FREA:

“İstanbul gibi çok katmanlı bir şehirde en değerli yaklaşım, mevcut hikayeyi bugünün kent deneyimiyle yeniden ilişkilendirmek…”

FREA çatısı altında her projeyi kendi problematiği, coğrafyası ve tarihselliği içinde ele alarak iyi mimari çevrelerin ortaya çıkmasına aracılık eden Mimar Fatih Yavuz ve Mimar Emre Şavural ile çoğulcu düşünce ve kolektif tasarım bilinciyle biçimlendirdikleri mimarlıklarını konuştuk.

Yasemin Şener, Mimar


Yasemin Şener Öncelikle mimarlık yolculuğunuzun nasıl başladığını dinlemek isterim. Ailenizde veya çevrenizde etkilendiğiniz mimarlar var mıydı? Bu mesleği nasıl tercih ettiniz?

Fatih Yavuz Aile fertlerinden hiçbiri mimar değildi. Dolayısıyla mimarlıkla ilgili farkındalığım ve ilk bağım doğrudan ailemden gelmese de, babamın yakın bir arkadaşının mimar oluşu belki de zihnimdeki ilk tohumlamayı yapmış olabilir. Ben aslında ziraatçı bir ailenin içinde büyüdüm. Üniversite tercih döneminde tarım makineleri tasarımı üzerine ciddi bir hevesim vardı ve bu sebeple makine mühendisliği bölümüne ilgi duyuyordum. Çevremizdeki akil insanlara bu konuyu danıştığımızda, analitik düşünme becerilerimi ve tasarım yapma merakımı daha iyi karşılayabileceği için mimarlığa yönlendirdiler. Bahsettiğim bu mimar figürüyle ilgili çocukluğumdan kalan bir anı var esasında. Zaman zaman babam elimden tutup beni yakın bir mimar arkadaşının yürüttüğü şantiyelere götürürdü. Oradaki mimarın hakimiyetini, işlerin akışını ve yönetme biçimini hayranlıkla izlediğimi hatırlıyorum. Bana çok güçlü bir figür gibi gelmişti. Dolayısıyla bütün bir ekibi yönetmesinin yanı sıra ortaya çıkan mekanın deneyimi de zihnimde hala çok canlıdır.

Emre Şavural Benim de o yıllarda çevremde ne bir mimar figürü ne de yapı üretim sürecine temas eden biri vardı. Mimarlığın ne olduğuna dair fikrim çok kısıtlıydı. Benim için kritik kırılma noktası, İzmir’den Ankara’ya yaptığımız bir üniversiteler ziyaretiydi. ODTÜ’yü gördüğüm anda vurulduğumu söyleyebilirim. Tercih listeme alt alta yazdığım ODTÜ bölümleri arasında mimarlık da vardı; mimarlığı kazanmamla birlikte yolum bu meslekle kesişti. Aslında biraz tesadüflerle başlayan bir ilişkiydi. Fakat sonrasında mimarlıkla olan bağımı, bilgimi ve yönelimimi adım adım, kendi tercihlerimle ve daha bilinçli bir şekilde inşa ettim. İlk başta tesadüfle başlayan bu yolculuk, zamanla daha bilinçli bir tercihe dönüştü ve mimarlık hayatımın merkezine yerleşti.

YŞ Öğrencilik yıllarınız nasıl geçti? ODTÜ’de aldığınız eğitimin size neler kattığını düşünüyorsunuz? Öğrencilik yıllarında çalışma veya yarışma projeleri yapma fırsatınız oldu mu?

Aslında bizim ortaklığımızın temelleri, birinci sınıfta kurulan o meşhur “altılı masa” sisteminde atıldı. O günden bu yana Fatih’le hep yan yana, birlikte üretiyoruz. O masadaki arkadaşlarımızla da kendi pratiğimizi kurma hayali hep vardı. Nitekim ilk ofisimiz, yine o gruptan üç kişinin bir araya gelmesiyle oluştu; sonrasında ise Fatih ve ben yolumuza birlikte devam ettik. Öğrencilik yıllarında ilk yarışma deneyimimiz dördüncü sınıfta oldu: Ephemeral Structures in Athens. O dönemde Atina’da düzenlenen olimpiyatlara yönelik geçici bir strüktür yarışmasıydı. Hem öğrencilerin hem de profesyonellerin katılabildiği bir alandı. Biz de heyecanla katıldık. Dönüp baktığımda çok büyük iddialar barındırsa da etkisinin ne kadar güçlü olduğu tartışılır. Ama bizim için özel bir deneyim oldu; yarışmalara ve ortak üretime dair ilk cesaretimizi orada kazandık diyebilirim. ODTÜ’de aldığımız eğitimin de bu kolektif üretim fikrini sürekli beslediğini söylemeliyim. Sorgulamayı, birlikte tartışmayı, farklı fikirleri aynı masa etrafında değerlendirmeyi öğrenmek, mimarlık pratiğimizin omurgasını oluşturan en değerli kazanım oldu.

