Su ve Mekanın Kurucu İlişkisi: Coğrafi Bellekten Kentsel Mirasa

Kent ve su arasındaki çok ölçekli ve çok katmanlı ilişkiler ağı bugün hem kentsel hafıza hem de ekolojik dirençlilik açısından yeniden önemle ele alınması gereken bir konu olarak öne çıkıyor. Mimarlara, akademisyenlere ve şehir plancılarına, Türkiye’deki farklı şehirlerin kıyılarında ve kentin içerisinde suyun nasıl yeniden bir aktör olarak tanımlanabileceğini, bu alanları yalnızca fiziki bir unsur olmaktan öte nasıl müşterek mekanlar olarak tekrar kazanabileceğimizi sorduk.

Hazırlayan: Ebru Şevli, Mimar

Su, insan yerleşimleri tarihinin hem ontolojik hem de morfolojik bileşeni olarak, yalnızca yaşamın kaynağı değil, aynı zamanda toplumsal ve mekansal örgütlenmenin belirleyici bir unsurudur. Nehir kıyılarında, deltaların bereketli topraklarında ya da denizle iç içe geçmiş kıyı yerleşimlerinde kurulan kentler, suyla kurdukları ilişki sayesinde hem ekonomik hem de kültürel biçimlenmelerini inşa etmişlerdir. Su, bu bağlamda sadece doğal bir varlık değil; aynı zamanda toplumsal belleğin taşıyıcısı, kentsel morfolojinin biçimlendiricisidir.

Günümüz kentlerinin, özellikle de İstanbul gibi çok katmanlı tarihsel birikime sahip metropollerin suyla olan bu kadim bağları derin bir dönüşüme uğruyor. Neoliberal kentsel politikaların dayattığı piyasa odaklı mekansal üretim biçimleri, doğal su ekosistemlerini işlevsizleştiriyor; kıyı hatlarını özel mülkiyet rejimleri altında metalaştırıyor ve kentlilerin suya erişimini hem fiziksel hem de duygusal düzlemde sınırlandırıyor. Kent toprağının inşaat sektörü lehine sürekli olarak sermaye birikim aracı haline getirilmesi, yağmur suyu döngüsünün bozulmasına, yeraltı su kaynaklarının tükenmesine ve topoğrafyanın doğal geçirgenliğinin kaybına neden oluyor. Bu dönüşüm, sadece ekolojik kırılganlığı artırmakla kalmıyor; aynı zamanda kentsel kimliği şekillendiren tarihsel su-mekan ilişkilerinin silinmesine neden olarak kentlilerde mekansal yabancılaşmayı derinleştiriyor. Derelerin üzerinin kapatılması, kıyıların doldurulması ve kamusal erişimin sınırlandırılması, doğal afetlere karşı kentlerin kırılganlığını artırmakla birlikte, kentlerin suyla kurduğu kolektif hafızayı da zayıflatıyor.

Modern mimarlık mirası bağlamında, özellikle kıyı bölgelerinde konumlanmış endüstriyel yapıların dönüşümü, bu bozulmanın en somut örneklerinden birini teşkil ediyor. Bir dönem üretimin ve emeğin mekanları olan sanayi yapıları, bugün alışveriş merkezleri, oteller ve lüks konut komplekslerine dönüşerek sadece fiziksel değil, aynı zamanda toplumsal işlevlerini de yitiriyor. Bu yapılar, kapitalist temsil estetiği doğrultusunda sterilize edilme ve geçmişin izlerinden arındırılarak kolektif bellekten silinme tehlikesi altında. Böylece kıyılar, kamusal bir yaşam alanı olmaktan çıkarılıp piyasa odaklı kentsel tüketim mekanlarına dönüştürülüyor. Bugün, hem ekolojik sürdürülebilirlik hem de mekansal adalet bağlamında, kentsel planlama pratiklerinin suyla kurulan ilişkiyi yeniden düşünmesi zorunlu görünüyor. Suyun, sadece bir doğal kaynak değil; aynı zamanda kentlerin direncini sağlayan, iklim kriziyle mücadelede kilit rol oynayan ve toplumsal eşitlik için yeniden tanımlanması gereken bir müşterek olarak ele alınması gerekiyor. 

Bu kapsamda Dosya bölümünde yer verilen görüş yazılarında; Prof. Dr. Aliye Senem Deviren, suyun yeniden günlük yaşamımızın fiziksel ve mekansal parçası haline gelmesinin gerekliliğini; Prof. Dr. Deniz Güner, yalnızca su ile değil doğa ile olan ilişkimizi yeniden düşünmenin önemini ve bir tür olarak hayatta kalmamızın gezegensel jeo-düşüncenin yerleşik hale gelmesi ile mümkün olabileceğini; Doç. Dr. Ebru Bingöl, Latour’un metninden hareketle insan olmayan varlıkların içkin doğalarını anlamanın ve tasarımlarımıza entegre etmenin önemini; Elif Soylu, su kültürünün bugünkü durumunu doğru bir şekilde tartışmak için musluğumuzu açtığımızda devreye giren karmaşık sistemden kıyı kullanımına kadar çeşitlenen su-kent ilişki ağının tarihsel, kültürel ve politik boyutlarını anlamanın zorunluluğunu; Dr. Öğr. Üyesi Esra Sert, suyun üretiminden suya erişime kadar geçen tüm süreçlerde çevresel adalet, katılım ve hak kavramlarının dahil edilmesinin gerekliliğini; Doç. Dr. Gül Köksal, arzu coğrafyalarımızı şekillendiren yatırımların ve mekanı kuracak olan temsillerin değişmesi için öncelikle doğa ile kurduğumuz ilişkileri değiştirmenin önceliğini; Orkun Dayıoğlu, ekonomik dinamiklerin aracı haline gelen kıyıların nasıl yalnızca görsel temas ve sembolik erişim ile sınırlandırıldığının İstanbul’un bir kıyı yerleşimi olan İstinye üzerinden örneklendirilmesini; Şerif Süveydan, Hatay’dan bu sefer sonu iyiye bağlanan bir hikaye olarak Arsuz sahil yolunun gelişimini; Dr. Öğr. Üyesi Tuğçe Tezer, hem Boğaziçi hem Asi Nehri kıyısındaki mekansal deneyimden yola çıkarak su etrafında gelişen kamusal karakter ve kent belleği kavramlarını; Zuhal Kol ise bugün kentlerde görünmez kılınan su ekosistemlerinin akışkan direncinin mekanın katı temsillerine karşı kırılgan ama inatçı bir iz olarak nasıl okunabileceğini Openact çatısı altında gerçekleştirdikleri projeleri üzerinden örneklendirerek ele alıyorlar. 

“Suyun günlük yaşamımızın yeniden fiziksel ve mekansal parçası haline getirilmesi, düşünce biçimlerimizi etkileyecek ve toplumsal belleğimizi tazeleyecek, sadece bugünümüz için değil, gelecek nesiller için de yaşamın güvenliğini ve sürdürülebilirliğini sağlayabilecektir…”

Senem Deviren, Prof. Dr.
Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, Mimarlık Bölümü


Kırmızı Yağmurdan Önce: Su ve Coğrafya ile Kent Mimarlığımızı Tekrar Düşünmek 

“Yerin yer olduğunda, sularla kaplıydı her yer,
Ne gök vardı, ne de ay, ne güneş, ne de bir yer.”
(Ögel, 2010, s.451)

“İnsan kendisini bir kere denizin ortasında sularla çevrilmiş görmedikçe dünya hakkında bir fikri olamaz ve dünya ile olan ilişkisini kavrayamaz.” 
(Goethe, 1990, s.82)

“Belki, en iyisini felaketlerden öğreniyoruz.”
(Papanek, 2005: xiii-xvi)

Suyun varlığı ve toprakla kurduğu ilişki, yer-su bütünlüğü, yaşamımızın temel kaynağı olduğundan yerleşik hayata geçildiğinden beri bir yerleşimin kurulabilmesi, sürdürülebilmesi için mutlak gerekli ön koşuldur.  Pek çok kültür gibi kendi kültürümüzde de, mitolojimizde bahsedildiği gibi, yaratılıştan önce denizin (büyük su kütlesinden) her yeri kapladığına, insanların su ortamında yaratıldıklarına (Ögel, 2010) ve Büyük Tufan tecrübesinden geçtiklerine inanılmaktadır. Tüm insanlık için “kıyı”lar özel alanlardır: Gücü ve bilinmezliği temsil eden “su dünyası” ile bilinen, güvenilen ve sığınılan yeri temsil eden “kara dünyası” arasındaki geçişlerin mekanı olarak bilinçle bilinçaltının, fiziksel ve ruhsal güçlerin sınırındadır. Tarih boyunca, insanların, hayatlarını sürdürebilmek için su ve toprakla kurduğu ilişkide, kıyılar, ilk yerleşimlerin biçimlendiği zamandan başlayarak, kitle ve mal ulaşımının kolaylıkla yapıldığı, limanların ve kentlerin kurularak yayıldığı alan olarak her zaman değişen ve gelişen ekolojik, ekonomik, sosyal ve politik dinamiklerin mekansal dönüşüme etkisinin en yalın haliyle gözlenebildiği yerler olmuştur.

“Geleceğin kentinin sağlıklılığını güvence altına alıp, toplumu besleyecek bol miktarda gıda maddeleri sağlayabilecek ve kolay ulaşım için iyi yolları, uygun ırmak veya deniz limanları bulunan bir yöreyi seçtikten sonra yapılacak iş, kulelerin ve kent duvarlarının temellerini atmaktır.”
(Vitruvius, 1914,s.76)

Mekansal alan olarak kıyı, su kütlesinin kendisi ve bu su kütlesinin sahili ardındaki alanı (hinterlandı) içine almaktadır. Böyle bir tanımlamada su-kara kütlesi etkileşiminin tüm bileşenleriyle ve değerleriyle anlaşılması ve bir bütün olarak görülmesi (Deviren, 1997, s.4) kavranması, su-yer diyalektiğinin sürdürülmesi, mekansal tasarım ve planlamasının bu diyalektik temele göre yapılması, kentlerin, toplumsal ve mekansal belleğin ve daha geniş ölçekte ekolojik çevrelerin yaşanabilirliğini artırmak, sürdürülebilirliğini ve dirençliliğini sağlayabilmek için yaşamsal önem taşımaktadır. Kentlerin kuruluşunda, kıyı bölgeleri, coğrafi konumun sağladığı üstünlükler sebebiyle diğer bölgelerden daha çok tercih edilmiştir. Kıyı kentlerinin çoğunun Londra, Moskova, Paris, Berlin, Kahire, Pekin, Seul gibi başkent olması, veya, İstanbul, Venedik, St. Petersburg gibi bir süre için başkentlik yapmış olması, denizcilik ve ticaret alanında önemli stratejik limanlara sahip olması rastlantısal değildir.

Kıyı alanları ve yerleşimleri, aynı zamanda, doğa kaynaklı ekolojik alışverişlere, değişimlere ve insan kaynaklı eylemlere, toplumsal-ekonomik hareketlere, saldırılara, istilalara açık ve savunulması gereken kırılgan ekolojik sistemlere sahip coğrafya parçalarıdır. Suyun varlığının değeri ve gücü, kıyı kentlerinin, yerleşimcileri için sağladıkları sürdürülebilir yaşam konforu sunan “yer” olma temel amacını, ekolojik ve coğrafi sınırlarını aşarak, toplumsal ve politik stratejilerin küresel “manevra sahaları” ve “gösteri sahneleri” haline gelmesine sebep olmuştur.

Kuruluşunda ve kimliğinin oluşumunda “kıyı kenti” olma ekolojik-ekonomik özellikleri taşıyan, ancak, günümüzde, insan eliyle değiştirilen coğrafyada kronikleşmiş tüketim dokularıyla hızla ve sınır tanımadan yayılmaya devam eden kentsel alanlarda yaşam kaynağımızın temeli olan suyla ilişkimiz yitirilmekte, mekansal bellek silinmekte, coğrafi tanımların karakteri zorlanmaktadır. Doğanın bileşenlerini “ıslah edilmesi” ve sadece insanların tüketim alışkanlıkları yararına kullanılması gereken birer “vahşi şey” olarak gördüğümüz, doğal akışına izin vermediğimiz ve günlük yaşam mekanlarımızdan uzaklaştırarak, “güvenli,” “yalıtılmış,” “arındırılmış” yapay yüzeyler içinde üstünü örttüğümüz, gözden sakladığımız, servis ettiğimiz suyla günlük yaşamsal ilişkimizi yitirdik; kıyılarda oluşturduğumuz yapay dolgu alanlarında beraber yaşamaya devam ettiğimizi sandığımız “su” ise yer-su birlikteliğinden, ekolojik bütünden ve biyolojik çeşitlilikten arındırılmış mekanların sürdürülebilirliğinin olamayacağını her kuraklık, su baskını, sel ve tsunami olayında bize anlatıyor. Böyle bir mekan üretiminin en başta insanlara zarar verdiğini, durdurulması gerektiğini, hayatın sürdürülebilirliğini sağlayan kaynaklarımızı sadece gözden değil yaşamımızdan da çıkararak kendi yaşam kaynaklarımızı yok ettiğimizi anlayamayacak kadar amneziye tutulduğumuzu kavramamız gerekiyor.

İnsan nüfusunun hızla artışı, doğal kaynakların kontrolsüz ve sınırsız kullanımı, suyun ve havanın kirletilmesi, inşaat faaliyetleriyle toprağın tüketime yönelik yerleşim dokularıyla kaplanarak bilinçsizce ve düşüncesizce harcanması gibi insan eylemleri kaynaklı baskılarla gezegenimizdeki yaşam alanlarının tüketilmesine, direnmekten söz etsek de kendi ellerimizle yok edilmesine “izin verdiğimiz,” ve “tanık olduğumuz” bir zamanda yaşamaktayız. Tüm bu tükenişte bütün sorumluluk mimarlarda olmasa da, mimarların ve planlamacıların, ibret verici şekilde, gezegenimizin doğal sistemlerinin gerçekliğiyle değil, bu gerçekliğe sözde değinen ancak, doğal ekolojik sistemin parçası haline gelme kabiliyeti olmayan ve kendi yarattığı çevre problemlerini çözemeyen, arazi, iklim ve kültür verilerinin coğrafi bütünlüğünden uzak bir biçim ve görüntü yaratma eğiliminin medyada pazarlanması amacına yönelik tasarım üretimi ve inşasından kaynaklı etik problemlerin varlığını, coğrafyamıza ve hayatımıza olumsuz etkilerini anlamak ve kabul etmek için geç bile kaldık. 

