Tarihi Yarımada’ya Kavramsal Bir Yaklaşım Denemesi

Prof. Dr. Mehmet Çubuk

2018 yılının son aylarında yeni Kültür ve Turizm Bakanı, İstanbul Eylem Planı programını açıkladı. Açıklamalar içinde, eski İstanbul’un yeniden tanımlanacağını belirterek çok önemli bir hareket başlattı. Bu hareket içinde Tarihi Yarımada eylem planına göre koruma amaçlı imar planlarının yeniden ele alınacağı, kültürel varlıkların güncel durumunun ortaya konacağı, kültür varlıkları envanterinin çıkartılacağı ve bu amaçla bir çalıştay başlatıldığı duyurdu. Bakan, Tarihi Yarımada’nın “old city” olarak tanımlanacağını da belirtti. Ama bence açıklamalarda en dikkat çeken husus, ”İstanbul Koruma Kanunu” çıkartılması haberi oldu.

Son otuz yılı aşkın zamandır, bütüncül yaklaşımlı Boğaziçi Kanunu’nun çıkartıldığı 1983’den bu yana, bu denli kapsamlı eylemsel bir hamle yapılmadı. Ne İstanbul genelinde, ne de Tarihi Yarımada’da bütüncül korumaya dönük topyekun eylem planlanmadı. Umut ışığı yakan bu girişim, umarım Boğaziçi Kanunu gibi “ömürsüz” olmaz.

Tarihi Yarımada diğer yandan, günümüz yerel seçimler atmosferinde başkan adaylarının da gündemine girdi. AK Parti İstanbul Belediye Başkan adayı, Tarihi Yarımada’yı “old city” olarak tanımlayacağını açıkladı. Fatih Belediyesi başkan adayının da, tarihi sur duvarlarının Yedikule’den Topkapı’ya kadar olan kısmını “Millet Bahçesi”ne çevireceği haberi basına yansıdı.
Bütün bu haberler ve söylemler kuşkusuz, toplum nezdinde belirli bir ilgi de uyandırdı. Beni de kişisel olarak, dünde kalan bir düşüncem üzerinden etkiledi. Yarımadanın korunmasına ilişkin geçmişte geliştirdiğim bu düşüncem, Tarihi Yarımada ile birlikte tarihi Boğaziçi ve Haliç’ten oluşan, “Bütünleşik Sit Alanları” kavramsal yaklaşımıdır. Dolayısıyla yarımadanın geleceğine ilişkin yaratılan hareket ve İstanbul Koruma Kanunu hedefi Bütünleşik Sit Alanları kavramsal yaklaşımımı, bütüncül bir koruma sistemi olarak yeniden değerlendirmeme yol açtı. Yazımda, bu düşüncelerimi paylaşacağım ama önce, bir alıntıyı yazacağım.

Kentsel Koruma’da Geri Kazanım ve Kimliğin Yeniden Keşfi
“1969 yılında eski tarihi kent dokusunun korunması için İtalya’nın Ortaçağ ve Rönesans mimari örneklerini barındıran Bologna kenti için yapılan koruma planı “Preservation Policies and Reinvention of an Urban Identity” (Koruma Politikaları ve Bir Kentsel Kimliğin Yeniden Keşfi), Bologna tarihi kent merkezinde inşaat, yol güzergahları ve teknolojik alt yapı adaptasyonları için çözümler getirmiş ve çalışma Avrupa’da yeni bir “hareket” yaratan vizyon olarak “recupero urbano/kentsel geri kazanım” kavramını literatüre sokmuştur. Plan uygulamaları, mevcut kent dokusuna bir bütünlük içinde yaklaşan ve kentlilerin de görüşlerinin dikkate alındığı bir felsefe oluşturmuştur. Kentte korunacak tarihi merkez ve çevre mahalleler, bir bütünlük içindeki ilişkilere dayalı sistem olarak ele alınmıştır. Kent merkezinde uygulanan, “kentsel geri kazanım” eylemi, kent merkezlerinin yeniden değerlendirilmesinde “yere” ilişkin anlamın korunması gerektiğini ortaya çıkartmıştır. Bu koruma ve kentsel kimliğin yeniden keşfi planı, kimlikleri korunması gereken kentler ve mekânlar arasındaki ilişkilere önem kazandırmıştır. Aynı zamanda bir kentsel tasarım karakteristiği sunan bu örnek, kent üzerine ortak ve bütüne ait bir düşünceyi yönlendirerek, uygulamalarla kültürel projeleri buluşturmuştur. Eylemlerde de, hedef olarak adalet ilkesinin korunması ve sosyal karışımın garanti edilmesini sağlamıştır. Çeşitli ölçeklerde hem sosyal dokuyu hem de kentsel dokuyu dikkate alarak kenti bir bütün olarak düşünmek, kentsel kalite yaratmak, kentsel peyzaj eksiklerini ya da uyumsuzluklarını gidermek amacıyla “mahalle konseyleri” kurulmuş ve bu yolla da yeniden düzenlemelere, planlama tercihlerine halkın katılımı sağlanmıştır. Üstelik Fransa’da 1970’li yıllarda bu hareket, yeni bir yasa ile (Plan de Récupération) kentsel geri kazanım kavramını şehircilik literatürüne sokmuştur” (1).
Bu alıntı ile bir yerleşmede, geçmişin izleri ve özelliklerinin korunmasında ve kent kimliğinin yeniden keşfedilmesinde, kentsel dokuda nasıl bir geri kazanım politikası uygulanabileceğini göstermek, ama aynı zamanda Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın, Tarihi Yarımada ile ilgili basına da yansıyan; “Sur içinde sonradan yapılan binaların yıkılması gerek; hepsi temizlenmeli”, ifadesinde mündemiç (içinde gizli) bir tür “korumacı şehircilik” yaklaşımına atıfta bulunmak istedim.