FY Öğrencilik yıllarımın çok keyifli geçtiğini söylemeliyim. Çünkü Türkiye’nin en iyi kampüslerinden birinde beş yıl geçirme fırsatım oldu. Biz 1998 girişliyiz; bir yıl hazırlıktan sonra fakülteye geçtik. ODTÜ Mimarlık Fakültesi binası başlı başına sizi eğiten bir yapı aslında. Daha önce hiç deneyimlemediğim, bildik yapı kurgularından çok farklı, çok öğretici bir mekanla karşılaştım. Tavanındaki bir metrelik gridle mekanı ölçeklemeye çalıştığınız, duvarlarında sıva olmayan, koridor kavramının neredeyse ortadan kalktığı ve tüm mekanların birbirine aktığı total bir mekan deneyimiydi bu. Daha önce yaşadığım hiçbir şeye benzemiyordu. Tabii başlangıç kolay olmadı. Birinci sınıfta, alışageldiğimiz eğitim sisteminden bambaşka bir düşünme biçimine geçişte zorlandığımızı hatırlıyorum. Özellikle temel tasarım dersleri çok yoğun ve yorucu geçiyordu. Bir proje tesliminde hiç beklemediğimiz şekilde AA alırken, sonraki önerimizde FD ya da FF ile karşılaşabiliyorduk. Bu iniş çıkışlarla, biraz da acı çekerek öğrendiğimiz bir süreçti. Ama farkındalık oluştuktan sonra işin tadını almaya başladık. O noktadan sonra eğitim çok daha keyifli, çok daha besleyici hale geldi. Bunun yanında, sürekli verdiğimiz kararların sorgulandığı bir eğitimden geçtik. Yalnızca bir problemi çözmek değil, o problemi biraz daha derinlemesine sorgulamak üzerine kurulu bir yaklaşım vardı. Bu, bence çok değerliydi. Çok kıymetli hocalardan çok yönlü kritikler aldık. Bize konvansiyonel bir detayı ezberletmek yerine, onu nasıl sorgulayabileceğimizi ve geliştirdiğimiz proje fikriyle birlikte yeniden nasıl üretebileceğimizi düşündüren bir eğitimdi. Bu yaklaşım, mimarlık pratiğime doğrudan etki etti. O yüzden eğitimimi çok kıymetli buluyorum.

YŞ Mezuniyetinizin ardından 2003 yılından beri sürdürdüğümüz ortaklıklarda kolektif üretimin gücüne inandınız ve onbir41 çatısı altında mimarlık deneyimi elde ettiniz. Bu süreci ve ardından FREA’nın kuruluşunu aktarır mısınız? 

FY Mezuniyetimizin ardından kısa bir süre farklı ofislerde deneyim kazandıktan sonra, ulusal bir mimarlık yarışmasına hazırlanabilmek için bir araya geldik. Aynı dönemden mezun olan bir arkadaşımızla birlikte 3 kişi onbir41 ismiyle serüvenimize başladık. Hepimiz için de ortak olan bir değer olan 1998 ODTÜ Mimarlık Bölümü girişlilerin öğrenci numarasının ilk dört hanesi olan 1141’i referans aldık. Başlangıçta yarışmalar odaklıydık, ancak zamanla bize güvenen işverenlerden farklı ölçeklerde projeler de üstlendik. Bu süreç yaklaşık 10 yıl sürdü. Ardından Emre ile birlikte pratiğimizi devam ettirdik ve edindiğimiz tüm deneyimleri FREA çatısı altında yeniden şekillendirdik. onbir41 bizim için bir tür atölyeydi; tasarımın farklı aşamalarında birlikte üretmenin hem zorluklarını hem de yarattığı verimliliği orada yaşadık. Bu süreç, kolektif bir düşünce biçimini içselleştirmemizi sağladı.

2013 yılında ise bu birikimi yeni bir vizyonla buluşturarak FREA’yı kurduk. 