“Bugün, iyi bir mimar ve yetersiz bir mimar arasındaki fark, yetersiz mimarın tüm ayartmalara (cezbedici şeylere) karşı koyamaması ve iyi olanın buna direnmesidir.”
(Wittgenstein, 1980, s.39)

Türkiye topraklarının, Akdeniz, Ege, Marmara, Karadeniz ile çevrili bu çok özel Doğu Akdeniz coğrafyasının, dünyanın ilk medeniyetlerinin yerleşimlerinin kurulduğu büyük nehirlerin kaynağı olan Anadolu ve Trakya’nın, Neolitik Dönem çay kenarı yerleşimlerinden, Hitit Dönemi barajlarına, su yollarına ve su anıtlarına, Frig, Luvi, Urartu, Lidya, Truva dönemleri su yapılarına ve devamında Antik Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri su kemerlerine, sarnıçlara, hamamlara, anıtsal kent çeşmelerine, havuzlarına, antik kıyı yerleşimlerine ve tarih boyunca dünya ticaret ağının önemli liman kentlerine uzanan, kamusal alanlardan özel konutlara her alanda zengin su yapıları ve yerleşimleri kültürünü tanımak, anlamak ve üzerine düşünerek yeni mekanlar üretmek için, inşa etmeden önce, ve, gerekirse inşa etmekten vazgeçerek, düşünme biçimimizi ve üretimlerimizi tamamıyla değiştirmemiz gerektiğini iddia ederek tasarım üzerine çalışmak ne zamandır mimarlık sayılmıyor? 

Veya; inşaat faaliyetlerimizin iyi, sağlam, sağlıklı ve güzel bir yaşam için tasarlanmış mimariden uzaklaşarak, doğa ve bileşenlerini, konumuz özelinde suyu ve toprağı, insanların günlük yaşantısını geçirdiği yerleşim alanlarımızdan uzaklaştırarak yalıtılmış ve geçirgenliğini kaybetmiş tüketim dokularını yaratmak, coğrafi, iklimsel ve biyolojik eşsizlikleri ve çeşitliliği gözetmeden salt küresel tüketim mekanizmalarına hizmet eden mekanları her yerde birbirine benzer dokularla çoğaltmak hiç mimarlık olabilir mi? 

“Mimarlık, ancak tufandan sonra yerini bulabilir -veya, tufanın ‘yer’inde.”
(Damisch, 2016, s: 23)

Kültürümüzün temeli olan doğanın insanla diyalektiğinin hakim olduğu yerleşim kurma ve mekan üretme stratejilerimizin, tarihimizin, yaşam biçimimizin en yalın ve öz şekliyle ifade edildiği kendi coğrafyamızı tanımak için gezmemiz, görmemiz, analiz etmemiz, müziğini keşfetmemiz, hikayelerini tekrar hatırlamamız ve sürdürülebilir yerleşimlerimizi tekrar kurmamız, bozulanları onarmamız ve yeniden canlandırmamız için zengin kaynaklar var elimizde. Ne var ki, eğitim sistemindeki eksiklikler ve düşünce sistemimizdeki yanlış yönlenmelerin de etkisiyle, doğa gözlemi artık günlük hayatımızın bir parçası değil. Doğaya “manzara” ve bir “biçim” olarak bakan ve ondan gelecek afetlerin sebeplerinin temelde kendi mekan üretim ve uygulama eylemlerimizin sonuçlarından kaynaklandığını, mekan tasarımı ve inşa faaliyetlerimizi tekrar doğayla beraber çözmemiz gerektiğini göremeyen bir topluma dönüştüğümüzü de fark edemiyoruz. Oysa, mekan, Harvey’in (2011) de değindiği gibi, pasif bir çerçeve değildir; fiziksel, ekolojik, sosyal, politik, ekonomik hayatın inşasında aktif bir an olarak anlaşılmalıdır. Mekan üretimimiz de aktif düşünce ve yaşam biçimimizin üretiminin sonucudur. Keşfetmediğimiz, gerçekten göremediğimiz, ekolojik ve kültürel su-yer bütünlüğünün ekonomimizin ve tarihimizin temeli olduğunu anlamadığımızdan üzerine nasıl düşüneceğimizi de bilemediğimiz eşsiz coğrafyamız ve bugünümüz hakkında sağlıklı yerleşim stratejileri de geliştir(e)mememizden küresel görsel/medya dünyasının baskılarına kapılıp sürüklenerek  birbirinin aynı tüketim dokularını her yerde tekrar etmeye ve çoğaltarak coğrafyamıza yaymaya devam etmemiz, gelecek nesillerin doğal ve kültürel temel dokuları olan “yer”den ve “su”dan “yalıtılması”nın, doğayla kurduğumuz, aslında kuramadığımız, ilişkilerde afetlerin temel sebebini ve gerçek etik problemi oluşturduğunu anlamamız için Türkiye’de kaç felaket deneyimlemeliyiz?

Hayatımızın temel bileşeni olan suyla ilişkimiz çok katmanlı ve bu yaşamsal önem taşıyan durumun mimarlar, plancılar, yatırımcılar ve karar vericiler tarafından da tekrar hatırlanması hayati aciliyet taşımakta. Aynı anda hem soyut hem somut, hem fiziksel hem de ruhsal boyutlarının iç içe geçmişliğinin ve kara ile su arasındaki ilişkinin sarmal bütünlüğünün sürdürülebilir yaşam için üreteceğimiz her mekanın ve yerleşimin, kent mimarimizin tasarımının temelini oluşturmasını gerektirmektedir. Suyun günlük yaşamımızın yeniden fiziksel ve mekansal parçası haline getirilmesi, düşünce biçimlerimizi etkileyecek ve toplumsal belleğimizi tazeleyecek, sadece bugünümüz için değil, gelecek nesiller için de yaşamın güvenliğini ve sürdürülebilirliğini sağlayabilecektir. Yaşamak istiyorsak, su-yer diyalektiğinin yaşamsal gerekliliğini sağlayarak su-toplum diyalektiğimizi tekrar kurabilecek mekansal uzamlarımızı tasarlamamız, inşa ve yerleşim stratejilerimizi sosyal, ekonomik, ekolojik döngü bütününün parçası olarak gerçekleştirmemiz; kırmızı yağmur gelmeden kendimize gelmemiz, tüketim dokularından toprağımızı ve coğrafyamızı arındırmamız ve suyun yaşamımızdan yalıtılmasına, ve daha da önemlisi, coğrafyamızdan “ayrı(ştırı)lmasına” izin vermememiz gerekiyor.

Kaynaklar

  • Damisch, H. (2016) Noah’s Ark: Essays on Architecture, The MIT Press, Cambridge Massachusetts, London, England.
  • Deviren, A. S. (1996) Kıyı Mekanı ve Kıyıda Kent Mimarisi: Ada ve Magosa Örneği, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
  • Goethe, J. W. von. (1990) İtalya Seyahati II, Çeviren S.B. Göknil, Batı Klasikleri:36, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
  • Harvey, D. (2011) Sermayenin Mekanları, Eleştirel Bir Coğrafyaya Doğru, Çevirenler: B.Kıcır, D.Koç, K.Tanrıyar, S. Yüksel, İstanbul: Sel Yayıncılık.
  • Ögel, B. (2010) Türk Mitolojisi I: kaynakları ve açıklamaları ile destanlar, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi – Sayı 102, Ankara.
  • Papanek, V. (2005) The Green Imperative: Ecology and Ethics in Design and Architecture, Thames and Hudson, Singapore.
  • Vitruvius. (1914) The Ten Books On Architecture, translated by M.H. Morgan, Harvard University Press, Cambridge.
  • Wittgenstein, L. (1980) Culture and Value, The University of Chicago Press, Chicago.

“Günümüzde insan türünün varlığı ancak gezegensel jeo-düşüncenin benimsenmesi oranında sürdürülebilir gözükmektedir.”

Deniz Güner, Prof. Dr.
DEÜ Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi


Suyun Halleri ve Jeo-düşünce 

Su hakkındaki düşüncelerimiz genellikle üstünkörü ve fazla genelleyicidir. Nem, buhar, damla, kristal vb. farklı hallerde olabileceğini, yoğunluğunun ve akışkanlığının her zaman değişken olduğunu, gezegen üzerinde var olabilmek için tatlı su kaynaklarının yakınında olmak ama buna karşın kentlerimizi taşkınlardan, yapılarımızın temellerini yer altı sularından ve nemden korumak zorunda oluşumuzu çoğu zaman unuturuz.

Suyun farklı tatlarda oluşu, yer altındaki eriyebilen mineralleri bünyesine katarak farklı yoğunluklara, sertliklere ve tatlara sahip oluşu, ısı ve sıcaklık sayesinde buhar haline geçip yer çekimine karşı gelebilmesi, binlerce ton ağırlığa sahip su moleküllerinin nem, sis, bulut olarak yer üstünde süzülmesi üzerine genellikle pek düşünmeyiz. Oysa ki insan türünün gezegen üzerindeki varoluşunu milyarlarca yıldır devam eden bu atmosferik koşullar, termodinamik ilkeler ve maddeselliğin döngüsel devinimi üzerinden yeniden düşünmek, su ile olan ontolojik ilişkimizi görünenin ötesine taşıma potansiyeline sahiptir.

Gezegen üzerindeki atmosferik koşulları oluşturan termodinamik ilkelerin, yani ısı döngüsünün su moleküllerini halden hale dönüştürmesi, yeryüzü ve yer altındaki mineralleri eritip bünyesine katarak coğrafyaları aşan yolculuklara taşıması suyun sonsuz döngüselliğini anlamak için önemli bir başlangıçtır. Isınıp buharlaşmaya başladığında içinde taşıdığı tüm mineralleri ve zenginliği yeryüzünde bırakıp, saf su buharı molekülleri olarak yer üstünde dolaşabilen su molekülleri, soğuk hava kütlesi ile karşılaştığında ise insan türünün atmosfere bıraktığı zehirli gazları, asit yağmurları yoluyla yeryüzüne ve yer altına indirmesi nedeniyle yer çekimini aşabilen; yer altı, yeryüzü, yer üstü arasındaki sonsuz döngüyü mümkün kılan süper taşıyıcı niteliği kazandırmaktadır bu değişken maddeye… Bu sürekli geçişlilikler, oluşlar ve devingenlikler, üzerinde yaşadığımız gezegeni, kentleri ve insan türünün su ile olan ontolojik ilişkisini de doğrudan biçimlendirmektedir.

Bu kabulden hareketle, Fransız düşünür Gilles Deleuze’ün açtığı ufuk çizgisinden ilerlersek, düşünce sistematiğimizin kara odaklı, ölçülebilir, üzerinde hafızayı biriktiren, statik bir rasyonalitenin ürünü olduğunu, buna karşın sürekli akış halinde olan suyun, dinamik, belirsiz ve tıpkı bir kara parçası gibi ölçülüp, biçilerek üzerinde mülkiyet ve sınır inşa etmeyi mümkün kılmayan dinamik yapısı sayesinde, sürekli hareket ve oluş halindeki bir “jeo-düşünce”ye ve “geofelsefe”ye imkan verdiğini söyleyebiliriz. Bu perspektife Yeni Materyalist Felsefe’nin yaptığı katkıları da eklediğimizde görünenlerin ötesine geçerek, nesneler, aktantlar, maddesellikler ve durumlar arasındaki ilişkiselliğe önem veren gezegensel jeo-düşünce’ye doğru yol almış oluruz. Gezegeni maddesellik üzerinden yeniden-düşünmeyi ve insan-merkezli bir düşünce yerine su ve bellek ilişkisine farklı aktantlar ve bunlar arasındaki dinamik ilişkiselliklere dikkat çekmeye çalışan jeo-düşünce üzerinden bakmak bu karmaşık ve dolanık ilişkiyi açımlamak için iyi bir örnek olabilir.

Suyun gezegen üzerindeki akışını belirleyen termodinamik yapı ve topografyanın biçimlenişi, yani jeomorfoloji (geolandforms) kendi akışkan belleğini “fluvial jeo-bellek” ve dinamik formunu (fluvial landforms) yaratır. Bu dinamik yapının en çarpıcı örneklerinden birini Mississippi Nehri’nin kıvrımlarını, izlerini ve zaman içindeki değişimlerini gösteren haritaları ile jeolog ve kartograf Harold Fisk vermiştir. 1944 yılında ABD Ordu Mühendisleri Birliği için hazırladığı, “The Nature and Origin of the Alluvial Valley of the Lower Mississippi River” başlıklı raporda Fisk, Mississippi Nehri’nin uzun erimli değişimlerini, farklılaşan su rejiminin yarattığı kıvrımları tespit ederek nehrin “fluvial jeo-bellek”ini de görünür kılmıştır. Öte taraftan, Türkiye’de değişen su rejimi ve iklimsel koşullar nedeniyle kuruyan göl, nehir ve sulak alanların kıyısında beliren sahipsiz alanlar bu döngüsel ve değişken bellek göz ardı edilerek birdenbire nitelik değiştirmekte, sudan karasal düşüncenin hakimiyetine geçerek müşterek alanlar hemen işgal edilmekte, üzerlerinde daha önce işlemeyen sınır çizgileri oluşturularak özel mülkiyetlere geçirilmektedirler. Buna karşın fluvial jeo-bellek binlerce yıldır süren suskunluğunu bir anda bozarak kuru dere yataklarına inşa edilmiş yapıları önüne katarak sürüklemekte ya da 2024 yılında Valensiya’da yaşanan sel felaketi gibi geniş çaplı facialara yol açmaktadır.

Şekil 1. Harold Fisk, Aşağı Mississippi Nehri'nin Alüvyon Vadisi'nin Doğası ve Kökeni 1944. ©Public Domain Image Archive.

Şekil 1. Harold Fisk, Aşağı Mississippi Nehri’nin Alüvyon Vadisi’nin Doğası ve Kökeni 1944. ©Public Domain Image Archive.