Eski İstanbul, Tarihi Yarımada/Old City
Bir kentsel yerleşmede eski kent (old city veya ancien ville), önceki dönemlerin yerleşme özellikleri henüz kaybolmamış, tam bozulmamış, tarihsel bağlamda zamana karşı koymuş şehircilik ve mimari özellikli kültür mirası oluşturan yapısal varlıkların korunmasıyla günümüz yaşamına adapte edilmiş, kent bütününde bir yerleşme alanıdır. Kentin planlanmasında eski yerleşmeler, nitelikleriyle koruma altına alınırken yeni kent de, eski yerleşme dokusunun etrafında gelişir. Taşıdığı özellikler nedeniyle eski kent, aynı zamanda bir “tarihi sit alanı” olarak da değerlendirilir.
İstanbul’un kent bütününde “eski kent” olarak isimlendirilen yerleşme; Türklerin İstanbul’u fethinden önce Sarayburnu’nda Bizans olarak kurulan ve zaman içinde birbirini izleyerek gelişen, beş adet sur duvarının sonuncusu Topkapı Surları ile sınırlanan Tarihi Yarımada’dır. Günümüzde yarımadada birçok kültürel değer 1985 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer almıştır. Ayrıca yarımada 2006 yılında “Dünya Miras Alanı” ilan edilmiş, 2011 yılında da “Alan Yönetim Planı” hazırlanmış, İBB Meclisi tarafından da kabul edilmiştir.
Ne yazık ki son yarım asırdır gelişme sürecinde, bu kültürel mülk hoyrat ve bilinçsiz müdahalelere maruz kalmış, gereği gibi korunamamıştır. Menderes’in gerçekleştirdiği imar hareketiyle, nice tarihi ve kültürel mirasımız kaybolmuştur. H. Prost’un sur içi planında yapıların, dini eserlerin belirlenen hizalarını geçemeyeceği 42 kotu koşulu da, gereği gibi uygulanamamış, bugün yarımada siluetinde dini yapılar bütünüyle algılanamaz hale gelmiştir. Günümüzde ise, Süleymaniye bölgesinin “kentsel yenileme alanı” ilan edilmesi ve yabancı ortaklı bir girişimin uygulamayı üstlenilmesi toplumda tepkilere neden olmuştur.

Koruma amaçlı imar planlarına rağmen korunamayan Tarihi Yarımada bütününde, bütüncül bir koruma – kullanma sistemi sağlanamamıştır. Yarımada rantsal yapılanma ve çarpık turizme yenik düşmüştür. Dolayısıyla burada öne çıkan sorun, yarımadanın “old city” tanımlanması değildir. Asıl sorun, bakanlığın başlattığı bütüncül koruma hareketi içinde Tarihi Yarımada için yapılan çalışmaların tümünün yeniden bir “sistem yaklaşımı” içinde ele alınmasıdır. Bu konuda, 1980’li yıllarda akademik ortamda da yaptığım çalışmada Tarihi Yarımada’nın, Boğaziçi ve Haliç tarihi mekânları ile birlikte oluşturduğu doğal bütünlüğü, “Bütünleşik Sit Alanları” olarak tanımlamıştım. Yarımadanın, bütüncül bir koruma sistemi olarak bu yaklaşım içinde ele alınmasını savunmuştum.

İşte, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “İstanbul Koruma Kanunu” yapma hedefi ve Tarihi Yarımada’nın yeniden ele alınması girişimi bana, “Bütünleşik Sit Alanları” kavramsal yaklaşımı önerime yeniden bakma fırsatı verdi. İstanbul yerleşiminin kanavasını oluşturan bu ayrıksı sitlerin oluşturduğu “Bütünleşik Sit Alanları” yaklaşımının, başlatılan hareket içinde bir “bütüncül koruma sistemi” olacağı düşüncemi pekiştirdi. Evet, bu yaklaşım, neden bütüncül bir koruma sistemi oluşturmasın?