FREA, aslında aynı kolektif ruhun, daha özgür, daha araştırmacı ve daha deneysel bir zeminde yeniden inşa edilmesiydi. Bugün hala, mimarlığı yalnızca bir sonuç değil, birlikte düşünülmüş ve tartışılmış bir süreç olarak ele almamız, bu yolculuğun devamı niteliğinde. Bizim için asıl anlamda resmi bir kimlik kazanmamız, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü Mühendislik Laboratuvarları yarışmasıyla oldu. 2006 yılında kazandığımız bu yarışma, serbest çalışmaktan çıkıp bir ofis olmaya geçtiğimiz dönemin başlangıcıydı. O süreçte çok gençtik; ben 25 yaşındaydım, Emre benden bir yaş büyük. Aslında Kıbrıs yarışmasına davet edildiğimizde bile yaşımız çok küçüktü, ama yarışmayı bitirip uygulama projesi aşamasına geçmek bize inanılmaz bir deneyim kazandırdı. Sonrasında fırsat buldukça yarışmalara katılmaya devam ettik. Zaman zaman, yarışmaları bırakıp sadece yarışma dışı işlerle mi ilerlesek, diye düşündüğümüz oldu ama bu yaklaşımın bize iyi gelmediğini fark ettik. Yarışmalar bizim pratiğimizin en güçlü beslenme alanı oldu. O yüzden geri dönüp tekrar yarışmaların içine dahil olduk.

1. Havelsan Teknoloji Kampüsü, Ankara, 2017.

1. Havelsan Teknoloji Kampüsü, Ankara, 2017.

Her iki pratiğin de isimleri, bizim yaklaşımımızın ipuçlarını barındırıyor. Ne onbir41 ne de FREA, doğrudan kendi adlarımızdan izler taşıyor. Bunu özellikle tercih ettik. Çünkü bu yapıları birer kişisel imza değil, kolektif üretimin ortak mecrası olarak gördük. Hem mekansal olarak hem de düşünsel olarak kapsayıcı olmalarını, birlikte üretime zemin hazırlamalarını istedik. Dolayısıyla her iki deneyimde de temel değer, ortaklığın ötesinde, birlikte düşünmenin ve kolektif üretimin bir çatı altında buluşması oldu. Fatih, süreci ve akışı detaylı şekilde aktardı; ben de bu isim tercihlerimizin, yaklaşımımızı temsil eden önemli birer işaret olduğunu eklemek isterim.

YŞ FREA nasıl bir mimarlık ve tasarım pratiği? Tasarım vizyonunuzu oluşturan temel unsurları nasıl özetlersiniz? 

Bizim pratiğimizde tipolojik bir odak yok; bu da tamamen bilinçli bir tercih. Kendimizi yalnızca konut ya da yalnızca kamusal projeler üreten bir ofis olarak tanımlamıyoruz. Farklı ölçeklerde, farklı işlevlerde birçok tasarım probleminin içinde yer alıyoruz. Bu çeşitlilik bizim için üretimi zenginleştiren, sürekli yenileyen bir alan açıyor. Öte yandan, benzer problem alanlarında dahi aynı çözümleri tekrar etmektense, her defasında bağlama özgü yeni sorular sormayı önemsiyoruz. Çünkü bizce mimarlık, ancak kendi zemini ve koşulları içinde yeniden düşünülerek anlam kazanıyor. Dolayısıyla pratiğimizin temelinde çeşitliliğin yarattığı zenginlik ve her duruma özgün cevap arayışı var.

2. Mikrocerrahi ve Rekonstrüksiyon Vakfı Binası, Ankara, 2024.

2. Mikrocerrahi ve Rekonstrüksiyon Vakfı Binası, Ankara, 2024.

FY FREA’da mimarlığı yalnızca bir ürüne indirgemiyoruz; bizim için tasarım, taze fikirler keşfetmenin ve süreci son ürünle bütünleştirmenin bir yolu. Her projeye yeni bir gözle yaklaşmayı, ezbere çözümler yerine bağlama özgü, terzi işi tasarımlar üretmeyi önemsiyoruz. Bu da bize her defasında farklı hikayeler kurma ve yeni imkanlar arama fırsatı veriyor. Tasarım vizyonumuzun temelinde birkaç şey var. Öncelikle, sorgulayıcı ve araştırma odaklı olmak. Bir problemi hızlıca çözmek yerine, o problemi yeniden tanımlamak, farklı boyutlarıyla ele almak bizim için değerli. Disiplinler arası iş birlikleri de bu yaklaşımın ayrılmaz bir parçası. Bunun yanında, tasarım ve inşa süreçlerini birbirinden ayrı değil, bir bütün olarak görüyoruz. Çizim masasında başlayan fikrin, sahada da aynı ruhla yaşatılması gerektiğine inanıyoruz. Bu yüzden mimarın hem düşünen hem de yapıcı kimliğini korumaya özen gösteriyoruz. Ayrıca, her ölçekte etkili olmayı önemsiyoruz. Bir yapının kendi sınırlarının ötesinde, kentsel bağlamla, sosyal ve kültürel katmanlarla kurduğu ilişki bizim için çok değerli. Bu yüzden her projemizde ölçekler arası geçişleri gözetiyor, kenti ve kullanıcıyı tartışmanın merkezine alıyoruz.