Yalnızca dere yataklarında değil, suyun karaya temas ettiği tüm bölgelerde de gezegensel jeo-belleğinin değişken izleri görülebilir. Yer çekimi nedeniyle gerçekte yamru yumru bir forma sahip olan gezegenin devasa çukurlarını dolduran su kütlesinin kara ile birleştiği bölgelere “kıyı” diyoruz ve aslında bir çizgiden öte sınırları, formu ve derinliği atmosferik ve hidrografik koşullara bağlı olarak sürekli değişen bir geçiş “bölge”sinden bahsediyoruz. Geçiş bölgesi niteliğindeki bu kıyı formunun yapısı, dirençli kayaçlardan hızla aşınan, sürüklenen ve yeniden biriken yumuşak alüvyonlara kadar jeolojik çeşitliliğe bağlı olarak oldukça değişken niteliktedir. Dolayısıyla insan türünün yerleşerek kenarında medeniyet kurduğu, sonu gelmez ıslah çalışmaları ve çeşitli müdahalelerle insan-yapımı artefaktlara, antroposenik mamullere dönüştürdüğü bu kıyı bölgeleri yalnızca kent hayatını biçimlendirmekle kalmaz, yer kazanmak amacıyla sürekli doldurulan ve karasal nitelik kazandırılan bu kıyı bölgeleri hem morfolojilerini hem müştereklik karakterlerini hem de denizsel niteliklerini geri döndürülemez biçimde kaybederler.

Şekil 2. Dünya'nın bazı yerlerinde yer çekiminin daha fazla oluşunu açıklamak ve gezegenin yüzeyini daha iyi anlamak amacıyla GRACE ve CHAMP uydu verileriyle oluşturulmuş, “Potsdam Yer Çekimi Patatesi” olarak adlandırılan gezegenin sulardan arındırılmış jeoit görünümü (2011) (URL-1). © GFZ Helmholtz Centre for Geosciences.

Şekil 2. Dünya’nın bazı yerlerinde yer çekiminin daha fazla oluşunu açıklamak ve gezegenin yüzeyini daha iyi anlamak amacıyla GRACE ve CHAMP uydu verileriyle oluşturulmuş, “Potsdam Yer Çekimi Patatesi” olarak adlandırılan gezegenin sulardan arındırılmış jeoit görünümü (2011) (URL-1). © GFZ Helmholtz Centre for Geosciences.

Madalyonun diğer tarafından bakıldığında ise, daha en başından itibaren su dünyasının akışkan, değişken ve devingen yapısının farkında olarak jeo-belleğe dayanıklılık (endurance) ve dirençlilik (resilience) gibi çeşitli biçimlerde uyum sağlayan Venedik, Suzhou, Bangkok, Amsterdam, Cần Thơ, Saint Petersburg gibi su kentleri, yüzyıllar boyunca özgün kentsel, mimari ve altyapı çözümlerini geliştirmişler, su ile birlikte yaşamanın somut ve somut-olmayan kültürel birikimlerini günümüze kadar sürdürebilmişlerdir. Mesela, devasa bir lagünün üzerine inşa edilen Venedik’teki binalar lagünün dibine çakılmış ahşap kazık temel sisteminin üzerine inşa edilmişlerdir. Kent sakinlerinin göremedikleri evlerinin altındaki bu ahşap kazık temel sistemleri, yüzyıllar boyunca tüm şehrin altını bir tür su altı ormanına dönüştürmüştür. Bataklık üzerinde medeniyet inşa etmenin bu ağır bedeline ek olarak, Adriyatik Denizi’nde kış ve ilkbahar dönemlerinde görülen gelgitler nedeniyle suların yükselmesi, “Acqua Alta” denilen periyodik su taşkınlarına yönelik olarak Venedik’te geçici ve kalıcı çözümlerin üretilmesini de zorunlu kılmıştır. Küf ve bakteri üretmeyen Venedik Sıvası’ndan, on altıncı yüzyıl sarayı Querini Stampalia’nın zemin katını restore eden Carlo Scarpa’nın yükselen kanal sularının binanın içine taşmasına izin veren ünlü tasarımına kadar kentteki tüm imalatlar suyun yapısını, karakteristiğini ve farklı hallerini dikkate alarak geliştirilmiş ve yüzyıllardan beridir aktarıla gelen yaşamsal öneme sahip bir yapı kültürüne dönüşebilmiştir. Sonuç olarak, günümüzde insan türünün varlığı ancak gezegensel jeo-düşüncenin benimsenmesi oranında sürdürülebilir gözükmektedir.


Not

  • URL 1: (https://www.gfz.de/fileadmin/_processed_/7/0/csm_Geoid_2011_thumb_e8c170b6dd.jpg)

“Suyla kurduğumuz ilişki, yaşamla ve gezegenle olan ilişkimizi yansıttığına, hatta şekillendirdiğine göre, iklim değişikliği ve afetler çağında bu ilişkiyi yeniden ele almak gezegenle olan ilişkimizi de yenileyebilir…”

Ebru Bingöl, Doç. Dr.
İskenderun Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü


Suyun Doğası: Kentin Oluşumunda Kurucu Bir Güç

Endüstri Devrimi ile başlayan süreçte, suyu insan yerleşimleri için bir kaynak olarak tanımladık ve su döngülerini değiştirdik. Günümüzde, dünya genelinde yüksekliği 15 metreden fazla olan 45.000 baraj bulunmakta ve baraj suları tarafından 400.000 kilometrekarelik bir alan sular altında bırakılmış durumda (Tvedt ve Oestigaard 2006, s.xiv). Antroposen çağında suyun doğasının değiştirilmesi sebebiyle küresel iklim değişikliği, kuraklık ve yağış rejimindeki düzensizlik gibi sorunlar her geçen gün daha çok gündeme gelmekte.

Su ve kent ilişkisinde suyu sadece bir “kaynak” olarak görmek, bu çok boyutlu olguyu yüzeysel olarak algılamamıza sebep olmakta. Oysa ki su, farklı iş birlikleri aracılığıyla kültürel ilişkileri hem üretir hem de kültür tarafından yeniden anlamlandırılır (Attala 2019, 2022; Bingöl, 2021), (1). Sosyolog Bruno Latour’un yaklaşımıyla “insan olmayan özneler”in (non-humans) (nesneler, mekanlar, malzemeler, teknolojiler, makineler, hayvanlar, öznellikler, semboller, düzenlemeler vs.) insanlar ile kurduğu çeşitli ilişkiler ağı (assembling), toplumsal değişimin oluşumuna katkıda bulunur (Latour, 2005; Cerulo, 2009). (“insan olmayanlar”ın bir aktör olarak sosyal değişimi nasıl yarattıklarına dair Latour’un formülasyonu için Bkz. Şekil 1).

Şekil 1.  “İnsan olmayanlar”ın kurduğu ağlar aracılığıyla sosyal değişimi oluşturması . Bruno Latour’un (2005) metinlerinden görselleştirilmiştir. Yazar tarafından oluşturulmuştur. 

Şekil 1.  “İnsan olmayanlar”ın kurduğu ağlar aracılığıyla sosyal değişimi oluşturması . Bruno Latour’un (2005) metinlerinden görselleştirilmiştir. Yazar tarafından oluşturulmuştur. 

Şahsen, kentlerde suyla ilgili tüm olumlu ya da olumsuz deneyimlerimizin, suyun içkin doğasıyla kurduğumuz ilişkiye bağlı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle kentlerdeki su problemlerinin karmaşık yapısını anlamak için, öncelikle suyun doğasına bakmak gerektiğine inanıyorum. Latour’un sosyal bilim yaklaşımı ile doğa bilimci Pritjof Capra’nın  (2005, s.20) “doğanın kendi dilini anlamamız gerektiği” iddiasıyla harmanladığımızda ise daha kapsamlı bir bakış açısı elde ediyoruz. Çünkü “insan-olmayanların içkin doğası”nı (Arapça kökeni ile fiṭra /fıtrat), toplumsal değişimi yaratacak ağların kurucu ögesi olarak da görmek mümkün (Bu yorumlama için bkz. Şekil 2). Sonuçta  su, günümüzde her ne kadar kültürel olarak inşa edilmiş bir varlık olsa dahi, kendine ait ritmi ve doğasıyla bağımsız bir varoluşa da sahiptir (Latour, 1993; quasi- object kavramı).

Suyun içkin özellikleri, insan ve insan olmayan aktörler üzerinde belirli “etkiler” yaratır veya çeşitli ilişkilerin ortaya çıkmasına neden olur. Suyun öncelikli içkin doğası hareket etmek; akmaktır (Bartholomew 2012, s.106). Bu hareket, dünya genelindeki su sistemlerinin mevsimsel ve yıllık ritmini oluşur. Bu ritmi değiştirmeye kalkıştığımızda karşımıza, seller, su baskınları ya da kuraklık çıkar. Kendi çalışmalarımdan yola çıkarak nehirler örneğinden devam edersem nehirlerin taşkın ya da kuraklık, belirli olayları ya da insan birlikteliklerini tetiklemekte ya da bazı mimari unsurların ve altyapıların inşa edilmesine ve kentsel biçimin değişmesine sebep olarak toplumsal yapıyı etkiler.

Nehrin ikinci özgün niteliği, birçok üretim biçimi için olanak ya da verimlilik sağlamasıdır. Nehirler; tarım, zanaat, sanayi ya da balıkçılık gibi faaliyetler için kaynak oluşturur. Bunların her biri yerel halkı üretmeye, balık tutmaya ve imalat yapmaya yönlendirerek toplumsal sistem içinde yeni birliktelikler yaratır. Suyun üretim üzerindeki verimi, kent yöneticilerini ve sakinlerini, verimliliği arttırmak için planlar yapmaya ve su altyapıları inşa etmeye teşvik eder. Bir nehrin verimliliği, insanların nehir çevresine yönelmesi ya da nehre yakın mülklerin yüksek kira değerinden faydalanmak istemesi gibi olayları da tetikleyebilir. Bu durum ise, kentsel biçimi yani sosyomekansal deseni ve kentin ekonomisini dönüştürür. 

Üçüncü olarak bir nehir, iki ya da daha fazla kara parçasını birbirinden ayırabilir. Nehrin sınır etkisi, yerleşimin karşı kıyıya genişlemesi için bir eşik oluşturur. Bu durum plancılar, mimarlar, teknisyenler, yöneticiler gibi insan öznelerini harekete geçirerek, kentin savunmasını güçlendirmeye yönelik yapılar inşa etmelerine ya da nehrin sınır niteliğini aşmaya yönelik planlama girişimlerinde bulunmalarına neden olur. Nehir, yeni sosyo-mekansal örüntülerin ya da insan topluluklarının ortaya çıkmasına aracı olur ve bu da yeni toplumsal ilişkilerin kurulmasına yol açar.

Su, bir başka içkin doğası gereği, kendi özgün ağırlığından hafif cisimleri taşır ve kaldırır. Bu nedenle, ulaşım aracı olarak kullanılır; ana gövdesi üzerinde ve kollarında yer alan yerleşimleri bir ağ gibi bağlar. Nehrin bu “yüzülebilir-taşıyıcı” rolü, yöneticileri ya da yerel halkı mal ve ürün taşımak veya ihraç etmek gibi faaliyetlere yönlendirir; bu da kentte son derece etkili sosyo-ekonomik ilişkilerin oluşmasına ya da kıyı hattında iskeleler, limanlar, su kenarı çarşıları gibi nehirle ilişkili ticari yapıların ve rekreatif alanların inşa edilmesine ve bölgenin mekansal örüntülerinin değişmesine neden olur (2). Görüldüğü gibi bir nehrin içkin özellikleri birçok açıdan bir kentin sosyal, mekansal, ekonomik, ekolojik dönüşümlerine sebep olabilir. Bu sebeple suyun içkin özelliklerinin ve dinamiklerinin planlama ve tasarım süreçlerinde olumlu yönde dönüştürücü olarak kullanıldığı tasarımların kent-su ilişkisine bambaşka kapılar aralayabilir. Anuradha Mathur ve Dilip da Cunha’nın suyun dinamiklerine duyarlı tasarımları; StossLU’nun Toronto’daki Don Nehri için geliştirdiği, suyun hareketine göre şekil değiştiren dalga kıranları; Verbund’un Ren Nehri için hayata geçirdiği ve mimari programın mevsimlere göre değiştiği LIFE Riverscape Lower-Inn projesi; Japonya’daki Superdijken projesinin suyun dinamikleriyle birlikte dönüşen tasarım yaklaşımı; Hollanda’da kanal kapaklarının açılıp kapanmasıyla suyun kaldırma kuvvetinden yararlanan nehir erişim güzergahları; Het Peyzaj’ın çeşitli kıyı, sulak alan ve dere yatağı projelerinde suyun akışkan doğasını dikkate alan yaklaşımları, suyun içkin özelliklerini tasarıma entegre eden örnekler olarak gösterilebilir.  

Şekil 2. Bruno Latour ve insan-olmayan aktörlerin formülasyonunun insan-olmayanların doğası üzerinden yeniden yorumlanması.

Şekil 2. Bruno Latour ve insan-olmayan aktörlerin formülasyonunun insan-olmayanların doğası üzerinden yeniden yorumlanması.


Şekil 3. Suyun dinamiklerinin tasarıma entegre edildiği çeşitli projeler (3).  

Şekil 3. Suyun dinamiklerinin tasarıma entegre edildiği çeşitli projeler (3). 

Toparlarsak, Bartholomew’un (2012) da belirttiği gibi günümüzde su ile ilgili bütün problemlerin ana kaynağında, suyun kendine has, bağımsız bir organizma olarak görme yoksunluğumuzdan kaynaklanıyor. Tasarımcılar olarak öncelikle bir varlık olarak suyu ve onun içkin doğasını ve yerelde kurduğu ilişkileri anlamamız gerekiyor. Sosyal bilimler alanındaki bilgilerimizi, doğa bilimleri ile birleştirerek genişletmeliyiz. Sonuçta suyla kurduğumuz ilişki, yaşamla ve gezegenle olan ilişkimizi yansıttığına, hatta şekillendirdiğine göre, iklim değişikliği ve afetler çağında bu ilişkiyi yeniden ele almak gezegenle olan ilişkimizi de yenileyebilir. 


