Şiddetle Fuzuli… Ama Hangisi?
Mimari Eleştiri’24 “Şiddetin Kıyısında” Konferansı Üzerine

Erdem Ceylan, Dr. Öğr. Üyesi
MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü
Bina Bilgisi Bilim Dalı

Rusvâlarından ol meh saymaz meni Fuzûlî

Divâne olmayım mı dünyâda yok mu ârum

Divan şairi Fuzûlî’nin mahlası hem “haddini aşan, gereksiz, işe yaramaz, fodul, boşboğaz”, hem de “faziletli, erdemli, üstünlüklerle dolu” anlamına geliyor. Şair, divanının mukaddimesinde karşıt anlamlar barındıran mahlasını seçme nedenini de açıklamış. Eğer şiirleri işe yaramazsa toplum onun üretimini, dolayısıyla da kendisini “gereksiz” bulacaktır. Fakat şiirleri toplum tarafından beğenilir ve diğer şairlerinkilerden üstün tutulursa kendisi “faziletli” bir kişi olarak anılacaktır. Dolayısıyla mahlas her iki duruma da uygundur. Buradan hareketle, şairin yukarıdaki beyti şöyle açıklanabilir: Sevgilisi şairi aşıklarından saymamış, işe yaramaz görmüş, faziletli bulmamıştır. Şair de dünyada bu utançla yaşamak zorunda kaldığından delirecek duruma gelmiştir. Fuzûlî’den, metnin ilerleyen bölümlerinde kendisine geri dönmek üzere şimdilik ayrılıyorum.

İlki “Yüzleşme” başlığı altında geçtiğimiz yıl düzenlenen Mimari Eleştiri konferanslarının ikincisi 18 Kasım 2024 tarihinde İstanbul Modern’de üç oturumda gerçekleştirildi. Oturumların tematik çerçevesi “Şiddetin Kıyısında” biçiminde kavramsallaştırılmıştı. Şiddet ve mimarlık arasındaki ilişki geçen yılki konferanstan farklı olarak, mimarlık disiplininin dışındaki disiplinlerden uzmanların da katılımıyla tartışmaya açıldı. Böylece mimarlığın şiddetin kıyısındaki, bir yandan ekonomi politik otoriteyle iş birliği yapan, öte yandansa doğa, yaşam, insan ve kültürün çağdaş krizlerinden hareketle etik bir tavır ortaya koymaya çalışan, bıçak sırtındaki konumunun “arada olma” durumu disiplinler arası bir ölçekte de saptanmış oldu.

Hannah Arendt’in politikanın bittiği yerde şiddetin başladığını vurgulayan ifadesi üzerinde inşa ettiği açılış konuşmasında Ahmet Tercan, etkinliğin amacının şiddetin fiziksel boyuttan başlayıp kültürel ve sembolik boyutlara uzanan varlığıyla mimarlığın ilişkisini disiplinler arası bir ölçekte ele almak olduğunu belirtti. Bina inşa etmenin kaçınılmaz “günah”ıyla doğa ve insanın kırılganlığını unutarak ekonomi politik otoriteyle suç ortaklığına giren mimari pratiğin arasındaki sınırın geçirgenliğine dikkat çekti. Konuşmasında güncel şiddetin “karanlık” tarafına odaklanan Celal Abdi Güzer ise, günümüzde toplumun mimarlıktaki gerçek değerleri görmesini engelleyen, daha doğrusu bu değerlerin dışındaki “yapay, göz alıcı” bir değerler karmaşasını bilinçsizce arzulamasını sağlayan yönlendirici bir algoritmik kurgunun iş başında olduğunu dile getirdi. Asıl şiddet; şiddetin görünmez, algılanamaz, hatta arzulanır kılınmasındaydı.