YŞ FREA’da oturtmak için çabaladığınız genç mimarların yaratıcı ve yenilikçi fikirlerinin önünü açan, kolektif tasarım ve üretime önem veren bakış açısını nasıl yorumlarsınız? 

FY FREA’nın temelinde kolektif üretim var. Öğrencilik yıllarımızdan beri deneyimlediğimiz yarışma ortamları, farklı zihinlerin bir araya gelerek aynı problem üzerinde çalışmasının ne kadar besleyici olduğunu bize gösterdi. Biz kolektif üretimi sadece “birlikte proje çizmek” değil, aslında daha çok düşünsel bir zenginlik olarak görüyoruz. Bir meseleye çok sayıda kişinin kafa yorması, farklı bakış açılarının tartışmaya dahil olması, sürecin kalitesini doğrudan artırıyor. Ofis içindeki genç mimarlarla kurmaya çalıştığımız ortamda da bu yaklaşımı sürdürüyoruz. Herkesin söz hakkı var; hiyerarşik sınırları olabildiğince azaltmaya gayret ediyoruz. Çünkü farklı fikirlerin önü açıldığında hem bireysel gelişim oluyor hem de ortaya konan iş çok daha güçlü hale geliyor.

ES Aslında kolektif üretim, okulda çokça duyduğumuz ama pratikte kolay olmayan bir şey. Bizim için kıymeti de burada. Farklı ofislerle yaptığımız iş birliklerinden öğrendiğimiz gibi, kendi içimizde de genç mimarların fikirlerini özgürce tartışabileceği ortamlar yaratmaya çalışıyoruz. Tasarıma dair kararları bölmektense, ortak bir masada konuşmak ve herkesin katkıda bulunmasını sağlamak bizim için önemli. Evet, bu yöntem süreçleri uzatabiliyor ama ortaya çıkan kararın herkes tarafından sahiplenilmesini ve içselleştirilmesini sağlıyor. Sonuçta, farklı fikirlerin karşılaşmasından doğan çokseslilik, mimarlık üretimimizin asıl itici gücü oluyor

YŞ Yirmi yılı aşkın süredir Ankara merkezli bir mimarlık pratiği olarak yurtiçi ve yurtdışı zeminli projeler gerçekleştiriyorsunuz. İstanbul projeleriniz nasıl bir fırsatla başladı ve gelişti?

FY İstanbul projelerinin başlangıcı, aslında İBB’nin yeniden canlandırdığı yarışma kültürüyle oldu diyebilirim. 2019’da açılan Haliç Yarışması bizim için önemli bir kırılma noktasıydı. O dönemde pandemi nedeniyle evlerde kapalıydık ve yarışmaya hazırlanıyorduk. Hatta süreç iki kez uzatıldı, dolayısıyla pandemi koşullarının biraz yumuşamaya başladığı günlerde kolokyum yapıldı. Yarışmayı kazanmamızla birlikte kurumla iletişimimiz yoğunlaştı. Ardından sık sık İstanbul’a gidip gelmeye başladık ve bu süreçte farklı projelerde de, buna da siz bakabilir misiniz, şunu da beraber değerlendirelim, gibi yeni kapılar açıldı. İstanbul’daki üretimlerimizin başlangıcı aslında tam olarak böyle şekillendi.

3. Haliç 1. Bölge, Eminönü-Fener Kıyıları Master Planı, İstanbul, 2023.

3. Haliç 1. Bölge, Eminönü-Fener Kıyıları Master Planı, İstanbul, 2023.

Fatih’in de belirttiği gibi, bizim için tetikleyici unsur Haliç Yarışması oldu. Sonrasında, birinci bölgenin alanı içinde yer aldığı için Fener Taş Evler Projesi’nde İBB Miras ekibiyle birlikte çalıştık. Tarihi Yarımada üzerinde düşünüyor olmamızdan kaynaklı Vatan Caddesi, Aksaray Meydanı ve Yenikapı’nın yeniden düzenlenmesi gibi projelerin süreçlerinde de yer aldık. Böylece İstanbul’da farklı ölçeklerde ve bağlamlarda üretim yapma imkanı bulduk. Zamanla yalnızca kamusal alan projeleriyle sınırlı kalmayıp, kentin farklı lokasyonlarında spor salonu, kreş gibi yapıları tasarlama şansı elde ettik.