Notlar

  1. Yirminci yüzyıl, su ve insan arasındaki dönüşümün en radikal sonuçlarını ortaya koysa dahi neyse ki yirminci yüzyılın sonlarında Jane Jacobs’ın “ekosistem olarak kent (city as an ecosystem)” tartışmaları, Deleuze ve Parnet’nin “asamblaj  (assemblage)” kavramı, Guattari ve Bennett’ın ekoloji düşüncesi ve nihayetinde post-hümanist tartışmalar sonucu sadece insan merkezli yorumlamaların ötesinde farklı varlıklar arasındaki ilişkilerin ve birlikte işleyiş biçimlerinin toplumsal değişimin oluşumuna katkıda bulunduğunu ortaya koymuştur. Hatta Yeni Zelanda’daki Whanganui nehri, Hindistan’daki Ganj ve Yamuna nehirleri, Kolombiya’daki Atrato nehri, ulusal hukuk sistemlerinde yasal bir kişilik olarak ilan edilmiş, Ekvador ve Bolivya Pachamama (doğa ana) Yasası ile birlikte varlığını sürdürme hakkına sahip bir özne olarak tanınmıştır.
  2. Bu yaklaşımla nehrin kentin kurucu gücü olarak değerlendirildiği  alternatif bir kent tarihi okuması için bkz. Bingöl, E., ve Meoli, V. (Ed.) (2022). Tale of A River City: Reading Urban Histories of Antakya Through Asi River. 
  3. Projelerin görselleri üst sıra soldan sağa: Burga, H. F. (2008). RIVER+CITY+LIFE: A Guide to Renewing Toronto’s Lower Don Lands by Stoss Landscape Urbanism. Places Journal, 20(3); Asian Network of Major Cities 21,  (https://www.arch.columbia.edu/events/804-river-vs-rain-dilip-da-cunha); alt sıra soldan sağa: (https://www.stoss.net/projects/planning-urbanism/lower-don-lands); Negi P. et.al (2023). Structural health monitoring of inland navigation structures and ports: a review on developments and challenges. Structural Health Monitoring 23(1):605-64; (https://hetpeyzaj.com/tr/silivri-bogluca-river-landscape-design/)

Kaynaklar

  • Attala, L. (2019) How Water Makes us Human: Engagements with the Materiality of Water. Cardiff: University of Wales Press.
  • Attala, L. (2022). What is a River? Knowing rivers: The Cultural Lives of Rivers. İçinde E. Bingöl and V. Meoli (Ed) Tale of A River City: Reading Urban Histories of Antakya Through the Asi River. Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.
  • Bartholomew, A. (2012). Hidden Natures: The Startling Insights of Viktor Schauberger.  Floris Books. 
  • Bingöl, E. (2021). Su ile Dirençli İlişkiler Kurmak: Profesyonellerin Ekosistemine Bakış. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dergisi Tasarım + Kuram, 17 (34), 84-100. 
  • Capra, F. (2005). Speaking Nature’s Language: Principles for Sustainability. Ecological Literacy: Educating Our Children for a Sustainable World. M.K. Stone and Z. Barlow (Eds). San Francisco CA:  Sierra Club Books. 
  • Cerulo, K. A. (2009). Nonhumans in Social Interaction. Annual Review of Sociology, Vol 35, pp.531-552.
  • Latour, B. (1993), We have never been modern, Cambridge, MA: Harvard University Press.
  • Latour, B. (2005), Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network-Theory, Oxford University Press, Oxford.
  • Tvedt, T. & Oestigaard, T. (2006). Introduction. Tvedt,T. & Oestigaard, T. (Ed.). A History of Water:The World of Water. Vol. 3. London: I.B. Tauris,ix-xxii. 

“Eskiden geçirgen, erişilebilir ve müşterek bir eşik olan kıyılar; bugün çevrelenmiş, özelleştirilmiş ve dışlayıcı alanlara dönüşmüştür. Bu durum, yalnız mekansal değil; aynı zamanda zihinsel bir yabancılaşmayı da beraberinde getirir: Kentli, artık su kültürünün bir parçası değil; pasif bir izleyici, yerinden edilmiş bir figürdür.”

Elif Soylu
Kentsel Tasarımcı, Mimar, Bağımsız Araştırmacı


Akışkan Kimlikler: Su, Mekan ve Kolektif Belleğin İzinde 

Su, yalnızca fiziksel bir madde değil; onunla kurduğumuz ilişkiler aracılığıyla anlam kazanan toplumsal ve kültürel bir varlıktır. Suyun anlamı yalnızca teknik bilgiyle değil, aynı zamanda hayal gücüyle, gündelik deneyimler ve tarihsel hafızayla biçimlenir. Zaman ve mekanda iç içe geçen doğal ve toplumsal akışlar, kentlerin hem fiziksel peyzajını hem de sosyal ilişkilerini sürekli olarak birlikte, yeniden üretir. Yer altı kanalizasyonlarından mega barajlara, ev musluklarından kamusal çeşmelere, bataklıklardan rekreatif plajlara kadar uzanan “mavi altyapılar,” gündelik yaşamın mekansal deneyimleriyle kentsel ölçekteki yapısal dönüşümler arasında aracılık işlevi görür.

Musluğu her açtığımızda, gizli, karmaşık bir altyapı sistemi devreye girer. Bu sistem, yalnızca suyu değil; toplumsal ilişkileri, iktidar yapılarını ve tarihsel kararların izlerini de taşır (Kaika & Swyngedouw, 2000). Su altyapısını yalnızca teknik veya doğal bir ağ olarak değil, aynı zamanda sosyopolitik bir yapı olarak ele almak gerekir. Politik ekolojinin de vurguladığı üzere, kentlerin sürdürülebilirliği ile “kentsel olan”ı inşa eden pratikler, esasen suyun temini, dolaşımı ve bertarafı üzerinden şekillenir (Swyngedouw, 2004). Bu akışlar, hem fiziksel coğrafyalara hem de kültürel geleneklere gömülüdür; aynı zamanda daha geniş ölçekteki siyasal ve toplumsal dinamikleri yansıtır. Dolayısıyla doğanın kentleşmesi yalnızca fiziksel değildir, aynı zamanda üretim-tüketim ilişkilerinin ve kentsel kültürün yeni biçimlenişlerini de içerir. İstanbul gibi bir metropolde bu görünmez ağ, binlerce yıllık kentsel belleğin izlerini taşır. Günümüzde yaşanan krizler, sağlık, ekoloji ve altyapı arasında kurulan karmaşık karşılıklı bağımlılıkları tarihsel bir perspektifle yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.

Bugünün su sistemleri coğrafi koşulların ötesinde toplumların suyu barajlama, kurutma, kanallaştırma, set çekme, depolama, borulama ve geri dönüştürme iradesi ve kapasitesinin ürünüdür. Bu müdahaleler, suyun nereden gelip nereye gideceğini, kimin ne şekilde erişeceğini belirleyerek hem kentsel su manzarasını hem de kentin kendisini dönüştürmüştür. Dolayısıyla bugünü anlamak, geçmişte alınan kararların ve altyapı ağlarının tarihsel gelişiminin izini sürmeyi gerektirir. Su-kent ilişkisinin anlaşılması, onun ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutlarını birlikte ele almayı zorunlu kılar. Çünkü büyümenin hegemonyası ve sosyoekonomik eşitsizlikler, suya erişimi doğrudan etkiler; kentleşme hızlandıkça, su kullanımının sosyokültürel boyutları dönüşür ve bu da erişim, eşitlik ve çevresel adalet üzerinde kalıcı etkiler yaratır.

Şekil 1. Kırkçeşme su yolları akış diyagramı (Soylu, 2024).

Şekil 1. Kırkçeşme su yolları akış diyagramı (Soylu, 2024).

Çeşmelerden Şişelere: Bir Kültürel Kopuşun Hikayesi

İstanbul’un tarihsel su yapıları, çeşmeler, sarnıçlar, bentler, kemerler, maksemler, yalnızca altyapı değil, aynı zamanda kamusal yaşamın ve mekansal hafızanın kurucu bileşenleridir. Vakıf sisteminin yönettiği bu yapılar, suyun kolektif bir hak olarak görüldüğü, mahalle dayanışmasının canlı olduğu bir dönemin izlerini taşır. Su, farklı tarihsel dönemlerde hayati bir gereksinim, kente göçü teşvik eden bir cazibe, modernleşmenin simgesi ya da bir piyasa nesnesi olarak farklı anlamlar kazanmıştır. 19. yüzyıl sonlarında başlayan özelleştirme dalgasıyla su hizmetlerinin Fransız ve Alman şirketlerine devredilmesi, imtiyazlı sınıflara hizmet eden yeni bir ayrışma düzeni yaratmıştır. Örneğin, Terkos Şirketi’nin bazı mahallelere su götürmemesi üzerine doğan tepkiler sonucunda Hamidiye Su Yolları inşa edilmiş ve suyun kamusal erişimi bir nebze sağlanmıştır. 1979’da anonim şirkete dönüştürülen Hamidiye, bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraki olarak Belgrad Ormanları’ndaki kaynak sularını işleyerek kent geneline dağıtan bir kuruluş haline gelmiştir. İSKİ’nin 1981’de kurulmasıyla birlikte su yönetimi devletleştirilmiş; 1980 sonrası neoliberal politikaların etkisiyle ise su, giderek daha entegre ama aynı zamanda daha ticarileşmiş bir sistemin parçası haline gelmiştir. Hızlı nüfus artışı, kuraklık ve yetersiz altyapı yatırımları su krizini derinleştirmiş; damacana ve şişelenmiş su sektörünün büyümesi musluk suyuna olan güveni azaltmıştır. Melen ve Kanal İstanbul gibi projeler, kentin su kaynakları üzerinde ağır ekolojik ve sosyopolitik yükler yaratmıştır. Böylece su, temel bir hak olmaktan çıkarak piyasada fiyatlandırılan bir metaya dönüşmüştür. 

Resim 1, 2. 19. yüzyılda Küçükparmakkapı’daki Abdullah Ağa Çeşmesi’nde Sakalar ve 2000’ler sonrasında özelleştirilmiş şişelenmiş su dağıtımı.

Resim 1, 2. 19. yüzyılda Küçükparmakkapı’daki Abdullah Ağa Çeşmesi’nde Sakalar ve 2000’ler sonrasında özelleştirilmiş şişelenmiş su dağıtımı.

Osmanlı’da sakalar tarafından taşınan ve yüzlerce çeşmeden akan su, bir zamanlar ortak, erişilebilir bir varlıkken; bugün motorlu dağıtıcılarla taşınan, etiketlenmiş, ölçülmüş ve bireysel tüketime sunulan bir ürün haline gelmiştir. Bu kırılma, sadece fiziksel altyapıyla değil; derin kültürel kodlarla, sosyal güvenle ve toplumsal hafızayla da ilgilidir (Soylu, 2024). Musluktan akan suyun içilememesi, sadece teknik bir sorun değil, çok daha derin bir kopuşun göstergesidir: Suyla iç içe yaşama halinden, ondan ayrı, mesafeli bir konuma geçiş. Bir zamanlar metabolik olarak entegre olan su altyapısı bugün parçalanmış, mekansal olarak yeniden yapılandırılmış bir hal almıştır. İstanbul bu dönüşümde çarpıcı bir örnek sunar: Ekolojik ve tarihsel bilginin nasıl silindiğini ve yerine spekülatif gelecek projelerinin nasıl geçirildiğini açıkça gösterir. Kent, bilinçli bir unutma pratiğiyle geçmişin suyla örülü kolektif yaşam biçimlerini dışlamaktadır. Eskiden geçirgen, erişilebilir ve müşterek bir eşik olan kıyılar; bugün çevrelenmiş, özelleştirilmiş ve dışlayıcı alanlara dönüşmüştür. Bu durum, yalnız mekansal değil; aynı zamanda zihinsel bir yabancılaşmayı da beraberinde getirir: Kentli, artık su kültürünün bir parçası değil; pasif bir izleyici, yerinden edilmiş bir figürdür.

Bu çok katmanlı kırılma, nostaljik bir özlemle değil; yalnız eleştirel bir hafıza inşasıyla aşılabilir. Bu hafıza, miras gibi korunacak bir unsur değil; mücadele edilecek bir politik alan olarak ele alınmalıdır. İstanbul’un su müştereklerini yeniden kurmak, öncelikle gömülü altyapılarla, kaybolmaya yüz tutmuş yerel anlatılarla ve kültürel pratiklerle yeniden temas kurmayı gerektirir. Bu temas, suyu yalnız bir hizmet değil; anlam ve ilişkiler ağı kuran bir ortam olarak yeniden düşünmeyi mümkün kılar.

Bu bağlamda mimarlık ve kentsel tasarım, yalnız estetik biçim üretimi değil; hafızayı onarma ve ilişkileri yeniden kurma pratiğine dönüşmelidir. İstanbul’un kıyıları, yaşanan dönüşümün şiddetiyle yüzleşilmeden yeniden tahayyül edilemez. Bu nedenle temel soru, suya nasıl erişileceğinin yanı sıra; suyla nasıl yeniden ilişkilenileceği, suyun nasıl yeniden kültürel ve politik bir mekana dönüştürüleceğidir. Su, ancak bu yolla yeniden yalnız altyapının değil; kentsel aidiyetin de kurucu bir öğesi haline gelebilir.

Kaynaklar

  • Kaika, M., & Swyngedouw, E. (2000). Fetishizing the modern city: The phantasmagoria of urban technological networks. International Journal of Urban and Regional Research, 24(1), 120–138.
  • Soylu, E. (2024). Cartographies of Flow: Entangled Stories of Istanbul’s Waters. [Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. Technische Universität Berlin.
  • Swyngedouw, E. (2004). Social power and the urbanization of water: Flows of power. Oxford University Press.

“Suyun ve kıyıların mekansal olarak üretimi, yeniden üretimi ve yönetimi yalnızca teknik bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal adalet, katılım ve haklar bağlamında ele alınması gereken sosyo-ekolojik bir olgudur.”