Etkinliğin “Yıkım-Mimarlık-Yaralı Mekanlar” başlıklı birinci oturumu özellikle deprem ve kentsel dönüşümle birlikte ortaya çıkan şiddetin fiziksel boyutuyla mimarlığın ilişkisine odaklanmıştı. Gerek küresel gerekse yerel ölçekte girmekte olduğumuz yeni döneme dair elimizde hiçbir ütopya, ilke ve modelin bulunmadığına, bu durumun nedenlerinin başında da eleştirisizliğin geldiğine, “öteki”nden koruduğu iddiasıyla inşa edilen duvarların kendi hapishanelerimize dönüştüğüne dikkat çeken araştırmacı yazar Bekir Ağırdır, şiddetin güncel koşullarda yalnızca mimarlığın değil, tüm disiplinlerin meselesi olduğunu dile getirdi. Disiplin içi konumundan öz eleştirel bir konuşma yapan mimar Emre Arolat, kişisel mimari pratik deneyimlerinden hareketle bilimsel ve profesyonel doğruların politik ve ekonomik çıkarların şiddetiyle zıtlaştığı durumlarda mimarlığın iyi niyetinin kötü sonuçlara yol açabileceğine dikkat çekerek bir anlamda iğneyi mimarlık disiplinine batırmış oldu. Depremin Antakya’da, kentsel dönüşüm sürecinin Fikirtepe’de neden olduğu travmaların izlerinin görsel belleğine dönüşmüş kareleriyle zenginleştirdiği konuşmasında fotoğrafçı Murat Germen ise, asıl şiddetin Antakyalının kentsel rehabilitasyon sürecinin geleceğine dair bilgilendirilmemesinin, Fikirtepeli’nin mahallede cereyan eden pornografik boyuttaki inşaat etkinliğinde söz sahibi kılınmamasının doğurduğu belirsizlikte yattığına işaret etti.

“Göç-Mimarlık-Mekansal Dönüşüm” başlıklı ikinci oturumdaki konuşmalar konuyu siyaset/toplum bilimleri, şehircilik ve mimarlık tarihi disiplinlerinin içinden ele aldılar. Neoliberal yeni dünya düzeninde küresellikten ulusallığa, demokrasiden totaliterliğe, uygarlıktan barbarlığa sürüklendiğimizi dile getiren siyaset/toplum bilimci Deniz Ülke Kaynak, insanın da devletin de tam anlamıyla rasyonel güdülerle davranmadığını, bu durumun şiddetin doğurucularından biri olduğunu, tam da bu nedenle mekanların psikopolitiği gibi disiplinler arası çalışmaların önem arz ettiğini vurguladı. Kırdan kente göçü, İlhan Tekeli’nin “Dolmuşlu, Gecekondulu, İşportalı Şehir (1976)” başlıklı kitabına referansla, nitelikli barınma, kamusal ulaşım ve kayıtlı, denetlenebilir istihdam meselesi olarak ele almanın zamanının geçmediğini belirten şehir plancısı Hürriyet Öğdül, insanın kentten yararlanma hakkı olduğu kadar, kentin üretimine katılma hakkı da olduğunun unutturulmasındaki şiddete dikkat çekti. Refah toplumu, sosyal devlet ve liberal parlamenter sistem üçlüsünün çökmekte olduğu bu dönemde eski düşünsel kalıplarla çözemeyeceğimiz sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu, ama bu sorunları geçmiş pratiklerimizin belirgin olmayan şiddetiyle yine kendimizin ürettiğini, dahası tüm pratiklerin kaçınılmaz biçimde zaten şiddet içerdiğini savunan mimarlık tarihçisi Bülent Tanju ise, güncel göç sorunuyla ilgili egemen mimarlık, şehircilik ve tasarım eğitimi ve pratiğinin dışında farklı çözümler üretmenin yolunun, göçü travmatik bir olgu olarak değil, tersine bilginin ve sanatın iletiminin katalizörü olarak görmekten geçtiğine işaret etti.