4. Fener Taş Evlerin Dönüşümü, İstanbul, 2020.

4. Fener Taş Evlerin Dönüşümü, İstanbul, 2020.

YŞ Gerek tek yapı bitişleri gerekse de kentsel ve kamusal alanlar konusunda hassasiyet gösteren bir yaklaşımınız var. İstanbul gibi güçlü ve katmanlı bir tarihi mirasa sahip bir dünya şehrinde mimarlık katkılarınızı hangi gözlem ve ayrıcalıklı tutumlarla gerçekleştirdiniz?

İstanbul’a özellikle 1950 sonrası yapılan plansız ve kontrolsüz müdahaleler kenti ciddi biçimde hırpalamış durumda. Bizim özellikle Tarihi Yarımada’daki projelerde öncelik verdiğimiz temel kavram “arındırma” oldu. İşlevini yitirmiş, kentsel hafızayı gölgeleyen tüm eklentileri ortadan kaldırmayı ve ardından mekanın asıl karakterini görünür kılmayı hedefliyoruz. Bu noktada tasarım sürecimizi büyük jestlerden çok, kentsel hafızayı doğru okuyarak yapılan küçük ama etkili dokunuşlar üzerine kuruyoruz. Çünkü bizce İstanbul gibi çok katmanlı bir şehirde en değerli yaklaşım, mevcut hikayeyi berraklaştırmak ve bugünün kent deneyimiyle yeniden ilişkilendirmek.

FY İstanbul gibi çok katmanlı, güçlü bir tarihi mirasa sahip bir kentte çalışmaya başladığınızda ilk fark ettiğiniz şey, kentin sizden çok daha güçlü olduğu gerçeği oluyor. Dolayısıyla ona dokunurken çok dikkatli, çok hassas olmanız gerekiyor. Bizim Haliç projesinde yaptığımız şey de aslında önce oradaki geriye dönük hikayeyi anlamaya çalışmaktı. Surun suyla kurduğu ilişki, insanların suya erişim yolları, artık izi bile kalmamış ama yüz binlerce insanın üzerinden geçtiği tarihi iskeleler… Bütün bunları yeniden hatırlatmak ve bugünkü kentsel deneyimle ilişkilendirmek bizim için çok kıymetliydi.

Tabii İstanbul’da çalışmanın zorlukları da var. Başka kentlerden farklı olarak çok daha dinamik, kontrolü zor, yoğun bir insan ve trafik akışı var. Bir tarafta çok güçlü tarihsel katmanlar, diğer tarafta güncel ve karmaşık kent sorunlarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. İşte bu nedenle hem tek yapı ölçeğinde hem de kamusal alanlarda çok katmanlı okumalar yaparak, farklı ölçeklerdeki hassasiyetleri gözeterek üretim yapmaya çalışıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, Haliç-Eminönü bölgesi açılana kadar çok büyük kaygılarım vardı. Acaba doğru mu yaptık, insanlar nasıl karşılayacak, diye çok düşündüm. Ama açıldıktan sonra gelen olumlu geri dönüşler, özellikle de işin özüne dair sert eleştiriler almamamız, bize ciddi bir özgüven verdi. Şimdi aynı titizlikle ama daha güçlü bir motivasyonla İstanbul’a katkılarımızı projelerimizle sürdürmeye devam ediyoruz.

YŞ Tasarım sırası ve sonrasında, “sürdürülebilirlik”, “eski yapıların yeniden işlevlendirilmesi”, “güncel teknolojilerin tarihi çevrelerde kullanımı”, “yaratılan çevrelerin sıfır karbon kimliği” gibi konuların irdelenmesine ve bütün bunların maksimize edilmesi için tasarım ve inşa süreçlerinin birlikteliği ve denetimine nasıl bakıyorsunuz?

FY Bizim için tasarım süreci yalnızca estetik ya da işlevsel bir çözüm üretmekten ibaret değil. Aynı zamanda mekanın toplumsal, çevresel ve teknolojik katmanlarını birlikte düşünmek anlamına geliyor. Dolayısıyla sürdürülebilirlik, mevcut yapıların yeniden işlevlendirilmesi, tarihi çevrelerde çağdaş teknolojilerin kullanımı gibi meseleleri tasarımın doğal bileşenleri olarak görüyoruz. Sürdürülebilirliğin sadece enerji verimliliği ya da karbon ayak iziyle sınırlı olmadığını; kültürel süreklilikten üretim biçimlerine, malzeme seçiminden bakım süreçlerine kadar çok geniş bir çerçevede ele alınması gerektiğine inanıyoruz. Bu noktada “tasarım” ve “inşa” süreçlerinin birbirinden kopuk değil, iç içe geçmesi çok önemli. Çünkü ancak bu birliktelik sayesinde, ortaya çıkan projenin sürdürülebilirlik hedefleri gerçekten hayata geçirilebiliyor. Biz FREA’da bu süreci, problem çözmekten çok problem sorgulamak üzerine kuruyoruz. Örneğin, eski yapıların yeniden işlevlendirilmesinde mesele yalnızca onları dönüştürmek değil; mekanın geçmişiyle kurduğu bağları geleceğe taşırken, aynı zamanda yeni teknolojilerin potansiyelini de o bağlamda yeniden yorumlamak. Bu yaklaşım hem sıfır karbon hedeflerine yaklaşmayı hem de mekanların yaşamsal değerini artırmayı mümkün kılıyor.