Esra Sert, Dr. Öğr. Üyesi
MEF Üniversitesi, Mimarlık Bölümü


Su ve kıyı ile olan ilişkisini, korunması gereken tarihsel sosyo-ekolojik ilişkilerin “müşterek mekanları” olarak yeniden tahayyülü ve sürekliliği olarak ele alıyor ve uzun zamandır üzerinde düşündüğüm iki soru önerisi ile başlamak istiyorum.
Birincisi kentsel mekan olarak kıyıyı, yalnızca fiziksel imgeler ya da mimari öğeler bütünü olarak değil; sosyo-doğal ilişkilerin tarihsel sürekliliğini ve çatışmalı birlikteliğini barındıran metabolik dolaşım kanallarının (tekrar bozulup değişmek üzere) bir süreliğine mekansal olarak sabitlenmiş hali olarak kavramak mümkün müdür? İkincisi ise ilkinden hareketle, kentsel mekanda su ile ilgili olup bitenlerin ve altyapısal karşılıklarının gelecekte de çeşitli nedenlerle ve yollarla değişip dönüşebileceği türünden ucu açık ve lineer olmayan müşterek bir gelecek tahayyülü kurulabilir mi?
Kıyı kentleri, tarih boyunca suyla kurdukları özgün ilişkiler sayesinde, yalnızca coğrafi bir konum tariflemezler, aynı zamanda toplumsal ve politik açıdan da belirleyici öneme sahip ekolojik nişler olarak karşımıza çıkarlar. Su, yalnızca doğal bir kaynak değil; aynı zamanda emek, bilgi, iktidar ve mücadele süreçleriyle biçimlenmiş bir toplumsal-mekansal ögedir. Bu bağlamda İstanbul’un kıyılarıyla ve su altyapı sistemiyle kurduğu tarihsel ilişki de istisna değil, aksine bu dinamiklerin somutlaştığı çarpıcı bir örnek olarak karşımıza çıkar. Osmanlı’dan günümüze uzanan süreçte, İstanbul kıyıları hem gündelik yaşamın hem de su mirasını etkileyen kentsel su altyapı politikalarının merkezinde yer almış; zaman zaman radikal ve büyük ölçekli dönüşümler, zaman zaman ise dışlama ve metalaştırma bağlamlarında şekillenen çatışmalı bir belleğin taşıyıcısı olmuştur.
Politik ekoloji perspektifinden bakıldığında kıyı, doğal olanın insan emeğiyle dönüştüğü, toplumsal pratiklerle sürekli yeniden üretildiği hibrit mekanlardır. Bu bağlamda kıyılar da sabit veya nötr coğrafi sınırlar olarak değil; doğa ile toplum arasındaki karşılıklı etkileşimin mekansal ifadeleri olarak anlaşılmalıdır. Söz konusu karşılıklı etkileşim, çatışma ve mücadeleler kadar kentsel tahayyüllere de bağlıdır. Kıyı alanlarının nasıl ve kimler için üretildiği, bu alanların hangi toplumsal kesimlerin erişimine açıldığı ya da kimlerin dışlandığı gibi sorular, yalnızca mekansal adalet açısından değil, aynı zamanda suyun yönetimi ve kentli hakları bakımından da kritik önem taşır.
Dahası, bu birlikteliğin üretimi ve yeniden üretimi süreci, yüzyıllar boyunca hem kentsel metabolizmanın hem de halk sağlığının ve kamusal yararın şekillenmesinde belirleyici rol oynamıştır. Kıyılar bu anlamda, teknik altyapının, çevresel politikaların ve toplumsal mücadelelerin kesişiminde yer alan stratejik alanlardır; dolayısıyla suyun yönetimi, su altyapısı ve kıyı mekanlarının kurgulanışı, yalnızca tekno-yönetsel bir mesele değil, aynı zamanda derin bir sosyo-ekolojik meseledir. Örnek vermek gerekirse 19. yüzyıldan itibaren gelişen modern altyapı sistemleri sayesinde, insan atıklarının su kaynaklarını doğrudan kirletmesi büyük ölçüde engellenmiş; kanalizasyon ağları aracılığıyla atık suyun kent sokaklarından denizlere açık biçimde akmasının önüne geçilmiştir. Ancak bu dönüşüm, kirliliğin tamamen ortadan kalkmasıyla değil, daha karmaşık ve dolaylı biçimlerde yeniden üretilmesiyle sonuçlanmıştır. Kirlilik artık doğrudan gözlemlenemeyen, teknik ağlar içinde gizlenen bir süreç haline gelirken, sonuçları ise çok daha yakıcıdır.
Benzer şekilde, günümüzde musluklarımızdan akan suyun kaynağına ya da kanalizasyon atığının geçtiği arıtma süreçlerine ya da yönetim biçimlerine dair bilgiye erişim oldukça sınırlıdır. Bu süreçler dünyanın her yerinde yalnızca teknik olarak değil, aynı zamanda yönetsel ve politik olarak da şeffaflıktan uzaktır. Su altyapısı, karmaşık teknolojik sistemlerden oluşmasının yanı sıra; ulus-devletlerin, şirketleşmiş kamu kurumlarının ya da doğrudan özel şirketlerin denetiminde işler. “Modern su altyapı sistemi” olarak adlandırılan bu yapı, genellikle halk sağlığını koruma ve hijyen koşullarını güvence altına alma hedefiyle meşrulaştırılır. Ancak altyapının bu görünürde nötr işleyişi, suyun nasıl üretileceği, kimlere nasıl ve ne kadar erişilebilir olacağı gibi temel kararları belirleyen güç ilişkilerini perdeler. Su ve su altyapısı, bu yönüyle doğrudan çevresel adaletle ilişkili bir alandır: Farklı sınıfların, toplumsal grupların ve coğrafi bölgelerin suya erişim koşulları arasında derin eşitsizlikler mevcuttur. Su gibi “doğal” görülen bir varlık, teknik altyapılar aracılığıyla disipline edilir. Bu bağlamda, suyun ve kıyıların mekansal olarak üretimi, yeniden üretimi ve yönetimi yalnızca teknik bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal adalet, katılım ve haklar bağlamında ele alınması gereken sosyo-ekolojik bir olgudur. Kentsel çevre tarihi bizlere, kıyı kentlerinin bugününün ve geleceği hakkında geçmişte yapıp ettiklerimiz kadar, geleceğe dair tahayyülerimize de sıkı sıkıya bağlı olduğunu söyler.

“Arzu coğrafyalarımızı inşaat, yatırım, sermaye, rekabetçi kentlere hizmet eden temsil mekanları kurmak, bunları görmezden gelmek üzerinden değil de, kendimizi ekosistemin parçası olarak gören ve ekosistemin bütünlüğüne adil yaklaşan, barışçıl bir dünya üzerinden tahayyül etmek, arzu yatırımlarımızın yönünü değiştirebilir mi?”

T. Gül Köksal
Doç. Dr., Mimar, Koruma Uzmanı


Ekosistemi Özgürleştirmek: Haliç Örneği 

Su ve karayı buluşturan kıyılar. Diğer bir deyişle, doğaya yapılı çevre müdahalesinin başladığı mıntıka. Ya da bir yaşam inşa ederken suyun, toprağın… imkanlarını binlerce yıldır kullanma hal-i pür melalimiz. Artık nasıl bir yaşam arzu ediyorsak, arzu coğrafyalarımız ne şekilde çalışıyorsa, o şekilde fiziksel karşılık bulan zemin.

Kıyılar, bir yapılı çevre oluşum sürecinde türlü işlevler alıyorlar. Davet metninizde geçtiği gibi, suyun kenarında olmak, su değerlerini kullanmak insanlığa her daim cazip olageldi. Bu kadim konuyu, “ekosistemi özgürleştirmek” olasılığı üzerinden ele almayı düşündüm. Zira kıyıların kullanım değerine kapitalist kentleşme öncesi insan odaklı yaklaşım, ardından gelişen sermaye birikimi odaklı tutum, bugün artık neredeyse başka bir şey düşünmemize izin bile vermiyor. Oysa paradigmatik bir dönüşüme ihtiyacımız var ki, iklim sorunları, insanlık bunalımları, ekosistemin gördüğü zarar bunu her geçen gün bizlere işaret ediyor. Sorunsalı bir su kenti olan İstanbul’un, korunaklı bir iç su yolu olan Haliç’in kıyı kullanımı üzerinden açmak istiyorum. 

Tarihi Yarımada’nın komşuluğundaki Haliç, uzunca yıllar mesire yeri veya liman olarak kullanılıp imara açılmamışken, eski görsellerde su ve toprağın, bugün konuşageldiğimiz ekolojik kullanım değeri odaklı bir tutumla yaşatıldığını görüyoruz. İstanbul’un başkentliğiyle birlikte, kentin jeopolitik vb. değerleri öne çıkıyor ve özellikle Haliç kıyılarında üretim yapıları inşası başlıyor. Bizans döneminin limanı olan kuzey kıyı, 15. yüzyılda gemi üretim alanına evriliyor ve önce tersane gözleri ile kaplanıyor, ardından 19. yüzyıl boyunca iki kilometrelik kıyı şeridi boyunca tersaneler inşa ediliyor. 20. yüzyıla geldiğimizde, Haliç’in iki kıyısında da çok sayıda sanayi tesisi kurulduğu görülüyor. Ardından Haliç kıyılarındaki sanayinin verdiği zarar işaret edilerek yıkımlar ve dönüşüm başlıyor. Bu arada sanayi yapılarının bir kısmı modern miras/endüstri mirası olarak miraslaştırılıyor. Miras ünvanı alan yapılar, işe yaradığı oranda yeniden işlev alıyor. Ancak buradaki yapılı çevreyi var eden politik-ekonomik, sosyolojik sorunlar, olsa olsa akademik dünyada konu olurken, sahada inşaatlar durmaksızın devam ediyor. 

Haliç kıyılarının sanayiden sonra bir kültür havzası olarak kullanımı da gündeme geliyor. Ama bu da yine bir inşai faaliyete zemin oluyor. Haliç’in su niteliği, “temizliği” gibi ekolojik sorunsallar gündemde iken, kıyılarda inşaat da durmuyor. Görseldeki Haliçport/Tersane İstanbul inşaatı gibi…

2013’te Haliç tersaneler bütünlüğünün Camialtı ve Taşkızak Tersaneleri alanı üzerine, yat limanları, oteller, alışveriş merkezi, cami gibi programlarla ihalesi çıkan Haliçport, 2019 yılında programına müzeler, sanat pazar alanı vb. eklenerek Tersane İstanbul adını alıyor. Bir deprem kentinde lüks konutlarla yapı yoğunluğunu artıran, kamusal müşterek alanları sermayeye açan, piyasa odaklı tüketim alanları inşa eden, kültür-sanat pazarları ile kent suçunun üstünü örten ve nihayetinde ekosistemi tüm yönleriyle tahrip eden bu proje, Haliç’in kuzey kıyısındaki arka mahalleleri de dönüştürmeye devam ediyor. 

Peki kıyılar bu şekilde inşaat sektörü ile yeniden sanayileşirken ekosistemi nasıl mesele edebiliriz? Açılan onca dava, Haliç Dayanışması’nın mücadelesi, yaşayanların itirazları, bu süreci kayda geçirse de veya akademide bunlar tartışılsa da, sahada olan bitene karşı şimdi ne/nasıl yapmalı? 

Resim 1. Haliçport, Tersane İstanbul (Fotoğraf: T. Gül Köksal).

Resim 1. Haliçport, Tersane İstanbul (Fotoğraf: T. Gül Köksal).

Ekosistemi özgürleştirmek için önce daha fazla inşaat yapmaya heves etmeden bir durmak gerektiği açık. Seçmeci değer ataması ve estetik odaklı miraslaştırma yaklaşımına eleştirel bir tutumla, kamusal kullanım değeri üzerinden bakmak bizlere başka bir perspektif sunabilir. 

“Su, toplumsal ve mekansal örgütlenmenin belirleyici unsuru” ise, suyla olan ilişkinin dönüşümü bize başka bir yol açabilir. Sadece su da değil, toprakla, kıyılarla, halihazırda sermaye birikimi lehine tasarımlarla süslenen ve imar için arazi olarak görülen coğrafya ile de. Belki de burada bir dönüp bizim arzu coğrafyalarımıza bakmamız lazım. Sadece iktidar ve sermaye için demiyorum. Bu projeleri üreten, akademide konuşup geri kalanı dert etmeyen, sahalarda görev alan hepimizi hesaba katalım. Ekmeğini kazanmaktan, arzu ettiği hayatı sürdürmeye dek gündelik uğraş içinde olan biz, temsil mekanını yazanlar, çizenler, üretenler, hepimiz… 

Arzu coğrafyalarımızı inşaat, yatırım, sermaye, rekabetçi kentlere hizmet eden temsil mekanları kurmak, bunları görmezden gelmek üzerinden değil de, kendimizi ekosistemin parçası olarak gören ve ekosistemin bütünlüğüne adil yaklaşan, barışçıl bir dünya üzerinden tahayyül etmek, arzu yatırımlarımızın yönünü değiştirebilir mi? Bu yolda cesurca kendimizi de dönüştürerek mücadele edecek güçlü dayanışmacı ortamlar kurulabilir mi? Bunun için bir arzu var mı?  

“Su kenarında gelişen bir kentin kıyı ile kurduğu bağ, artık fiziksel bir yakınlıktan ibarettir, sosyokültürel katılımın yerini görsel temas ve sembolik erişim alır. Böylece, kıyının bir yaşam alanı olarak sürekliliği, yerini temsili bir manzaraya bırakır ve ekonomik dinamiklerin aracı haline gelir…”

Orkun Dayıoğlu, Mimarlık Tarihçisi


Kıyı, Hafıza, Mekansal Gerginlikler

Türkiye’de suyla ilişki kuran birçok yerleşim yeri olsa da, ekonomi ve nüfus açısından büyüklüğü göz önüne alındığında İstanbul, çoğu alanda olduğu gibi, öne çıkıyor. Artan göç, ticari ve ekonomik faaliyet, dinamik sosyal normlar ve benzeri unsurlar, etkilerini her ne kadar son yüzyılda dramatik bir şekilde göstermiş olsalar da şehir, yüzyıllardır bu değişkenlerin etkisinde evrimleşir. Özellikle Boğaziçi’ne eklemlenen birçok mahallenin tarihi, ticari faaliyeti, sosyoekonomik dinamikleri ile birlikte coğrafi ve topoğrafik özellikleri, su ile olan ilişkinin ne denli kritik olduğunu vurgular. Bütün bu unsurların gözlemlenebildiği Boğaziçi semtleri arasında olan İstinye, emek tarihinin, endüstri mirasının, iktidarların imar hareketlerinin, yerleşim yerlerinin kıyı ile olan ilişkisinin ve bu ilişki ağlarının günümüze kadar gelen etkilerinin farklı katmanlarda izlenebildiği bir örnek olarak öne çıkar.