Mimarlık ve şiddet ilişkisinin politik boyutunu tartışan son oturumun başlığı “Şiddet-Mimarlık-Politika”ydı. Sanatın, filantropinin ve hayırseverliğin alanına sıkışarak kamusallaşamamasını sorunsallaştırdığı konuşmasında mimar ve yazar Korhan Gümüş, sanatçının kendisini temsil etmekten vazgeçmesinin bir tür şehadet olduğunu, iktidarla ilişkiye girmesinin ise kendisini sınıfsal açıdan yükselttiğini hatırlatarak kapalı uçlu sistemlerin topluma mimari anlamda neyin değerli olduğunu söylemelerinin şiddet olduğuna, modern kamusal alanı ne piyasanın ne de resmi patronajın kurabileceğine, modernleşme projesinin bilgi aracılığıyla sürekli değiştirilerek ertelenmesi gerektiğine, gerçekleşmesi durumundaysa felaketle sonuçlanacağına dikkat çekti. Socrates Dergi’nin genel müdürü Can Öz, Türkiye’deki güncel stadyum inşa politikasını İstanbul için yüz bin kişilik stadyum projesinin tarihçesi üzerinden sorunsallaştırdı. Gazeteci, yazar Nilay Örnek ise, kentsel hafızanın çözülüşündeki şiddetin üstesinden gelmenin yolunun kolektif hafızanın doğru inşa edilmesinden geçtiğini vurguladı.

“Çalkantılı Koşullarda Mimarlık” başlıklı kapanış konuşmasındaysa İranlı mimar Alireza Taghaboni, İran’da baskı ve şiddet yaratan üç temel güç olarak gördüğü piyasa, hükümet ve Batı kültürüyle zıtlaşma stratejilerini mimari projeleri aracılığıyla izleyiciyle paylaştı.

Etkinlikle ilgili değerlendirme (1) metnini mimarlık pratiğinin içinden değil, mimarlık eğitimi ve akademyasının içinden biri olarak yazmaya başladığımda mimarlık eleştirisinin mimarlık ve şiddet arasındaki, etkinlikte yukarıda özetlediğim sorunsallar bağlamında ele alınan, ilişkinin neresinde konumlandığına ve disiplinler arası tartışmaların mimarlık eleştirisinin alanını nasıl genişlettiğine odaklanmanın anlamlı olacağını düşündüm.

Günümüzün, hızla içine sürüklenmekte olduğumuz yeni dünya düzeninin veri işlemeye yönelik bilgi teknolojilerinin desteğiyle inşa edilen eleştiri-sonrasının entelektüel-karşıtı kültürünün zararlı etkilerinden mimarlık eleştirisi de nasibini almakta. Kuramsal söylemlerin içinin boşaldığı, büyük anlatıların çözündüğü bu dönemde neoliberal “business” dünyasıyla iş birliği içinde bir çıkar ortaklığı kuran mimarlık, kaçınılmaz biçimde kar odaklı bir pratiğe indirgeniyor. Mimarlık dünyasının da eleştiriyi anlaşılmaz, karmaşık, işe yaramaz (fuzuli), sonuç vermez bir entelektüel etkinlik olarak değerlendirmesi, hatta neredeyse mimarlık eleştirisinin ölümünü (2) kabullenmesi bu süreci hızlandırmakta. Tarihselliğin yitimi, enformasyon patlaması, kitle kültürünün egemenliği ve yüzeyselliğin kaçınılmaz sonucu olarak dolayımsızlık (3) geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden itibaren hemen her alanda eleştirinin içini boşaltmakta. Bu bağlamda öncelikle asıl şiddetin; eleştirinin yararlı, erdemli değil işe yaramaz, gereksiz olduğunu veya en fazla yalnızca olumlayıcıyken kabul edilebileceğini dayatan veri işleme kültürüyle barışık, güncel ekonomi politik sistem olduğunu düşünüyorum.

Eleştiriyi değersizleştiren bir diğer şiddet doğurucununsa techne ile kültür arasındaki ilişkinin, teknolojinin 19. yüzyıldaki palazlanmasının ardından 21. yüzyıl dönümündeki dijital devrimin etkisinde kalarak dramatik biçimde kültür aleyhine gelişmesi olduğu ileri sürülmeli. Politika ve etikten bağımsız, belleği dışlayıcı, kapitalizmle barışık teknolojik gelişmelerin toplumsal ilerlemeyi sağlamadığına, tersine; faşizm, yabancı düşmanlığı, gelir dağılımı eşitsizliği ve savaşlara yol açtığına tanıklık ediyoruz. Belleğin teknik anlamda dışsallaştırıldığı bu süreçte bilgi de mekansal sabitliklere ve maddesel işaretlere dönüşmekte.