Sürdürülebilirlik özünde mimari tasarım kararlarıyla başlıyor. Yapının yönlenmesinden kütlesel kurgusu ve malzeme seçimine kadar verilen ilk kararlar, sonrasında ihtiyaç duyulacak teknolojik müdahaleleri asgariye indiren en etkili araçlar. Bu noktada doğal ışığın nasıl yönlendirildiği, gölgenin nasıl kurgulandığı da sürdürülebilirliğin temel bileşenlerinden biri. Hem enerji ihtiyacını azaltıyor hem de mekanın deneyimini derinleştiriyor. Bunun yanında, yapının kentle kurduğu bağ da kullanıcıyla kurduğu ilişkiyi doğrudan şekillendiriyor. Sürdürülebilirlik yalnızca teknik bir mesele değil; kentin belleğiyle, sosyal yaşamla ve kullanıcı deneyimiyle iç içe gelişen bütünsel bir yaklaşım.

YŞ FREA tarafından tasarlanmış ve tamamlanan çevreler dışında, başka İstanbul projeleriniz de var. Bunlar arasında yapımı yaklaşan projeler hangileri?

FY Bildiğiniz gibi Haliç kıyısındaki düzenleme çalışmaları etaplar halinde ilerliyor. Şu anda ilk etabı açıldı ve diğer etapların da sırayla uygulamaya gireceğini biliyoruz. Bunun dışında, şu an Koruma Kurulu onay sürecinde olan Aksaray Meydanı ve Yeraltı Çarşısı projesi de bizim için çok önemli. Kurul onaylarının ardından hazırlıklarımızı hızlandırarak onun da hayata geçtiğini görmeyi çok istiyoruz. Belki de uygulamaya en yakın ikinci projemiz bu diyebilirim.

Yapımlarının ne zaman başlayacağını kestirmek zor ama biraz yavaşlamış olsa da bazı proje süreçlerimiz devam ediyor. Tarihi Yarımada’da, Vatan Caddesi’nde olduğu gibi dönüşümü üzerine çalıştığımız bazı ana arterler var. Bunun yanı sıra, bir spor salonu projemizin de uygulama aşamasına geçmesi için şu günlerde görüşmeler sürüyor.

YŞ FREA içinde nasıl bir iş bölümü söz konusu? Tasarımda iş bölümü, tasarımın ve imalatın (üretimin) denetimi, tasarım sürecinin alt paketlerinin de “tasarlanması”  gibi konularda mimarlık pratiğine getirmek istediğiniz yeni ve taze yaklaşımlar hangileri?

FY Kendi içimizde sorumluluklarımız çok net çizgilerle ayrılmış değil. Zaten birlikte iş yaptığımız diğer ofislerle yürüttüğümüz süreçlerde de keskin ayrımlar olmadığını söyleyebilirim. Çünkü biz farklı disiplinleri temsil eden bir yapı değiliz; dolayısıyla üretim süreçlerini uzmanlık alanlarına bölerek ilerletmek bize çok doğru gelmiyor. Kolektif üretimi biz daha çok üretim odaklı değil, düşünsel odaklı görüyoruz. Başka bir deyişle, asıl mesele birçok zihnin bir araya gelip bir probleme birlikte kafa yorması. Burada önemli olan, tartışmaya eklenen katkılar ve ortaya çıkan çokseslilik. Tabii ki bir fikrin mimarileşmesi ya da temsili sürecinde belli konularda daha fazla bilgi ve tecrübeye sahip olan arkadaşlarımız oluyor. Ama bizce değerli olan, bütünün kaybolmaması ve herkesin farklı noktalardan sürece dokunabilmesi. Üretimi çok keskin biçimde ayırdığınızda, birinin sadece kendi parçasıyla bağ kurması ve bütünü gözden kaçırması ihtimali doğuyor. Biz bunun yerine daha bütünleşik ve iç içe ilerleyen süreçleri önemsiyoruz. Bazı projelerde daha net sorumluluk paylaşımı yaptığımız oluyor ama genelde her aşamaya dokunmaya çalışıyoruz. Özellikle de ofiste tartışılan her konunun herkes tarafından düşünülmesi, üzerine konuşulması bizim için çok kıymetli.