İstinye’nin sanayi tesisleri ile donatılması süreci her ne kadar 1950’li yıllarda başlasa ve 1960’lı yıllarda yoğunlaşsa da, bölgenin üretim ve ticaret merkezi olarak tanınması ve bu yöndeki kullanımı yüzyıllar öncesine dayanır. Dionysios Byzantios’tan Ioannis Malalas’a; Niketas Choniates’ten Lewis Einstein’a, bölgenin gelişimine tanıklık etmiş çoğu kişi İstinye’nin coğrafi yapısının ve kıyı ilişkisinin önemli olduğundan bahseder. Sık sık Haliç’e benzettikleri bölgede iki tepenin arasında yer alan vadinin, vadi boyunca akan derenin ve koyun ne kadar güvenli olduğuna, bir liman olarak kullanılan bu koyun coğrafi ve politik önemine atıf yaparlar. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren modern bir tersanenin varlığından söz edebildiğimiz İstinye Koyu’nun ağırladığı en önemli iki gemi, Birinci Dünya Savaşı’ndaki ünleri ile bilinen Goeben ve Breslau zırhlılarıdır. Üzerinde tartışmayı ve kent dokusundaki, emek tarihindeki yeri açısından incelenmeyi hak eden İstinye Tersanesi, 1990’lı yıllarda kapansa ve parça parça Tuzla Tersanesi’ne taşınsa da semt kimliğinin önemli bir parçası olarak yerel hafızada yaşamaya devam eder.

Koyun çevresi, 19. yüzyıldan 1950’li yıllara dek birçok yalıya ev sahipliği yapar. 1940’lı yılların sonunda başlayan imar hareketleri, 1950’li yıllardaki Demokrat Parti döneminde yoğunlaşırken etkisini şehrin birçok noktasında olduğu gibi İstinye’de de gösterir: Boğaziçi sahil hattında genişletilen ve inşa edilen yeni araç yolları, kamulaştırılan yalıların olduğu alanlardan geçer.

Koyun iç kısmına doğru ilerlediğimizde, geniş kapsamlı birçok üretim tesisi, ofis ve terkedilmiş fabrika yapıları görünür. Aralarında Kavel Kablo Fabrikası, Türkay Kibrit Fabrikası, Beldeyama ve Beldesan fabrikalarının bulunduğu yapıların büyük kısmı 1960’lı ve 1970’li yıllarda inşa edilir. Semt içerisinde ve konut alanları arasına sıkışmış olan üretim tesislerinin kapatılması, yapıların yeniden işlevlendirilmesi 1990’lı yıllarda başlayarak 2000’li yıllara kadar uzanır. İç kısımlarda yer alan yapıların birçoğu 1990’lı yıllarda gerçekleşen yeniden işlevlendirme projeleri ile birlikte ofis veya süpermarket olarak kullanılmaya başlasa da, yapıların orijinal kimliklerine dair birçok gözlem yapmak mümkün. Süpermarket olarak kullanılan yapıların iç mekanını deneyimlemesi oldukça kolay olduğundan, geniş üst örtünün ve pencere açıklıklarının belirgin formu, bu orijinal kimliğe dair unsurlar olarak izlenebilir.

Vadinin içine doğru olan istikamette yer alan ve günümüzde “Dereiçi” olarak bilinen nokta, Sarıyer’e bağlı olan İstinye, Pınar ve Derbent mahallelerinin kesişim bölgesi. Aynı zamanda, günümüzde ıslah edilmiş veya “kurutulmuş” üç ayrı derenin de buluşma noktasıdır. Erken 20. yüzyıl haritalarından ve yerel sakinlerin hafızasından öğrenebileceğimiz üzere, günümüzde İstinye Park’ın bulunduğu noktadan inen dere “Balaban”; Derbent’ten inen dere “Terazi”; İstinye Koyu’na uzanan dere ise “İstinye Deresi” olarak bilinir. Kentin her noktasında izinin sürülebileceği bariz kaynaklardan olan, kentin odak noktalarına yapılan isimlendirmeler, bu bölgede de karşımıza çıkar: Bir cadde ve otobüs durağı ismi olarak “Balabandere”.

Aynı bölgede, çevremizi saran birçok “konut sitesi” olduğunu görmek mümkün. Bu alanların birçoğu 1980’li yıllarda devlet tarafından yenilenen ve önü açılan yapı kooperatiflerinin inşa ettiği sitelerden oluşur. Vadi üzerindeki en geniş alana sahip olan “İstinye Boğaziçi Siteleri” olarak bilinen konutlar, 1980’li yılların sonunda “Boğaziçi Yapı Konut Kooperatifi” tarafından inşa edilir. 1990’lı yıllardan 2000’li yıllara kadar Maslak’ın ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün öneminin artması ile birlikte rant ve yapılaşma, bu bölgede kendisini göstermeye başlar ve SEBA İnşaat’ın 2000 yılı sonrasındaki etkisi İstinye’de yoğunlaşır.

Günümüzde, İstinye Koyu çevresi ve mahallenin iç noktalarındaki farklı bağlamlar, birçok keskin hatla ayrılır: Terk edilmiş üretim tesisleri, yeniden işlevlendirilen yapılar, kurutulmuş veya ıslah edilmeye çalışılmış dereler, çarpık kentleşme, lüks konutlar, geleneksel bir çarşı, su ve insan ilişkisini büyük oranda kesen rıhtım, lüks bir marina ve arabalı vapur hattı.

Yüzyıllardır İstinye Koyu’nu, tıpkı Haliç gibi, güvenli bir liman, bir ticaret merkezi, işçilerin yoğunlukta olduğu bir yerleşim yeri yapan temel unsur, mahallenin su ile olan ilişkisidir. Mahallenin temelini oluşturan ve şekillenmesindeki ana unsur olan koy, beraberinde tersaneyi, göçü, çarşısını, atölye ve fabrikalarını getirir. Kamulaştırılan ve özelleştirilen alanlar kendi özerkliğini ilan ederken mahallenin dokusu, sosyoekonomik profili sürekli değişir. Yalnızca 1980 sonrası neoliberalizminin etkileriyle de değil, 19. ve 20. yüzyıl boyunca etkisini artıran otorite ve iktidarın somut icraatlarının görünür olduğu bir örnek haline gelir.

Bu bağlama oturan farklı semtlerin tarihinde su ile olan ilişkinin her daim erişilebilirlikle doğru orantılı “iyi” veya “kötü” olup olmadığı hakkında da çeşitli sorular sorulabilir. Suya yakınlık, kimi zaman yaşamı kolaylaştıran bir kaynak, kimi zamansa salgın hastalıkların taşıyıcısı olarak görülür. Örneğin, 1892-95 yıllarındaki kolera salgınında hastalığın yayıldığı temel alanlar mahalle içi dereler olarak gösterilir. Bu kapsamda özellikle Kasımpaşa Deresi, hem fiziki varlığı hem de kamusal algı açısından büyük bir hedef haline gelir ve radikal bir kararla kurutulur. Aynı dönemlerde, modernizmin teknik ve hijyenik idealleriyle şekillenen şehircilik anlayışı doğrultusunda, tıpkı İstinye’de olduğu gibi Ortaköy ve Beşiktaş dereleri de benzer bir kaderi paylaşır: Üzerleri kapatılır, ıslah edilir, akışları kesilir. Su ile olan tarihsel ilişki, “temiz kent” idealine feda edilirken; sahil yollarında yer alan yalılar, kamusal hafızada yer etmiş ancak artık “bakımsız” kabul edilen mezarlıklar yıkılarak yerlerine caddeler ve parklar inşa edilir. Bu müdahaleler, görünüşte sağlıklı, ulaşılabilir ve düzenli bir kent vadediyor gibi görünse de, aslında kamusal mekanın hafızasını törpüleyen ve suyla kurulan gündelik ilişkinin sürekliliğini koparan adımlardır. Asıl odak, bu sürekliliğin her yönünü mekanın, toplumun ve bireyin hafızasında da korumak olabilir.

Benzer bir dönüşüm, 1980’li yıllarda Haliç kıyısı boyunca ve özellikle Perşembe Pazarı çevresinde yoğun şekilde gözlemlenir. Sanayi ve ticaret alanlarının “temizlenmesi”, tarihi dokunun görünür kılınması gibi gerekçelerle yapılan yıkım ve yeniden inşa süreçleri, suyla olan ilişkinin mekansal sürekliliğini zayıflatır. Bu dönüşümler yalnızca fiziksel yapıyı değil, aynı zamanda kentsel ve bireysel hafızayı da silikleştirir; balıkçı tekneleriyle, iskele taşlarıyla, kıyıdaki taş fırınlarla kurulan ilişkiler birer birer ortadan kalkar.

Tarihin, toplumsal ve bireysel deneyimin gelişim unsurlarını okuyamıyor olmanın; suyla kurulan ilişkinin katmanlı yapısını gözetmeden yalnızca teknik ve estetik önceliklerle müdahale etmenin sonucu olarak, bugün pek çok mahallenin su ve kıyı ile olan ilişkisini farklı bağlamlarda kaybettiği söylenebilir. Bu durum, günümüz yaşam alanlarının en temel eksikliklerinden birine işaret eder: Kamusal olan, görünüşte daha bakımlı, daha planlı ve “temiz” hale gelirken; özünde daha dışlayıcı, daha kontrollü ve erişimi sınırlı bir yapıya dönüşür. Su kenarında gelişen bir kentin kıyı ile kurduğu bağ, artık fiziksel bir yakınlıktan ibarettir, sosyokültürel katılımın yerini görsel temas ve sembolik erişim alır. Böylece, kıyının bir yaşam alanı olarak sürekliliği, yerini temsili bir manzaraya bırakır ve ekonomik dinamiklerin aracı haline gelir.

Tüm bu dönüşümler, suyla kurulan tarihsel ve çok katmanlı ilişkinin hem fiziksel hem de sembolik olarak kesintiye uğramasına neden oluyor. Kıyılar, kamusal yaşamın taşıyıcısı olmaktan çıkarak temsili ve dışlayıcı mekanlara dönüşürken, kentlilerin hafızasında ve gündelik deneyiminde de ciddi kopmalar meydana geliyor. Bu nedenle, su mirasını yalnızca estetik ya da rekreasyonel değil, aynı zamanda hak, erişim ve dirençlilik meselesi olarak yeniden düşünmek zorunlu hale gelmekte.

“Hatay’dan bu sefer sonu iyiye bağlanan bir hikaye duymak istiyorsak Arsuz sahilindeki yürüyüş yoluna bakmamız yeterli. Eksikleri ve kusurları olsa da halkın erişim imkanını artıran bir fikrin şehrin yaşamına nasıl katkı yapabildiğini gösteren somut bir örnek olarak ilham verici.”

Şerif Süveydan, Yüksek Mimar
Süveydan Mimarlık Danışmanlık


Arsuz Sahilindeki Yürüme Yolunun Kısa Hikayesi 

Haritadan Hatay’ın kıyılarına baktığınızda Arsuz’un bu uzun sahil hattı üzerinde özel bir konuma sahip olduğu görülür. İskenderun Körfezi’nden güneye doğru inerken yönü kuzeye bakan en korunaklı koy burasıdır. İskenderun düzlüğü güneye doğru daralır ve Arsuz’un bulunduğu konumda Amanoslar ile Akdeniz birleşir. Daha güneyde Asi Nehri’nin oluşturduğu Samandağ’daki geniş deltaya kadar sarp kayalıklar vardır. Samandağ’ın güneyinde ise Kel Dağı’nın sarp kayalıkları başlar. Samandağ’ın denizi genelde hırçındır, Akdeniz’in sert rüzgarını cepheden karşılar. Asi Nehri boyunca derinliklere doğru uzanan boğaz nedeniyle karayla deniz arasında durmadan esen sert ve yıpratıcı rüzgarlar sürekli uğuldar. Oysa Arsuz genelde dingin bir koydur. Kuzeye baktığı için doğu-batı yönünde esen sert rüzgarlara karşı korunaklıdır. Tam da koyun en korunaklı yerine dökülen Arsuz Çayı balıkçılar için sakin bir barınak vazifesi görür. Muhtemelen bu iki nedenden ötürü Arsuz uzun bir dönem boyunca küçük bir balıkçı köyü olmuştu. Silifke’nin doğusunda, özellikle Seyhan deltası ve Karataş’ı geçtikten sonra, geniş kumsalı ve dinginliği açısından Arsuz neredeyse alternatifi olmayan bir yerdir.

Aynı nedenlerle Hatay’da kıyıya erişimin en zor olduğu ve en çok kesintiye uğradığı yerin Arsuz olması tesadüf olmaması gerek. 1960’lardan itibaren gelişen yazlık kültürünün bu küçük balıkçı köyünün kaderini değiştirmesinin ardından 90’lara gelindiğinde sahile erişim büyük oranda kesilmişti. Sahil boyunca mülkiyet dokusu ve erişim hakları neredeyse dönemin siyasi ve ekonomik katmanlaşmasının sureti gibidir.

Resim 1. Arsuz, 2014 yılı uydu fotoğrafı.

Resim 1. Arsuz, 2014 yılı uydu fotoğrafı.


Resim 2. Arsuz, 2014 yılı mülkiyet durumu ve sahile erişim.

Resim 2. Arsuz, 2014 yılı mülkiyet durumu ve sahile erişim.


Resim 3. 2016 yılında Arsuz Belediyesi tarafından kullanıma açılan sahil yürüme yolunun güzergahı.

Resim 3. 2016 yılında Arsuz Belediyesi tarafından kullanıma açılan sahil yürüme yolunun güzergahı.

Koyun en korunaklı kesiminde Orduevi, hemen yanında paralı halk plajı, onun da yanında Arsuz Oteli’nin özel plajı sıralanır. Arsuz Çayı’nın doğusunda özel konutların oluşturduğu dar bir şerit, Orman Genel Müdürlüğü’nün kampına kadar erişimi engeller. Yine villaların olduğu dar bir şeridin devamında Maliye Kampı ve Devlet Demir Yolları Kampı yer alır. Kurbağalıdere koyun en korunaklı bölümünün sonudur, devamında doğu-batı rüzgarına açık Gözcüler Kumsalı başlar. 

