Pandemide Kentten Kırsala Göç

Baran Gülsün, Mimar

Ülkemizde kırsal nüfus, yaşam standartlarını yükseltmek ve sanayileşen kentlerin iş gücü açığını kapatmak hedefiyle uzun yıllardır büyük kentlere göç ediyor. Ancak dünya genelinde, özellikle son yıllarda, kentlerle ilgili fiziksel, ekonomik ve sosyal endişelerle gerçekleşen, tersi yönde bir göç hareketinden de bahsetmek mümkün. Bu hareket, doğayla iç içe yaşamanın ve tarımsal üretimin öneminin daha iyi anlaşıldığı pandemi dönemiyle birlikte daha güçlü bir eğilim haline gelmiş durumda. Peki, kentlerimizin bugünkü yapıları, kırsal yaşama duyulan özlemde ne derece pay sahibi? Pandemi döneminde hızlanan kentten kıra göç, uzun vadede kır-kent dengelerini kalıcı yönde değiştirir mi? Kırsalın fiziksel yapısındaki olası değişim, sürdürülebilir bir çerçevede nasıl ele alınabilir? Bu süreçte kent-kır sınırını muğlaklaştıran ve geçişli bir yaşama olanak sağlayan yeni yerleşim modelleri türeyebilir mi? Mimar ve akademisyenlerin yanıtlarını sizler için derledik…

“Göç edebilen dijital emek ile göç edemeyen analog emek ayrışıyor.”
Batu Kepekcioğlu, Dr.

İstanbul’un nüfusu 20 yıldır ilk defa azalıyor. Bunda tersine göçün pay sahibi olduğunu da yakın çevremde göç eden insanlara dayanarak söyleyebilirim. Neden göç ettiklerini sorduğumda aldığım yanıt “deprem korkusu, trafik, hafta sonu bir yere gitmeye kalktığında insan seli içinde kalmak gibi herkesin benzer dertleri” olarak özetlenebilir. Ve bir de “tarımsal üretim niyetleri”. Tabii pandeminin etkisi de yadsınamaz ama bu etki düşünüldüğünden daha katmanlı.

Çünkü pandemi, kentten uzaklaşıp daha az yoğun yerleşimleri cazip kılan iki boyutlu pekiştirici bir etkiye sahip. Hem daha az yoğun yerleşim birimlerinin daha az riskli görünmesini sağlıyor hem de geçici bir tedbir olarak başvurulan uzaktan çalışma ve hatta eğitimin kalıcı olarak piyasa koşullarında kabul edilebilir bir standart ile yapılabildiğini ispatlıyor. Bu koşullar göz önüne alındığında, uzaktan çalışmaya uygun sektörlerde hizmet veren profesyonellerin kentten kıra göçü önündeki engeller de kalkmış gibi görünüyor. Tabii ki bu her sektör için geçerli değil; yani dijitalleşemeyen sektörlerde hizmet veren profesyonellerin kente bağımlılığı hala sürüyor. Ve hemen fark edilebileceği gibi göç edebilen dijital emek ile göç edemeyen analog emek ayrışıyor. Bu kaçınılmaz olarak yeni toplumsal sınıfların oluşmasına sebep olacak. Oluşan yeni sınıfların ise ikamet ettiği coğrafyaları sınıfsal alışkanlıklarına göre dönüştürdüğü sosyal bilimlerde kabul gören bir kuram. Bu kuramlara dayanarak yeni göçmenlerin, kırsal alanda eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçları farklı standartlarda talep etmesi sonucu özel sektörün yüksek standartta hizmet verecek şekilde kırsal alanda yatırım yapmaya başlaması hiç şaşırtıcı olmaz. Yüksek standart ise hem yeni göçmenlerin istihdamı hem de daha çoğunun yerleşmesi ve yerleşimlerin de yoğunlaşması demek. İronik şekilde yoğun yerleşimler ise kentten kaçma sebebi idi. Yani bir yoğunlaşma döngüsü ile karşı karşıya kalıp başa dönebilir, kaş yaparken göz çıkartabiliriz.

Bu bağlamda kırsal alanda yoğunlaşmaya önlem olarak barınma dışındaki temel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılacak sosyal donatıların boyutlarına, konumlarına ve kapasitelerine dair optimizasyonlar ile barınmak için inşa edilecek konutların yoğunluğuna dair düzenlemelerin şimdiden yapılması, hatta yeni eğilimlere göre planlarda yeni yerleşim statülerinin geliştirilip imar mevzuatına dahil edilmesi gerekebilir. Ama dertler bununla da bitmiyor. Önerilen çözümlerin de sorun olarak karşımıza çıkma riski var: Özellikle kırsal alanın yoğunlaşmasını engellemek adına göç sonrası yeni gelenlerin daha geniş alanlarda yerleşmesini teşvik etmek de bir noktada uygun araziler tükenince nitelikli tarım arazilerinin müstakil konutlar için satılmaya başlamasına yol açacaktır. Hassas bir şekilde ele alınması ve düzenlenmesi gereken bu süreçlerin Bodrum, Urla, Çeşme, Seferihisar gibi kırsal yerleşimlerdeki dönüşüm hatırlandığında özensiz ve rant odaklı ilerlememesi neredeyse imkansız.