Ofisin işleyişinde sadece daha statik işleri aramızda paylaşıyoruz. Ama tasarıma dair karar içeren hiçbir süreci bölmüyoruz. Mutlaka ya ofiste kendi aramızda ya da süreçte yer alan diğer paydaşlarla tartışıyoruz. Bu bazen süreci uzatıyor gibi görünse de çıkan kararın herkes tarafından içselleştirilmesi için gerekli olduğuna inanıyoruz.

YŞ FREA olarak şimdiye kadar pek çok ulusal ve uluslararası mimari proje yarışmasına katıldınız. Bu proje yarışmalarında 10’u Birincilik Ödülü olmak üzere çeşitli ödül ve dereceler kazandınız. Gerek mimarlık pratiğinin geliştirilmesi gerekse iş elde edim biçimi olarak mimari proje yarışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Yarışmalar, özellikle mesleğe ilk adım attığınız yıllarda kendinizi ifade edebileceğiniz en adil ve demokratik platformlardan biri. Genç yaşta nitelik üzerinden bir iddianız varsa, bunun görünür olabileceği en güçlü alan yarışmalar. Elbette sonunda kazanan ve kaybeden oluyor ama ödül almayan projeleri kayıp olarak görmüyorum. Hatta bazı yarışmalarda ödül grubuna giremeyen işlerin çok daha kıymetli fikirler içerdiğini düşündüğüm oluyor. Yarışmaların esas katkısı, sadece iyi binaların ortaya çıkması değil; kent ölçeğinde daha nitelikli kamusal alanların tartışılabilmesi. Aslında bizi en çok heyecanlandıran tarafı da bu.

FY Mimari proje yarışmaları bizim için yalnızca iş edinme biçimi değil, aynı zamanda mesleğin kendi üzerine düşünebilmesi için en değerli alanlardan biri. Çünkü yarışmalar farklı fikirlerin karşılaşmasına, kolektif üretimin güçlenmesine ve mimarlık pratiğinin çok daha katmanlı tartışılmasına olanak sağlıyor. Biz de FREA olarak birçok yarışmaya katıldık; bu süreçlerde ekipçe düşünmek, farklı bakış açılarını bir araya getirmek ve ortaya çıkan tartışmalardan beslenmek bize her zaman çok şey kattı.

Ayrıca yarışmaları mesleğin çok kıymetli bir parçası olarak görüyorum. Çünkü cesur fikirlerin daha kolay görünür olabildiği, genç mimarlara yol açan, farklı düşüncelerin kendine yer bulabildiği bir ortam yaratıyor. Bizim için de böyle oldu; ilk ödülümüzü aldığımızda, sanırım yanlış şeyler düşünmüyoruz, diye düşündük ve bu özgüven ofisin yolunu daha net çizebilmemizi sağladı.

Yarışmaların bir diğer önemli tarafı da mesleğe başlarken ciddi bir motivasyon kaynağı olması. Farklı fikirleri deneme ve test etme imkanı veriyor. Evet, süreç bazen çok yorucu olabiliyor, özellikle de istenen pafta ve belge sayılarının abartıldığı yarışmalarda bu durum genç meslektaşlarımız için ciddi bir yük anlamına geliyor. Ancak biz yine de tüm bu sürecin bir tür kolektif öğrenme alanı yarattığını düşünüyoruz. Enerjimizi harcadığımızı hissetsek bile sonunda hem kendimiz hem de mimarlık ortamı için önemli bir üretim yaptığımıza inanıyoruz. Bugüne kadar elde ettiğimiz 10 birincilik ödülü başta olmak üzere çeşitli dereceler, aslında bu ortak çabanın bir sonucu. Elbette yarışmalar iş edinme açısından da önemli, ancak bizim için asıl kıymetli yanı, mimarlığın bugününü ve geleceğini daha özgürce tartışmaya açması, meslek ortamına katkı sunması. Kolektif üretimi yalnızca iş bölümü olarak değil, düşünsel bir zenginlik olarak görmemiz, yarışmaların bizim için neden bu kadar merkezi bir yerde durduğunu da açıklıyor.

YŞ Ayrıca 2019 yılında “Europe 40 Under 40” ve “Arkitera Genç Mimar Ödülü” ile ödüllendirildiniz. Bu ödüller sizin için ne tür bir anlam ve önem taşıyor?