Çağdaş mimarlık eleştirisini kurbanlarını artırırken (4) akıl ve vicdanı boyun eğdirmeye çalışan bir şiddet sarmalında etkisizleştiren, ekolojik, ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutları bulunan tüm bu krizler aslında tam da bu kritik anda paradoksal biçimde mimarlık eleştirisinin gerekli olduğunu kanıtlıyorlar. Her şeyden önce, “kriz” ve “kritik” kelimelerinin etimolojik akrabalığı bize güncel şiddetin kaynağını sorgulama sorumluluğunu yüklüyor. Ayrıca, şiddeti özellikle muhalif karakteri yüksek eylemler olarak tanımlayan devlet yapılarının, medya gruplarının ve tekno-şirketlerin çıkar ortaklığına karşı itaatkarlıktan uzaklaşarak acilen direnmek, hatta karşı saldırıya geçmek zorundayız (5). İktidarla konformizmin iş birliğinin “sevgisini ve onayını” (6) kazanmak uğruna, modern yaşamın dayattığı normalliğin ve gerçekçiliğin ürettiği, performanslaştırılmış ve gösterileştirilmiş yanılsamalar içinde kendisine ihanet ettiğimiz bağımsızlığımızı olabildiğince geri kazanmaktan, sahip olma iştahının kaçınılmaz getirisi olan eylemsizlikten silkinmekten başka çaremiz yok (7). Yoksa çok geç olacak.

Burada, eyleme geçmeye eleştirmekten başlamak anlamlı ve operasyonel görünüyor. Eleştiriyi de, çağdaş kültürün ayırıcı özelliği olan şiddet enflasyonunun mimarlık alanındaki karşılıklarının özelliklerini açığa çıkarmaktan başlatmak… Tam da bu noktada, sözü edilen mimari şiddet enflasyonunu Georges Bataille’ın kıtlık, yoksunluk üzerinde temellenen klasik ekonominin karşısına yerleştirdiği yeni ekonomi anlayışının temel kavramı olan “lanetli pay” aracılığıyla kavrayabiliriz (8). Bataille’a göre, tüm ekonomik organizmaların kendilerine sunulmuş bir “fazla enerji” vardır. Organizmalar bu “fazla enerji”lerini ya günümüzde olduğu gibi lüks olanı üreterek harcarlar, veya yaratıcılığa yönlendirerek egemen, sabitleyici sistemlerin altını oyacak yeni, açık sistemlerin kurulması ve/veya geliştirilmesinde kullanırlar. Etkinlikteki konuşmalar da günümüzde fazla enerjinin gereksiz, hatta şiddete yol açan zararlı üretimlerde harcandığı konusunda hemfikirdiler. Öte yandan, etkinliğin başlığı mimarlığın “lanetli pay”ın nereye harcanacağı noktasında kıyıda, kenarda durduğunu da ima ediyordu. Mimarlığı işe yaramaz anlamındaki “fuzuli”nin uçurumunun kenarından çekip alacak şeyse besbelli ki eleştiriydi. Çünkü, “kim şiddeti kullanırsa, sonuçta şiddetin de onu kullanacağını” (9) sürecin içindeki pratik değil, yalnızca dışarıdan bakabilen eleştiri biliyordu. Ne var ki zaman daralmaktaydı.

Henrik Ibsen’in insanın modern parçalanışını önceden bildiren “Peer Gynt (1867)” oyununun kahramanı Peer Gynt’e yolculuğu sırasında karşısına çıkan Bøyg (10) adlı engel kendisinin çevresinden dolaşmasını söyler, çünkü kendisiyle savaşılamaz. Peer Gynt de düşmanlarıyla yüzleşmek, doğrudan savaşmak yerine onların çevrelerinden dolaşır. Bu bağlamda, kapitalizmin neoliberal yeni yüzü tam bir Bøyg’tur. Meseleyse mimarlığın şu anda, ve belki de daima, olduğu gibi Bøyg’un çevresinden mi dolaşacağı, yoksa disiplin içi ve disiplin dışı eleştirilerin de destekleriyle Bøyg’un üstüne mi yürüyeceğidir aslında.