İstanbul Koruma Kanunu ve Bütünleşik Sit Alanları Tanımı
Beşeri yerleşmelerin doğal geometrisi ve tipolojilerini oluşturan kuvvetler ve nedenler vardır. Bunlar, yerleşme doğal geometrisi ve tipolojilerini ortaya koyarlar. Bu açıdan bakıldığında; (Tarihi Yarımada – sur içi) bir su yolu olarak (Boğaziçi) ve bu su yolunun doğal uzantısı, Körfez nitelikli (Haliç), coğrafi bölgeler olarak İstanbul kent bütününde, yerleşim düzeninin doğal geometrisi içinde, tipolojik ve işlevsel olarak bütünleşmektedirler. Keza, doğal, kültürel, beşerileşmiş peyzajlarıyla da bütünleşerek birer kültürel mülk oluşturmaktadırlar. Bu sitlerin sıkı sıkıya birbirine bağlı tarihi ve geleneksel ilişkileri ise bütünleşmeyi daha da anlamlı kılmaktadır. Biri varsa diğeri ancak var olan bu üç sit öğesi doğal olarak, kentin gereksinimleri doğrultusunda ve sahip oldukları (turizm ve dinlenme-eğlenme gibi) uyumlu işlevlerle değerlendirilerek korunmalı – kullanılmalıdır. Bu doğru bir yaklaşımdır. Dolayısıyla bu sitler, kentin yerleşim düzeninde konum ve işlevleriyle farklı şekilde tanımlanmalıdır. İşte bu farklı tanım benim kavramsal olarak önerdiğim, “Bütünleşik Sit Alanları” yaklaşımıdır (2).

“Bütünleşik Sit Alanları”nın her bir sit öğesi, geçmişte bazı eylemlere ve yasal düzenlemelere konu olmuştur. Örneğin, 1983 yılında özel Boğaziçi Kanunu yapılmış, fakat yeni bir kanuna eklenen maddelerle amacından saptırılmış, bir anlamda “mutilé” olmuş, sakatlanmıştır. Sonrasında da, Boğaziçi ayrıksı özelliklerinden önemli kayıplar vermiştir. Keşke başlatılan eylemsel hareket içinde, Boğaziçi Kanunu da yeniden ele alınabilse ve hatta ana amaç geri getirilebilse! Neden olmasın?

Körfez nitelikli su uzantısı Haliç’in ise geçmişte Prost planına göre uygulanan, kirlilik getiren sanayi yerleşmelerinin başka alanlara taşınmasıyla, su kirliliği önlenmiş ve belli ölçekte ayrıksı özellikler kazanılmaya, Haliç yaşanır olmaya başlamıştır. Ancak yapılacak aşırı ve aykırı kullanımların önlenmesi gerekmektedir.

Tarihi Yarımada’ya gelince, 2012’den beri yürürlükte olan Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı’na rağmen, bütüncül yaklaşımdan uzak kalınmış, tarihi yapısı ve silueti korunamamış ve spekülatif hareket önlenememiştir. Dolayısıyla, bugün gelinen noktada bakanlık önemli bir girişim olarak, tüm planların elden geçirilmesi kararını almış ve çalışmalar başlatmıştır.
Bana göre umut yaratan bakanlığın başlattığı bu gelişme; savunduğum “Bütünleşik Sit Alanları” kavramsal yaklaşımının, bu çalışmaların içinde değerlendirilebilir olduğunu göstermiştir. Böylece, sadece yarımadanın değil, diğer tarihi sit alanları olarak Boğaziçi ve Haliç ile birlikte bütünleşik sitler yaklaşımıyla bir “bütüncül koruma sistemi” yaratılabileceği düşüncemi tetiklemiştir. Bu çerçevede üst düzey bir yönetsel organ statüsünde bir “kentsel gelişme üst otoritesi” kurularak koruma, kollama, geri kazanma (ya da ayıklama) ve kimliklerin tanımlanması politikaları ile stratejilerin belirlenecek ve genel denetim sağlanabilecektir. Ayrıca her bir sit alanında da, uygulama bağlamında planlama ve tasarım uygulamaları için üst otoriteye bağlı alt otoriteler oluşturulabilecektir.

Yazımı bitirirken burada değinmek isterim ki; 1985-89 yılları arasında üyesi olduğum K.T.V. Yüksek Kurulu’na bu yaklaşımımı, sistemi önermiştim, o günün koşullarında, politik endişeler, önerimin kabulüne engel oluşturmuştu. Ama bugün başlatılan yeni hareket çerçevesinde, bütüncül koruma sistemi olarak “Bütünleşik Sit Alanları” kavramsal önerimin, hâlâ geçerli olduğuna ve tanım olarak da “İstanbul Koruma Kanunu” içinde tam yerini bulacağına inanıyorum. Neden olmasın? “İstanbul Koruma Kanunu”nun aynı zamanda, İstanbul’un 8.000 yıllık geçmişinin izleri ve üst üste gelen birikimleri olan kültür mirasının yönetilmesinde, yol gösteren bir “koruma atlası” oluşturacağını düşünüyorum.

(1) İnandığım Şehircilik, Prof. Dr. Mehmet Çubuk, Cinius Yayınları, ss.376.
(2) Boğaziçi Şehirciliği, Bütünleşik Sitler, Bütünleşmiş Tez ve Düşüncelerim (1966-2009), Prof.Dr. M.Çubuk, Sis Yayıncılık, 2009.