiliz Bahçesi, dönemin “İngiliz peyzaj bahçesi” anlayışından esinlenerek tasarlanmış. 1789 yılında inşa edilmeye başlanan ve adını bu peyzaj yaklaşımından alan park, yapay göletleri, kıvrımlı yolları ve doğal topografyayı ön plana çıkaran düzenlemesiyle, dönemin geometrik Fransız bahçe anlayışına karşı doğal bir alternatif olarak öne çıkmış.

Bugün yaklaşık 375 hektarlık büyüklüğüyle dünyadaki en geniş kentsel park alanlarından biri olan İngiliz Bahçesi, Münih’in merkezinde yer alan organik bir peyzaj parçası ve kentin simgelerinden biri olarak kabul ediliyor. Kentin yoğun yapısal dokusu içerisinde hem ekolojik bir rezerv hem de toplumsal yaşam için vazgeçilmez bir alan olarak işlev görüyor.

Park, 100’den fazla bitki türü ve yüzlerce ağaçla zengin bir biyolojik çeşitlilik sunarken, akarsuları, göletleri, yaya yolları ve bisiklet rotaları ile kentlilerin farklı aktiviteler gerçekleştirmesine olanak tanıyor. İçinde yer alan Çin Kulesi, Monopteros ve yapay akıntılarda sörf yapılabilen Eisbach nehri gibi öğeler, parkın hem kültürel hem de rekreatif önemini artırıyor.

Kuzeyde Isar Nehri boyunca genişleyerek kent dışına uzanan, güneyde ise Münih’in tarihi merkezine bağlanan İngiliz Bahçesi; batıda Schwabing, doğuda Bogenhausen mahallelerine komşu. Genişliği ve sahip olduğu doğal ve kültürel değerlerle, Münih için sadece bir park değil, aynı zamanda kentsel bir sembol; uluslararası ölçekte de modern kentsel park planlamasının öncü örneklerinden biri olarak görülüyor.

Hyde Park, Londra

Londra’nın merkezinde yer alan Hyde Park, 1536 yılında VIII. Henry tarafından Westminster Manastırı’na ait toprakların kraliyet mülkiyetine geçirilmesiyle ortaya çıktı. Park, VIII. Henry tarafından 1536 yılında Westminster Abbey’den araziyi alıp avlanma alanı olarak kullanılmasıyla kurulmuş. 1637’de halka açılmış ve özellikle 1 Mayıs geçit törenleri nedeniyle hızla popülerlik kazanmış. 18. yüzyılın başlarında Kraliçe Caroline’in yönetimi altında büyük gelişmeler kaydedilmiş. Park, bu dönemde genellikle soyluların katıldığı düellolara da ev sahipliği yapmış. 19. yüzyılda, 1851 Büyük Sergisi parkta düzenlenmiş ve Joseph Paxton tarafından tasarlanan Kristal Saray da bu sergi için inşa edilmiş.

Kraliyet Parkı olan bu park, Kensington Sarayı’ndan başlayıp Kensington Bahçeleri ve Hyde Park boyunca, Hyde Park Köşesi ve Green Park üzerinden, Buckingham Sarayı’nı geçerek St. James’s Park’a kadar uzanan bir zincir oluşturan park ve yeşil alanların, 142 hektara yakın büyüklüğüyle en büyüğünü oluşturuyor. Hyde Park, kentin tarihsel gelişiminde hem monarşik geçmişi hem de demokratik kültürü bir arada yansıtan simgesel bir mekan olarak öne çıkıyor. Bugün Hyde Park, düzenlenmiş göletleri, ağaçlıkları, çiçek bahçeleri, yaya yolları ve bisiklet rotaları ile Londra’nın yoğun dokusu içinde ekolojik bir rezerv ve sosyal yaşam alanı oluşturuyor. Hyde Park, Serpentine ve Long Water gölleriyle ikiye bölünüyor.

Batıda Kensington Gardens ile birleşerek daha geniş bir yeşil kuşak oluşturan park, doğuda Mayfair ve Westminster, kuzeyde Bayswater, güneyde ise Knightsbridge mahalleleriyle çevrili. Kentin kalbinde konumlanan Hyde Park, sınırları belirgin bir vaha olarak, Londra için sadece bir dinlenme ve rekreasyon alanı değil; aynı zamanda tarihsel süreklilik, kültürel ifade ve toplumsal özgürlüğün sembolü haline gelmiş.