Bu noktada, Mimari Eleştiri konferanslarının bu yılki mimarlık dışı disiplinlere açılma operasyonunu mimarlık eleştirisi disiplininin alanında kavramsal bir genişleme (11) olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır. Konuşmalarda mimarlıkla mimarlık-olmayanın (fotoğrafçılık, yayıncılık, gazetecilik, araştırmacılık, sosyoloji), eleştiriyle de eleştiri-olmayanın (mesleki pratik, bedensel deneyim, tarihsel çözümleme, kuramsal yaklaşım, anı) etkileşime girmesi, mimarlık eleştirisinin, kendisini salt işe yaramaz bir entelektüel etkinlik olarak tanımlayan, eleştiri-sonrası indirgemeciliğin üstüne gidebilmesini olanaklı kılacak epistemolojik, etik ve ideolojik donanımı kendisine sağlayacak bir “açık alan”a doğru genleşebileceğine ve konformist akademyanın tek tipleştirici düşünme şablonları içinde sıkışmış klostrofobiklerin (12) “taze hava” soluyabileceklerine dair ümitleri artırdı. 

Böylesi bir alan genişlemesi bir “ara mekan”a karşılık gelir. Dahası, burasının krizler doğurması veya krizlere açık bir yer olması doğası gereğidir. Krizlere Bøyg muamelesi yapmamanın, onların üstüne gitmenin, hatta bir canlılık ve direnç göstergesi olarak eleştiri üretebilmenin, dolayısıyla da genellikle olumsuz imalar yüklenen krizlerden olumluluk devşirmenin yeridir. Alansal olarak genişlemiş eleştiri, düşünme ve uygulama arasındaki sınırı sürekli yeniden belirlemenin tek aracıdır. Nitekim çalışmasında mimarlık, eleştiri ve ideoloji arasındaki ilişkiyi sorunsallaştıran Sven-Olov Wallenstein da eleştirinin felsefeyi mimarlık, mimarlığı da felsefe üzerinden düşünerek kavramlar ve şeyler, kelimeler ve nesneler arasındaki sınır çizgisini sürekli olarak yeniden çizmesi gerektiğini belirtiyor (13).

Ve elbette tüm yeniden çizmelerin şiddet içermesi kaçınılmazdır. Çünkü gerek yıkıcı gerekse tıpkı mimarlık gibi, kurucu etkinliklerin tümünde doğal düzene, önceki işleyişe uygulanan bir yapısal şiddet vardır. Bernard Tschumi’nin vurguladığı gibi, eylemsiz mimarlık olmadığı için şiddetsiz mimarlık da yoktur (14). Şiddet mimarlığın doğasındadır. Dahası, kullanıcıyla bina, bedenle mimari düzen, olayla tasarlanmış mekan arasında cereyan eden de bir şiddet ilişkisidir. Bu noktada önemli olan mimarlığa içkin şiddeti zararlı, yıkıcı, işe yaramaz anlamında “fuzuli” olmanın değil; bir etkinliğin veya ilişkinin yoğunluğunun, bir şeyi arzuyla, “fazla enerji” ile takip etmenin ve “lanetli pay”ın lanetini olumluya çevirmenin metaforu olarak değerlendirmektir.

Anımsayacağınız gibi, faşizmin yükselişi sırasında Walter Benjamin, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmayan hiçbir kültür ürününün olmadığını belirtmişti. Günümüzde devletler ve kültür endüstrisi dijital teknolojilerin desteğiyle yapay krizler yaratarak toplumu sahte bir “sürekli aciliyet” durumunda tutmaya çalışıyor. Anlamlandırmayı olanaklı kılacak eleştirel mesafenin inşa edilemediği, ezilen sınıfların tarihinin kanıtladığı böylesi durumlar aslında, yine Benjamin’e referansla, istisna değil kuraldır. Bu noktada bize düşense tarihin yıkıcı, kontrolsüz gidişine eleştiri aracılığıyla müdahale ederek gerçek krizler üzerinde temellenen bir “gerçek aciliyet” yaratmaktır.