Soldan sağa dizilen resmi kurumların kampları bir bakıma bölgedeki bürokratik hiyerarşinin sıralamasını anımsatır. Ordu Evi’nin plajına ve özel plajlara serbest erişim imkanı yoktur. Uzun bir süre boyunca Orman Müdürlüğü, Maliye ve TCDD kamplarının önündeki sahil şeridine kara tarafından girilemiyordu, ancak sahil boyunca yürürken bu plajların içinden geçilmesine engel de çıkarılmazdı; halkın sahilin bu kesimine erişimi yazılı olmayan bir izne tabiydi. Arada hiddetlenen bir genel müdürün maraza çıkardığı durumlar mutlaka olmuştu ama halkın erişim hakkı, taraflar arasında bir mutabakata dayanıyordu. Sahil kenarındaki villalar ise yasal boşluklardan, özel izinlerden yararlanılarak ve tabii ki binaların aralarında sahile erişimi sağlayan çıkmaz sokaklar bırakılacağı sözüyle inşa edilmişti. Ancak ilk fırsatta bahçe duvarları yükseltilmiş; çitler çekilmiş; bu ara yollar kapalı garajlara dönüştürülerek sokaktan sahile erişim fiilen imkansız hale getirilmişti. Yasal açıdan yüz metrelik sahil şeridinin içinde kaldığı için kaçak statüsündeki bu binalar kazanılmış haklar nedeniyle yıkılamıyordu. Küçük bir belediyenin villaların arasında kalan yolların geçişe kapatılmış olmasına karşı koyacak gücü yoktu anlaşılan.

Resim 4: 2016 öncesine ait hava fotoğrafında Ordu Evi’nin planından başlayarak Orman Kampı’nın özel plajına kadar olan kesim görülebiliyor (URL-1).

Resim 4: 2016 öncesine ait hava fotoğrafında Ordu Evi’nin planından başlayarak Orman Kampı’nın özel plajına kadar olan kesim görülebiliyor (URL-1).

2016 yazında Arsuz Belediyesi sahile Kurbağalıdere’den başlayan ve Arsuz Çayı’nda son bulan küçük bir “highline” ekleyerek ortadan kaldıramadığı bu gayrimeşru durumu dönüştürmek için önemli bir adım attı. Çocukluğundan beri her yaz Arsuz’a tatil için gelen halktan biri bu palyatif çözüm için “yüzyılın hizmeti” demişti. Kötü bir tasarım ve kötü işçilikle yapılmış olsa bile belediyenin kapasitesi düşünüldüğünde bu yaya düzenlemesinin gerçekten de etkili bir müdahale olduğunu teslim etmek gerekiyordu. Zira çitler, set duvarları ve engellerle bölünmüş sahil şeridi “modern Arsuz tarihinde” ilk defa kesintisiz bir gezinti yoluyla birleştirilmişti.

Sahildeki villaların denize bakan teraslarının ve kampçıların barakalarının önünden geçen, özel plajları ise yararak bölen 3-4 metre enindeki bu yürüyüş yolunun pek tabii ki Atlantic City’deki “boardwalk” gibi görkemli ve ferah olduğu söylenemezdi. Ancak halka ilk defa kıyı boyunca yüksek bir seviyeden manzaranın tadını çıkararak yürüme imkanı sağlıyordu. Bir bahçıvanın veya kamp görevlisinin uyarısıyla durdurulma riski yoktu.

Kısa süre içinde özel bahçelerinin yeni yürüyüş yoluna bakan tarafı görsel ilişkiyi kesecek şekilde bitkilerle veya kamış perdelerle kapandı. Maliye’ye ait kamptaki vali lojmanının önü pek tabii ki tel çitle bitkilerle perdelendi. Bu halka açık promenad herkesi memnun etmiş olamazdı ama belli ki kimse bu yeni yola itiraz etme cesaretini gösterememişti. Sahil kısa sürede şenlendi. Yürüme yolu ilk fırsatta doğuya doğru daha da uzatılarak iki buçuk kilometrelik kesintisiz bir şerit haline getirildi. Hala Arsuz Çayı’nın batısında koyun en korunaklı kısmına erişim imkanı olmasa da sahil yürüyüş yolunun Arsuz’un köyiçine bağlanması bile yeterli olmuştu.

6 Şubat 2023’den beri çoğunlukla yıkım, kayıp ve yas manzaralarına tanık olduğumuz Hatay’dan bu sefer sonu iyiye bağlanan bir hikaye duymak istiyorsak bu yürüyüş yoluna bakmamız yeterli. Eksikleri ve kusurları olsa da halkın erişim imkanını artıran bir fikrin şehrin yaşamına nasıl katkı yapabildiğini gösteren somut bir örnek olarak ilham verici.

Resim 5. Arsuz Belediyesi’nin 2016’nın yaz aylarında tamamladığı sahil yürüme yolunun özel villaların önünden geçen kısmı. Villaların önü kamış perdelerle kapatılmış. Plaja inen çelik merdivenin kötü işçiliği ise basamakların renkli boyasıyla, korkulukların pası ise Akdeniz’in sert güneşi altında hoş görülebilir küçük kusurlar hale gelmiş. 

Resim 5. Arsuz Belediyesi’nin 2016’nın yaz aylarında tamamladığı sahil yürüme yolunun özel villaların önünden geçen kısmı. Villaların önü kamış perdelerle kapatılmış. Plaja inen çelik merdivenin kötü işçiliği ise basamakların renkli boyasıyla, korkulukların pası ise Akdeniz’in sert güneşi altında hoş görülebilir küçük kusurlar hale gelmiş. 


Resim 6. Yürüme yolunun Maliye Kampı’nın yanındaki valinin lojmanı önünden geçen kısmında tel çit bitkisel örtü sağda. Yolun devamında TCDD kampı ve ilerideki Gözcüler Plajı’na uzanan kısım görülebiliyor.

Resim 6. Yürüme yolunun Maliye Kampı’nın yanındaki valinin lojmanı önünden geçen kısmında tel çit bitkisel örtü sağda. Yolun devamında TCDD kampı ve ilerideki Gözcüler Plajı’na uzanan kısım görülebiliyor.


Resim 7. Yürüme yolunun TCDD Kampı’nın barakalarının önünden geçen kısmı ve koyun iç kısmına doğru bakış.

Resim 7. Yürüme yolunun TCDD Kampı’nın barakalarının önünden geçen kısmı ve koyun iç kısmına doğru bakış.


Resim 8. Yürüme yolunun Maliye Kampı’nın önünden geçen kısmı. 

Resim 8. Yürüme yolunun Maliye Kampı’nın önünden geçen kısmı. 

Not

  • URL-1: (https://arsuz.bel.tr/), (Son Erişim Tarihi: 24 Haziran 2025).

“Ancak suyu bugün ve gelecekteki müşterek varlığımız olarak tanımlamayı yeniden başardığımızda, onu tüm canlı ve cansız varlıklar için ortak, adil bir sürdürülebilir yaşam zemini olarak ele aldığımızda bir şeyler değişmeye başlayacak…”

Tuğçe Tezer, Dr. Öğr. Üyesi
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü


Sudan Uzaklaşmak: İstanbul ve Antakya’da Bellek, Dirençlilik ve Mekansal Adalet

“Eskimeye başlamış küçük Kabataş İskelesi’nin yanındaki ahşap taburelerde oturuyoruz, elimizde açık bir çay. Çay ucuz, Boğaziçi ve Anadolu Yakası’nın eşsiz silüeti, bütün görkemiyle karşımızda. İskeleye yanaşan vapurlarla yükselen dalgaların suları ayağımıza değiyor. Çayımızı bitirip Fındıklı’ya, oradan Tophane’ye ve nihayet Karaköy’e doğru yürüyoruz. Sol tarafta Boğaziçi, pırıl pırıl parlıyor. Karaköy’e ulaştığımızda bütün kıyı apaçık, bizi bekliyor. Kıyıdaki banklarda otururken, sağımızda Topkapı Sarayı ve Tarihi Yarımada, karşımızda Boğaziçi, Üsküdar ve Anadolu Yakası’nın kendine has yeşil dokusu, solumuzda ise Dolmabahçe Sarayı bizi çepeçevre sarıyor. Aradan geçen şantiye tozlu yıllar boyunca, doğrusu Fındıklı-Karaköy hattında hem Boğaziçi’ni görmek, hem de kıyı hattında para harcamadan vakit geçirmek olanaksız hale geldi. Önce İstanbul Modern gitti ve yerine -yüksek güvenlikli- Galataport geldi, sonra katılımcı tasarım sürecine tezat Kabataş Transfer Merkezi yapıldı, Karaköy’de kıyıyı kamu erişimine tümüyle kapatan Peninsula Hotel de inşa edilince; geldiğimiz aşamada Avrupa Yakası’nın kıyılarından Boğaziçi’ne ulaşma, onu seyretme imkanı, halkın elinden tamamen alınmış oldu.”

Yerleşmeler tarihinin her döneminde su, mekanın doğal, fiziksel, kültürel ve toplumsal kurgusunu şekillendiren kurucu bir unsur oldu. Başlangıçta beslenmenin, bereketin, giderek bolluğun kaynağı olan su, zaman içinde kültürel belleğin, üretim biçimlerinin ve toplumsal örgütlenmelerin temel belirleyicilerinden biri haline geldi. Tüm yerleşmeler için benzer ölçekte bir etkiye sahip olan suyun kentliyle ilişkisi, görünürlüğü ve sürdürülebilirliği, bugün coğrafyamızda ağırlıkla büyük bir baskı altında. Gün geçtikçe hızlanan ve ölçek büyüten neoliberal dönüşümlerin baskısı altında varlığını sürdürmeye çalışan su, kıyı kentlerinde zamanla bir müşterek olmaktan çıkarak, ekonomik yatırımların konusu haline gelmiş durumda. Kentin suyla ilişkisi bağlamında İstanbul, dünya ölçeğinde istisnai bir örnek. Boğaziçi’nin iki yakasında tarih boyunca kurulan yerleşmeler, yüzyıllar boyunca yaşamın sosyal ve ekonomik merkezi olurken, kıyı hattı boyunca yapılan çeşmeler, hamamlar, iskeleler, sahil sarayları ve yalılar, kentin kimliğine derinlik kazandırıyor. Fakat kent kimliği, kentsel hafıza ve kültürel miras açısından büyük bir değeri olan İstanbul kıyıları, özellikle 1960’lardan sonra kentte hızlanan dönüşüm uygulamalarıyla müşterek kamusal mekanlar olmaktan uzaklaşarak, büyük ölçüde sermayenin tahakküm alanına dönüşüyor. 

Resim 1.  The Peninsula Hotel, (URL-1).

Resim 1.  The Peninsula Hotel, (URL-1).


Resim 2. Kabataş Transfer Merkezi, (Tezer, 2025).

Resim 2. Kabataş Transfer Merkezi, (Tezer, 2025).


Resim 3. Galataport ve İstanbul’un silüeti, (URL-3)

Resim 3. Galataport ve İstanbul’un silüeti, (URL-3).

Kentsel hafızanın önemli parçaları ve yakın geçmişe kadar büyük ölçüde yerel halkın rahatlıkla erişebildiği alanlar olan Kabataş, Karaköy, Haliç, Kadıköy başta olmak üzere İstanbul kıyıları, bugün otel, alışveriş merkezi, rezidans projeleriyle büyük ölçüde kamusal erişimin mümkün olmadığı alanlar haline geldi. Örneğin bugün Ortaköy’den Karaköy’e kadar yürüdüğümüzde, denizi yalnızca büyük yapıların arasında kalmış kısıtlı aralıklardan görebiliyoruz. Bu dönüşüm, fiziksel bir “ayrı düşme” haline ilaveten kentsel hafızanın önemli ölçüde silinmesi riskini de beraberinde getiriyor. İstanbul bütününde Boğaziçi’yle sınırlı kalmayan müdahaleler; kıyı alanlarının dolgu alanlarıyla doğal yapısını kaybetmesi, derelerin üzerinin kapatılması ve büyük ölçüde yollara dönüşmesi ve yağmur suyu döngüsünün bozulmasıyla sonuçlanıyor. Bütün bu değişimle kentte yaşayanlar sudan fiziksel ve görsel olarak uzaklaşırken, doğal yapısı oldukça bozulan İstanbul, afetlere karşı oldukça kırılgan hale geliyor. Şehir planlama ve kentsel yatırım faaliyetlerinde suyun yalnızca bir altyapı unsuru olmaya indirgenmesi, esasen kültürel ve toplumsal bir bileşen olan suyun kent yaşamındaki yerini giderek sınırlıyor. 

“Asi Nehri’nin kenarında, Köprübaşı’nda oturuyoruz. Büyük Park’ın nehre açılan kıyılarından birinde, taşların, çimenlerin üstünde, ağaçların altındayız. Süvari kahvemizi yudumlarken, ayaklarımız nehrin suyuyla serinliyor. Nehirde yavaşça salınan kayıklarla selamlaşıyoruz, yerel halkın neşesi, Asi Nehri’nden başlıyor ve bütün kente yayılıyor. Yıllar geçiyor, yine Köprübaşı’ndayız ama her şey farklı görünüyor. Asi Nehri dokunamayacağımız kadar uzakta, etrafı demirlerle çevrilmiş, nehir suyu kahverengi akıyor. Kente yayılan kötü kokunun müsebbibi Asi Nehri gibi görünse de, arkasındaki gizlenen faili hepimiz tanıyoruz.”

Resim 4. Antakya ve Asi Nehri’nin ilişkisinin yıllar içindeki değişimi. (2009 onanlı Antakya KAİP Raporu; Başgelen, 1998; Hatay Büyükşehir Belediyesi Arşivi, 2018; Antakya Gazetesi, 2006; Çılğın, 2021).

Resim 4. Antakya ve Asi Nehri’nin ilişkisinin yıllar içindeki değişimi. (2009 onanlı Antakya KAİP Raporu; Başgelen, 1998; Hatay Büyükşehir Belediyesi Arşivi, 2018; Antakya Gazetesi, 2006; Çılğın, 2021).