19. yüzyıldan beri Hyde Park’ın temel özelliklerinden biri de ifade özgürlüğü ve gösterilerden oluşuyor. Konuşmacılar Köşesi, 1872’den beri ifade özgürlüğü ve tartışma noktası olarak kurulmuş. Chartistler, Reform Birliği, kadın hakları savunucuları ve Savaşı Durdur Koalisyonu burada protestolar düzenlemiş. 20. yüzyılın sonlarında park, Pink Floyd, Rolling Stones ve Queen gibi grupların yer aldığı büyük ölçekli ücretsiz rock müzik konserlerine ev sahipliği yapmasıyla biliniyor. Parktaki önemli etkinlikler, 2005’teki Live 8 ve 2007’deki yıllık Hyde Park Kış Harikalar Diyarı gibi 21. yüzyılda da devam etmekte.

Lumpini Park, Bangkok

Bangkok’un merkezinde yer alan Lumpini Park, 1920’li yıllarda Tayland Kralı VI. Rama tarafından, halka açık ilk büyük rekreasyon alanı olarak kuruldu. İsmini Budist mitolojisinde Buda’nın doğduğu yer olarak bilinen Lumbini’den alan park, başkentin hızla modernleştiği dönemde kentlilerin doğayla buluşabileceği kamusal bir kaçış alanı olarak tasarlandı.

Yaklaşık 57 hektarlık yüzölçümüyle Bangkok’un en büyük ve en eski parklarından biri olan Lumpini, günümüzde kentin yoğun ve karmaşık dokusu içinde düzenlenmiş göletleri, geniş çim alanları, yürüyüş ve bisiklet yollarıyla sakin bir kaçış mekanı işlevi görüyor. Park, aynı zamanda sabah sporları, yoga grupları ve geleneksel Tay Chi pratikleri için de kentin toplumsal yaşamında merkezi bir buluşma noktası.

Park içerisinde otuzun üzerinde bitki türü, göletlerde yaşayan su kuşları ve varan kertenkeleleri gibi canlılar bulunuyor; bu özellikleriyle Bangkok’un biyolojik çeşitliliğini destekleyen ekolojik bir ada niteliği taşıyor. İçinde yer alan heykeller, spor alanları, açık hava kütüphanesi ve konser sahnesi parkı hem kültürel hem de sosyal etkinlikler için canlı bir merkez haline getiriyor.

Silom, Sathorn ve Ratchadamri gibi Bangkok’un en yoğun finans ve iş merkezleriyle çevrili olan Lumpini Park, yüksek yoğunluklu kent dokusunun ortasında yeşil bir rezerv olarak öne çıkıyor. Büyüklüğü, kentlilerin günlük yaşamındaki merkezi rolü ve tarihsel önemiyle Lumpini Park, Bangkok için sadece bir rekreasyon alanı değil, aynı zamanda modern kentsel yaşamın denge unsurlarından biri ve kentin simgesel mekanlarından biri olarak kabul ediliyor.

Tiergarten, Berlin

Berlin’in kalbinde yer alan Tiergarten, kentin en büyük parkı ve en önemli yeşil alanlarından birini oluşturuyor. Kökeni 16. yüzyıla dayanan park, başlangıçta Brandenburg prenslerinin ve daha sonra Prusya krallarının av sahası olarak kullanılmış. 18. yüzyılın ortalarında halkın kullanımına açılan alan, peyzaj mimarı Peter Joseph Lenné’nin 19. yüzyılda yaptığı düzenlemelerle romantik peyzaj anlayışına uygun, göletler, çayırlıklar ve ağaçlıklı yürüyüş yollarıyla zenginleştirilmiş.

İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan bombardımanlarla büyük ölçüde tahrip olan Tiergarten, savaş sonrasında Berlin’in yeniden yapılanma sürecinde kentin yaşam damarlarından biri olarak yeniden ele alınmış. Savaş yıllarında kesilen on binlerce ağacın yerine kapsamlı ağaçlandırma çalışmaları yapılmış; bu süreç, parkın hem ekolojik hem de simgesel anlamda yeniden doğuşunu temsil ediyor.