Mimarlık eleştirisi, evet, hemen şimdi…

Ve evet, şiddetle fuzuli… Ama hangisi?

İşe yaramazı mı, erdemlisi mi?


Notlar

  1.  Mimari Eleştiri’24 “Şiddetin Kıyısında” Konferansı hakkında bir başka değerlendirme için bkz. Özlem Yalım, “Şiddet ve Mimarlığın Kesişimleri”, 24.11.2024. (https://www.gazeteduvar.com.tr/siddet-ve-mimarligin-kesisimleri-makale-1737439), (Son Erişim Tarihi: 24.11.2024).
  2. Mimarlık eleştirisinin ölümünün eleştirisi hakkında bkz. Serhan Ada, “Mimarlık ve Eleştiri: Kriz ve Yazı”. (https://yapidergisi.com/mimarlik-ve-elestiri-kriz-ve-yazi/) (Son Erişim Tarihi: 03.11.2024). Geçtiğimiz yıl yayımlanan Celal Abdi Güzer’in derlediği “Eleştiri ve Mimarlık” başlıklı kitap da mimarlık eleştirisinin halen yaşadığının bir başka kanıtıydı.
  3. Anna Kornbluh, “Immediacy, or The Style of Too Late Capitalism (2023)” başlıklı çalışmasında “dolayımsızlığı,” “çok geç kapitalizm”in tarzı olarak tanımlıyor. Hız, akış ve doğrudanlık tarafından biçimlendirilen çağdaş kültürümüzde dolayımın yitiminin dünyayı anlamlandırmamızda neden olduğu boşluğa dikkat çekiyor. Oysa söz konusu anlamlandırma için temsil, aracı ve eleştirel mesafe gereklidir. Yazar İngilizcede “immediacy” sözcüğünün aynı zamanda “aciliyet” anlamına geldiğini de anımsatarak, çağdaş toplumun ne düşünsel ne de eylemsel olarak mesafelenemediği koşullar içinde sıkışmış olduğunu, radikal çözümler üretmek bir yana umutsuzluk içinde “artık her şey için çok geç” olduğuna inandığını vurguluyor. Kornbluh’nun çalışması hakkında bir değerlendirme için bkz. Burak Yılmaz, “Çok Geç Kapitalizmin Şeytan İcadı: Dolayımsızlık”. (https://birikimdergisi.com/guncel/11897/cok-gec-kapitalizmin-seytan-icadi-dolayimsizlik) (Son Erişim Tarihi: 20.11.2024).
  4. Bitki toplamadan avcılığa geçişle “katil insan”ın doğduğunu belirten dilbilimci Walter Burkert’e göre, insan avlanmanın şiddetinin neden olduğu suçluluğu kurban, kefaret ve arınma ritüelleri üzerinden, topluluğu bir arada tutan, kutsal suçlara yansıtır. Walter Burkert, Homo Necans: The Anthropology of Ancient Greek Sacrificial Ritual and Myth, trans. Peter Bing (Oakland: University of California Press, 1983). Ne var ki antropolog René Girard’a göre, modern zamanlarda söz konusu ritüel duygusu yok olmuştur. Modern toplum bu duygusal etkinliğini, olanaksız da olsa, yeniden kazanmak için umutsuzca daha çok kurban aramakta, daha fazla şiddet üretmektedir. René Girard, Şiddet ve Kutsal, çev. Necmiye Alpay (İstanbul: Kanat Kitap, 2003).
  5. Teknolojiden uzak, parasız bir yaşam sürdüren “Parasız Adam” Mark Boyle asıl şiddetin eyleme geçmemek olduğunu belirtiyor. Endüstriyel gelişmenin, makineleşmenin ve modern yaşam alışkanlıklarımızın yıkıcı etkileri hakkında bkz. Mark Boyle, Şiddetin Metaforu: Gandhi ile Molotof Kokteyli İçmek (İstanbul: Epona Yayınları, Şubat 2024). Kişisel ve toplumsal kendini savunma pratiklerine kavramsal ve tarihsel bir bakış için bkz. Elsa Dorlin, Kendini Savunmak: Bir Şiddet Felsefesi, çev. Ayşe Meral (İstanbul: Sel Yayıncılık, Ocak 2024).