İstanbul’a kıyasla oldukça küçük ölçekli bir kıyı kenti olan Antakya, suyla kentlinin kurduğu ilişki bakımından İstanbul’la büyük benzerlikler taşıyor. Asi Nehri’nin etrafında ve Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerinde şekillenen kent coğrafyasıyla Antakya, yaklaşık elli yıl öncesine kadar doğa ve kentin uyumlu ilişkisinin hakim olduğu bir kent olmayı sürdürüyor. 1975 yılında Amik Gölü’nün kurutulması projesiyle başlayan suya büyük ölçekli müdahaleler, Antakya’da Asi Nehri’nin tabanının çökmesini beraberinde getiriyor. Yüzyıllardır Antakya’nın merkezi olma niteliğini taşıyan Köprübaşı’na ismini veren Roma Köprüsü, bu sürecin sonucunda bir kurul kararıyla dinamitlerle yıkılıyor ve Asi Nehri, doğal yapısını giderek kaybediyor. Geçmişte balık tutulacak kadar temiz, yanındaki taşlara oturup dokunulacak kadar yakın, üzerinde küçük teknelerle seyredilecek kadar geniş olan nehir yatağı, dolgu alanlarıyla giderek daralıyor. Yağmurlu günlerde Habib-i Neccar Dağı’nın sırtlarından süzülerek tarihi Antakya’nın arıklı Roma yollarından geçen yağmur sularının Asi Nehri’ne dökülmesini sağlayan doğal ve kentsel altyapı tümüyle bozuluyor. Yıllar içinde Asi Nehri kötü kokuların, ev ve sanayi atıklarının, sürekli taşan kirli suların mekanı haline gelirken, kentlinin suyla ilişkisi neredeyse ortadan kalkıyor. 

Resim 5. Asi Nehri’nin yıllar içindeki değişimi.

Resim 5. Asi Nehri’nin yıllar içindeki değişimi.


Resim 6. 6 Şubat 2023’ten önce ve sonra Antakya, (Tezer, 2021; Tezer, 2024).

 Resim 6. 6 Şubat 2023’ten önce ve sonra Antakya, (Tezer, 2021; Tezer, 2024).

Asi Nehri iki tarafında yapılan dolgu alanlarıyla doğal niteliğini kaybetmiş bir su kanalına dönüşürken, dolgu alanlarına çok sayıda yapı inşa ediliyor. Seneler boyunca alınan yanlış plan kararları, kent, doğa ve insanı görmezden gelen yatırımlar Antakya’yı afetler açısından son derece kırılgan hale getirirken, kentlinin suyla ilişkisi, suyun kent hafızasındaki yeri büyük bir deformasyona uğruyor. 6 Şubat 2023 depremlerinden etkilenen coğrafyada en büyük yıkımın yaşandığı kent olan Antakya’da, Asi Nehri’nin kenarında inşa edilmiş olan yapıların tamamına yakını yıkılıyor ya da hasar görüyor.

Suya ve Kentliye Hakkını Geri Vermek Mecburiyeti 

İtibarını uzun zamandır görmezden geldiğimiz doğa ve bu yazı kapsamında su, artık hakkı olanı geri almayı bekliyor. Yalnızca teknik altyapının konusu haline indirgenmiş olan rolünü, kentlerin ve kamusal mekanın kurucu öğesi, sosyal bütünleşme ve kültürel sürekliliğin merkezindeki konumunu yeniden kavramaya ihtiyacımız var. Çünkü ancak suyu bugün ve gelecekteki müşterek varlığımız olarak tanımlamayı yeniden başardığımızda, onu tüm canlı ve cansız varlıklar için ortak, adil bir sürdürülebilir yaşam zemini olarak ele aldığımızda bir şeyler değişmeye başlayacak. Bu yaklaşımla geliştirilen planlama, suya erişimi herkes için bir hak olarak tanıyan, kıyıları tümüyle kamusal kullanıma açan ve kıyı alanlarını kültürel peyzaj değerleriyle birlikte koruyan mekansal müdahaleler çoğaldıkça, kentlerimizin afetler karşısındaki kırılganlığının ve toplumsal ayrışmanın azaldığını beraberce göreceğiz. Bunun için kent mekanı ve doğayla kurduğumuz ilişkide özeleştiri yapmamız; su ve kentli ilişkisinin politik, toplumsal ve etik bir konu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Kentlerimizde büyük ölçüde işgal altında olan kıyıların kamusal karakterini yeniden inşa etmek; kentsel belleği, müşterekleri ve dirençliliği bir arada düşünmek, kaçamayacağımız bir sorumluluk olarak karşımızda duruyor.


Notlar

  • URL-1: https://www.peninsula.com/tr-tr/istanbul/5-star-luxury-hotel-bosphorus
  • URL-2: https://www.cnnturk.com/turkiye/galataport-istanbul-nerede-galataport-nedir-ne-zaman-yapildi-iste-galataport-istanbul-ile-ilgili-bilgiler-1706159)

“Kıyılarda ve dere yataklarında sermaye odaklı projelerle örülen kentsel dönüşüm, belleğin katmanlarını silmeye, yüzeyleri steril imgelerle kaplamaya çalışır. Oysa su, tam da akışkan doğasıyla, bu yüzeyleri aşındıran bir direnç pratiği üretir…”

Zuhal Kol, Mimar
Openact Architecture


Akışkan Direnç: Suyun Bastırılan İzlerini Yeniden Tahayyül Etmek 

Su, yalnızca bir maddenin akışkan hali değil; aynı zamanda belleğin, arzunun ve direncin taşıyıcısıdır. Yerin altında gözden kaybolan bir dere, kıyısında çocukların oynadığı, kuşların konakladığı hatıraları da yerin derinliklerine sürükler. Akış, hem mekansal bir süreklilik hem de politik bir unutma biçimi olabilir. Beton kanallarla disipline edilen, otoyolların zeminine hapsedilen bu su izleri, kentlerin neoliberal dönüşüm hikayelerinde çoğu zaman yalnızca altyapısal bir mesele olarak tarif edilir. Oysa su, tıpkı Donna Haraway’in tarif ettiği gibi, yalnızca yaşamın taşıyıcısı değil, aynı zamanda spekülatif tahayyüllerin de etkileşimli öznesidir (agent, Haraway, 2016). Onun bastırılan akışlarını görünür kılmak, yalnızca çevresel değil, aynı zamanda politik bir temsildir.

Mekansal temsil araçları arasında çizim, mimarlığın en güçlü etki alanlarından (agency) birini oluşturmakta. Bruno Latour’un (2004) tarif ettiği gibi, nesnelerin politik doğası temsil pratikleri üzerinden kurulur: Ne görünür, nasıl temsil edilir ve hangi alternatif gelecekler tahayyül edilir? Spekülatif çizim, bu bağlamda yalnızca mevcut olanı yansıtmaz; mümkün olanı müzakere eder. Maria Puig de la Bellacasa’nın (2017) özen (care) kavramıyla işaret ettiği gibi, temsilin sorumluluğu yalnızca epistemolojik değil, etik bir yükümlülüktür de. Tam da bu nedenle mimari temsil, suyla kurulan bu bastırma ve unutuş süreçlerini açığa çıkarma, kentsel dönüşümün görünmez kıldığı mekansal ve politik katmanları sorgulama ve alternatif müşterek gelecekleri spekülatif olarak imgeleyebilme kapasitesine sahip bir araştırma ve eleştiri aracı haline gelir.

Nehirlerin ve derelerin üzerine inşa edilmiş otoyollar ve yapılaşma, kentlerin jeolojisinde derin çatlaklar açar nitelikte, İstanbul’un Tuzla Deresi de, bu çatlakların tanıklarından biri. 1980’lerin hızla büyüyen, kontrolsüz kentsel yayılması sırasında dere yatağı beton bir kanala alınmış, kamusal hayat ve ekosistem bu müdahale ile kesintiye uğratılmış halde. Türkiye genelinde pek çok kentte dereler, benzer şekilde beton kanal içine alınmış ya da tamamen yer altına gömülmüş durumda. Bu uygulamalar, suyun doğal akışını durdururken, aynı zamanda kentsel toprağı mutlak yapılaşmaya açık bir zemin haline getiriyor. İstanbul’da bu durum, çok katmanlı kentsel yoğunluk ve sermaye odaklı planlama politikalarıyla birleşerek daha da kritik bir görünüm kazanıyor. Su yollarının bastırılmış olması yalnızca ekolojik döngüyü değil, kentin deprem ve sel gibi doğal afetlere karşı direncini de zayıflatmış halde.

Tuzla’daki müdahalemizde, spekülatif çizim pratiği yalnızca bir tasarım aracı değil; kamusal hayal gücünü harekete geçiren bir ortak düşünme alanı olarak işledi. Beton kanalın iki yanındaki otoyolları kamusal yeşil koridorlara dönüştürme önerisi, başlangıçta yerel yönetim için radikal bir kırılma önerisiydi. Çizimlerle ortaya koyduğumuz olasılıklar, Haraway’in (2016) spekülatif fabülasyon dediği tahayyül alanını açtı; katılımcı atölyelerde mahalle sakinleriyle birlikte alternatif bir kentsel müşterek tahayyülü kurmaya başladık.

Resim 1. Tuzla Yaşam Vadisi, Openact Architecture.

Resim 1. Tuzla Yaşam Vadisi, Openact Architecture.


Şekil 1. Tuzla Yaşam Vadisi, Openact Architecture.

Şekil 1. Tuzla Yaşam Vadisi, Openact Architecture.

Benzer şekilde Zagreb’deki Sava Nehri kıyısında yürüttüğümüz proje, kolektif hafızanın farklı bir biçimini açığa çıkardı. Sava’nın ani taşkın geçmişi nedeniyle şehir uzun yıllar boyunca nehirden uzak durmuştu. Modern mühendislik müdahaleleriyle kontrollü yatağa alınan nehir, zamanla fiziksel olarak şehir merkezine yaklaşsa da, toplumsal hafıza nehrin “tehlikeli” doğasını silmekte zorlandı. Spekülatif çizimler burada, kentsel belleğin bastırılmış katmanlarını açığa çıkaran ve yeni kamusal ilişkilenme biçimlerini öneren bir arayüz olarak devreye girdi.

Şekil 2. Sava, Zagreb. Openact Architecture. 

Şekil 2. Sava, Zagreb. Openact Architecture. 


Resim 2. Sava Zagreb. Openact Architecture. 

Resim 2. Sava Zagreb. Openact Architecture. 

Küçükçekmece Lagünü Havzası için hazırladığımız spekülatif “Başlangıç” projesi ise İstanbul’un suyla kurduğu çelişkili ilişkinin başka bir örneğini sunuyor. Göl ve deniz arasındaki bu geçişli ekosistem, mega projelerin yarattığı büyük ölçekli rant baskısı altında kırılgan bir eşiğe sıkıştı. Su kenarındaki boşluklar, ya kontrolsüz yapılaşmanın ya da sterilize edilmiş temsillerin kurbanı oluyor. Burada da çizim, yalnızca mekansal bir öneri değil; yerin potansiyellerini ve çatışmalarını görünür kılan bir müzakere platformu olarak işliyor.

Şekil 3. Başlangıç, Küçükçekmece. Openact Architecture. 

Şekil 3. Başlangıç, Küçükçekmece. Openact Architecture. 


Şekil 4. Başlangıç, Küçükçekmece. Openact Architecture. 

Şekil 4. Başlangıç, Küçükçekmece. Openact Architecture. 

Su, yalnızca aktığı yatakta değil, aynı zamanda bastırıldığı, gizlendiği ve yok sayıldığı mekansal boşluklarda da biriktirir. Bu birikim, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda politik ve duygusal bir bellektir. Kıyılarda ve dere yataklarında sermaye odaklı projelerle örülen kentsel dönüşüm, belleğin bu katmanlarını silmeye, yüzeyleri steril imgelerle kaplamaya çalışır. Oysa su, tam da akışkan doğasıyla, bu yüzeyleri aşındıran bir direnç pratiği üretir.

Mimarlığın spekülatif çizim pratiği, bu direncin görünürlüğünü artıran güçlü bir temsil aracına dönüşebilir. Latour’un (2004) vurguladığı gibi, mekansal gerçeklik yalnızca ne olduğuyla değil, nasıl temsil edildiğiyle de kurulur. Haraway’in (2016) spekülatif fabülasyon çağrısının işaret ettiği gibi, çizim yalnızca var olanı kaydetmez; alternatif geleceklere dair ortak tahayyülleri de besler. Bu tahayyüller, yalnızca mimari nesneler değil; müşterek mekansal ilişkilenmeler, bakım ve ortak sorumluluk rejimleri üretir. Puig de la Bellacasa’nın (2017) özen (care) kavramının altını çizdiği gibi, bu temsil pratiği etik bir müşterek üretim sürecidir.

Bugün, kentsel su alanlarında müşterekler üzerine yeniden düşünmek, yalnızca mekansal adaletin değil, aynı zamanda ekolojik sürdürülebilirliğin ve afet direncinin de temel koşuludur. Türkiye’nin pek çok kentinde bastırılmış dere yatakları, suyun doğal dolaşımını kesintiye uğratarak yeraltı su sistemlerini zayıflatmakta; geçirgenlik kaybı ve su baskını risklerini artırmaktadır. İstanbul’da ise bu kırılganlık, yoğun yapılaşma baskısı ile birleşerek daha da derinleşmiştir. Üzeri kapatılan derelerin, bastırılan kıyıların ve görünmezleştirilen ekosistemlerin sesini yeniden duyurmak; mekanın yalnızca sahip olunan değil, birlikte sürdürülen ve müzakere edilen bir varlık olduğunu hatırlatır. Suyun akışkan direnci, mekanın katı temsillerine karşı kırılgan ama inatçı bir hatırlatmadır.

Kaynaklar

  • Haraway, D. (2016). Staying with the Trouble: Making Kin in the Chthulucene. Duke University Press.
  • Latour, B. (2004). Politics of Nature: How to Bring the Sciences into Democracy. Harvard University Press.
  • Puig de la Bellacasa, M. (2017). Matters of Care: Speculative Ethics in More Than Human Worlds. University of Minnesota Press.
  • Deleuze, G. & Guattari, F. (1980). Mille Plateaux.