FY 2019’da aldığımız “Europe 40 Under 40” ve “Arkitera Genç Mimar Ödülü” bizim için çok kıymetli dönüm noktalarıydı. Çünkü bu ödüller, yalnızca yaptığınız işin niteliğini görünür kılmakla kalmıyor, aynı zamanda sizi daha geniş bir mimarlık ortamına da taşıyor. FREA olarak hep kolektif üretime ve çok sesliliğe vurgu yapıyoruz; dolayısıyla bu ödülleri bireysel bir başarıdan öte, ofisteki bütün ekibin çabasının bir sonucu olarak görüyoruz.

 Benim için ise bu ödüllerin önemi, aslında bir tür güven tazelemesi olması. Biz işimize tutkuyla sarılsak da bazen yaptığınız şeyin ne kadar değerli olduğunu dışarıdan bir gözün teyit etmesi çok anlamlı oluyor. Özellikle “Europe 40 Under 40” uluslararası bağlamda genç mimarlar arasında görünür olmayı sağladı. Arkitera Genç Mimar Ödülü ise Türkiye’deki üretimimiz için hem bir motivasyon hem de sorumluluk hissettirdi. Çünkü aldığınız ödül, aynı zamanda sonrasında yapacağınız işleri daha dikkatle ve hassasiyetle üretmeniz gerektiğini hatırlatıyor.

FY Kısacası bizim için bu ödüller birer sonuçtan çok, yolculuğumuza daha fazla odaklanmamız için bir teşvik oldu. Daha cesur adımlar atabilmek, yeni fikirleri daha özgüvenle savunabilmek ve mimarlık pratiğimizi geleceğe taşımak adına önemli bir motivasyon kaynağı oldular.

YŞ Özellikle de günümüzdeki ekonomik kriz ve işsizlik koşulları nedeniyle motivasyonunu kaybeden genç mimarlara ve mimar adaylarına neler tavsiye edersiniz? 

Gerçekten çok zor bir dönemden geçiyoruz. Ekonomik kriz, işsizlik ya da belirsizlikler genç mimarlar için motivasyonu yüksek tutmayı zorlaştırıyor. Ama şunu söyleyebilirim, mimarlık çok sabır ve emek isteyen, aynı zamanda karşılığını da uzun vadede veren bir meslek. Bu yüzden, bu dönemi bir tür öğrenme, üretme ve kendini geliştirme zamanı olarak görmek çok önemli. Fırsat buldukça yarışmalara katılmak, farklı ekiplerle bir araya gelmek ya da küçük de olsa üretime devam etmek bence çok değerli. Çünkü mimarlıkta en büyük motivasyon, ürettikçe geliyor.

FY Bizim kuşağımız da mezun olduğunda kolay bir dönemde mesleğe başlamadı. Ama inatla üretmeye, kendimize alan açmaya çalıştık. Genç mimarlara da en büyük tavsiyem, fikirlerinden vazgeçmemeleri olur. Cesur olmaları, eleştiriye açık olmaları ve üretmeye devam etmeleri… Çünkü bu meslek aslında her şeyden önce bir dayanıklılık mesleği. Zor dönemler elbette gelip geçiyor ama bu sürekliliği koruyabilmek, mimarlık adına en kıymetli şey.

YŞ Güncel projeleriniz ve gelecek planlarınız hakkında ne söylersiniz? 

FY Güncel projelerimizde de gelecek planlarımızda da aslında aynı hassasiyet var: Tasarım ve yapım süreçlerini ayrılmaz bir bütün olarak görmek. Bizim için önemli olan, ürettiğimiz projelerin yalnızca kağıt üzerinde kalmaması; onların hayata geçiş sürecinde de aktif bir rol almak. Çünkü bir yapının tasarım sürecinde ortaya çıkan ruhunu ve vizyonunu, inşa aşamasında kaybetmemek gerekiyor. Eğer bu süreç, tasarımın ruhuna hâkim olmayan yeni aktörlerle başka bir yöne evrilirse, o özgünlük ve kimlik zedelenebiliyor. Bizim için tasarımın bütünlüğünü korumak, kullanıcıyla buluşana kadar sürecin her adımında var olmakla mümkün oluyor.

Tarihe baktığınızda mimar her zaman yalnızca bir düşünür değil, aynı zamanda bir yapıcı da olmuş. Biz de bu yaklaşımı önemsiyoruz. Tasarımın sadece hayata geçirilmesi değil, aynı zamanda yapım sürecinin de tasarımı besleyen bir öğrenme alanı olduğunu düşünüyoruz. Tasarım sürecinde geliştirdiğimiz fikirleri yapımda test ediyoruz; yapım sürecinde edindiğimiz her yeni deneyim de tasarım pratiğimizi daha ileriye taşıyor. Bu sürekli öğrenme ve gelişim döngüsü, FREA’nın tasarım yaklaşımının temel taşlarından biri.