  6. İnsanın doğuştan şiddete eğilimli olduğu yönündeki Freudyen iddiayı çürüten, kötülüğün kökenini henüz çocuklukta güçlünün sevgisini ve onayını almak için kişisel bağımsızlıktan vazgeçmede gören, toplumsal normallik dayatmasında saklı şiddete işaret eden bir çalışma için bkz. Arno Gruen, Normalliğin Deliliği – Hastalık Olarak Gerçekçilik: İnsandaki Yıkıcılık Üzerine Bir Kuram, çev. İlknur İgan (İstanbul: Kolektif Kitap, Haziran 2024).
  7. Modern insana dayatılan yaşam tarzının neden olduğu kayıtsızlık durumundan çıkarak, yaşamın merkezine özgürlük, yaratıcılık, sevgi ve eylemi yerleştirmenin yolu hakkında bkz. Erich Fromm, Yaşamı Hala Seviyor muyuz? Sevginin Gücü ve Güçsüzlüğü Üzerine, çev. Özlem Özlen Şimşek (İstanbul: Say Yayınları, 2024).
  8. Georges Bataille, Lanetli Pay, çev. Işık Ergüden (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2017).
  9. René Girard, agy., s. 337.
  10. İskandinav mitolojisi ve folklorunda adı geçen dev, sümüksü bir yılan olan Bøyg, yolculukları sırasında gezginlerin karşısına çıkan bir engeldir. Sözcük “eğilmek, kıvrılmak, eğri” anlamındadır. Bu özelliğiyle Bøyg, kapitalizmin etik ilkelerden uzaklığının, içinde bulunduğu her kabın biçimini alabilmesinin, omurgasızlığının metaforu olarak görülebilir.
  11. Sanat tarihçisi Rosalind E. Krauss, “Sculpture in the Expanded Field (Genişlemiş Alanda Heykel, 1979)” başlıklı makalesinde Amerikan sanatının İkinci Dünya Savaşı sonrasında heykel pratiğini bedensel katılım (süreç) ve çevreyle (mimarlık/peyzaj) ilişkilendirmesinin, heykel sanatının Rönesans’tan itibaren inşa edilegelmiş özgül bilgi alanının ve kavramsal çerçevesinin sınırlarını parçaladığını belirtmişti. Bundan böyle sanat pratiği alanında heykel-olmayanın da heykel olarak kavranabileceği ara mekansal veya melez durumlar söz konusuydu. Bu bağlamda, bu yılki Mimari Eleştiri konferansının da mimarlık eleştirisini mimarlık eleştirisi-olmayanlarla melezleme işlevi üstlendiğini düşünüyorum.
  12. Mimarlığın özellikle kuram, tarih ve eleştiri disiplinlerinde akademik çalışma yürütenlerin arasında olup, konvansiyonel düşünme ve üretme biçimlerinin hiyerarşiler ve sabitlikler kurucu kalıplarının tanımladığı “kapalı alan”ın şiddetinden rahatsızlık duyanları “klostrofobikler” olarak adlandırıyorum. Karşı kamptaysa, disiplinler arasındaki etkileşimlerin doğuracağı kavramsal genişlemeden, dikotomik düşünmenin altının oyulmasının neden olacağı belirsizliklerle yüzleşmekten, alışılagelmiş biçimde düşünmenin konforu içinde sahip olunan iktidarı yitirmekten endişe duyan “agorafobikler” yer alıyor.
  13. Sven-Olov Wallenstein, Architecture, Critique, Ideology: Writings on Architecture and Theory (Stockholm: Axl Books, 2016).
  14. Bernard Tschumi, “Violence of Architecture”. (https://www.artforum.com/features/violence-of-architecture-2-215475/) (Son Erişim Tarihi: 04.11.2024).