Yaklaşık 210 hektarlık yüzölçümü ile Tiergarten, bugün Berlin’in merkezinde uzanan geniş bir yeşil kuşak oluşturuyor. Park, göletleri, küçük köprüleri, heykelleri, anıtları, açık çim alanları ve yoğun ağaç dokusuyla farklı mekansal deneyimler sunuyor. İçinde yer alan Siegessäule (Zafer Anıtı) Berlin’in en bilinen simgelerinden biri haline gelmişken, Bellevue Sarayı (Cumhurbaşkanlığı Konutu), Berlin Hayvanat Bahçesi ve çeşitli büyükelçilik binaları parkı siyasal ve diplomatik eksende de önemli kılıyor.

Tiergarten yalnızca bir rekreasyon alanı değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal yaşamın sahnesi. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren barış gösterileri, siyasi protestolar, maratonlar ve kültürel etkinlikler için kitlesel buluşma mekanı olmuş. Özellikle Zafer Anıtı çevresi, yılbaşı kutlamalarından Love Parade gibi kültürel festivallere kadar geniş bir yelpazede milyonlarca kişiyi ağırlamış.

Tiergarten, Berlinliler için gündelik yürüyüşlerden bisiklet turlarına, pikniklerden kültürel keşiflere kadar çeşitlenen işlevleriyle modern kent yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır. Tarihsel kökeni, ekolojik değeri ve simgesel rolü sayesinde yalnızca Berlin’in değil, Avrupa’nın da en önemli kent parklarından biri olarak öne çıkıyor.

Vondelpark, Amsterdam

Amsterdam’ın merkezinde yer alan Vondelpark, kentin en büyük ve en ünlü kamusal parkı. 1865 yılında açılan park, başlangıçta yürüyüş ve atlı gezintiler için tasarlanmış olup kısa sürede Amsterdam halkının buluşma noktası haline gelmiş. 19. yüzyıl sonlarında hızla gelişen kent dokusu içinde önemli bir yeşil alan ihtiyacını karşılayan Vondelpark, adını Hollanda edebiyatının önemli şairlerinden Joost van den Vondel’in heykelinden alıyor.

Yaklaşık 47 hektarlık yüzölçümüyle Vondelpark, göletleri, çimenlikleri, gölgeli yürüyüş yolları ve ağaçlı koridorlarıyla kentin yoğun dokusu içinde doğal bir soluklanma alanı sunuyor. Parkın mekansal kurgusu, İngiliz peyzaj bahçesi anlayışına dayalı kıvrımlı yollar, organik formlu su öğeleri ve açık yeşil alanların dengesiyle şekillenmiş.

Vondelpark yalnızca bir rekreasyon alanı değil, aynı zamanda Amsterdam’ın kültürel yaşamının ayrılmaz bir parçası. Parkta yer alan açık hava tiyatrosu (Openluchttheater), yaz aylarında konserlere, dans gösterilerine ve tiyatro oyunlarına ev sahipliği yapıyor. Bisiklet sürmek, koşmak, piknik yapmak ya da sadece güneşlenmek için gelen binlerce insan, parkı her gün kentin en canlı mekanlarından biri haline getirmiş.

Tarihsel süreçte Vondelpark, Amsterdam’ın toplumsal belleğinde de güçlü bir yer edinmiş. 1960’lar ve 70’lerde özgürlükçü hareketlerin, gençlik kültürünün ve karşı-kültür buluşmalarının merkezi olmuş; günümüzde ise farklı kuşaklardan kentlilerin ortak yaşam alanı olarak işlev görmeye devam ediyor.

Güneyde Museumplein ve büyük müzeler bölgesi, batıda Overtoom caddesi, doğuda Van Baerlestraat ve kuzeyde Leidseplein ile çevrili olan Vondelpark, Amsterdam’ın kültürel ve turistik akışının tam ortasında yer alıyor. Böylece park, yalnızca bir peyzaj düzenlemesi değil, Amsterdam kimliğinin ayrılmaz bir parçası ve modern kent yaşamının günlük ritüellerine ev sahipliği yapan simgesel bir kamusal mekan olarak öne çıkıyor.