Bu durum, gelecek senaryolarını kırsal alan üzerinden kurmak yerine kentlerin de iyileştirilmesi gerekliliğine işaret ediyor. Özellikle pandemi sonrası Avrupa kentlerinde “15 Dakikalık Kent” gibi yaya ve yeşil odaklı, çok merkezli modeller gündeme gelirken daha iyi bir şartlarda yaşam hedefliyorsak hem kırın hem kentin eş zamanlı olarak ele alınması şart. Bir taraftan “kentselleşen kır” üzerine konuşurken diğer taraftan “kırsallaşan kent” modellerini düşünebiliyor olmalıyız. Çünkü içinde bulunduğumuz medeniyet krizini ancak perspektifimizi olabildiğince genişletilerek ‘kentsel tarım’ da dahil olmak üzere, neredeyse çoğu insana fantezi gibi görünen alternatif yaklaşımları daha ciddi masaya yatırarak aşılabilir.

“Muhtemelen kente göç misali, kıra göç de yerleşiklikten hazzetmeyen bize özgü bir durum.”
Cem Sorguç, Mimar

1980 yılında tüm Türkiye nüfusuna oranı %65 olan kır nüfusu 2000 yılında %43. Son 2020 yılı Aralık ayında ortaya çıkan veriler kent nüfusunun, buna ilçeler de dahil, %93 olduğunu gösterdi. Belde ve köylerde yaşayanların oranı %7 oranına tekabül ediyor. Gene aynı 2020 sonu verileri doğrultusunda örneğin, İstanbul’un nüfusu son sayımdan beri yaklaşık binde 3 yani 56 bin azalmış görünüyor.

Bu durumda Türkiye’nin en büyük şehrinde tersine bir göç hareketinden bahsetmek mümkün. Fakat kentli nüfusun artıp kır nüfusunun azaldığı bilgisiyle kentten kıra bir tersine göçten bahsetmek mümkün değil. Pandeminin de tetiklemesiyle kıra ve kırsal üretim biçimlerine bir ilgi ve yönelim oluştu. Lakin bunun sınırlı, bütünün içerisinde oldukça detay, yani genelleştirilemez bir oran olduğunu düşünüyorum.

Ofis ve serbest çalışma koşullarının bir mekana bağlı olmadan gerçekleşebileceğine ikna olmak, konvansiyonel okul, eğitim ve öğreniminin sorgulanır ve alternatif arayışlara girmiş olması, büyük şehirlerin zaman ve moral kayıplarına neden olan usandırıcı maddi ve fiziki koşulları, bilhassa pandemide bir idrak ve ikna süreci olarak ortaya çıktı.

“Kentten kıra göç” ifadesi içerisinde eksik olan bir yer var: Büyük şehirlerden kırsala göç ile taşraya göç ya da tersine göç diyebileceğimiz “eve dönüş” birbirine karışıyor. Yukarıdaki nüfus verileri de bunu teyit ediyor. Kırsal yaşam tercihi bazı koşullar taşır. Öncelikle yerleşebileceğiniz, üretim yapabileceğiniz bir sermayeye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla kentten kıra geçişin bir yüzü, kaynağı ve/veya iş gücü kırda olan bir iş modelidir. Kentli ve daha geniş bir bakış açısıyla yaşama veya üretme mecrasını kıra aktarmaktır. Yaşam koşulları ve alışkanlıkları kentlidir ya da öyle olması temenni edilir. Konvansiyonel ve endüstriyel tarımsal, hayvansal üretimin sorgulanır olması ile daha niş üretim koşularının, alternatif üretim biçimlerinin oraya çıkması kırda tanımlı popüler bir iş modeli olarak ortaya çıkmakta. Endüstriyel veya ticari bir üretim modeline ihtiyaç duymayan şehirden göçen entellektüel, münzevi yaşam tercihleri ise yıllardır olan ve belki bu süreçte bir miktar da artan başka bir göçme mevzu, ama konuyu buradan uzatmamak için bir tarafta tutuyorum.

Kentlerin sosyal ve ekonomik olarak günden güne yaşam koşullarını zorlaması ve yukarıda bahsettiğim konular nedeniyle büyük şehirlerden bir uzaklaşma oluyor, olacaktır ama bunun dengeleri bugünün tersine olağanüstü değiştirebileceğini, kır nüfusunun artacağını düşünmüyorum. Genellikle de bahsedilen gene bir merkez algısı. Merkezlerin yakın çevresinde ve merkezlere ulaşım koşullarının pratik olduğu lokasyonlarda genellikle de güneyden kuzeye Türkiye’nin batısı. Muhtemelen kente göç misali, kıra göç de yerleşiklikten hazzetmeyen bize özgü bir durum.

Kırsalın gerek yapı ölçeğinde, gerekse de yerleşim modeli olarak mekansal talepleri, kırsal ile şehrin bir arakesitinde çoğu zaman bir tür hibritleşme ile yer buluyor. Yapısal, fiziksel olarak yerelin günü kaçırmış ve bozulmuş kodlarının tekrardan çoğaltılması yerine, kodlarının yeniden gerekçelendirilmesi gerekirse bozulup yeniden kurulmasının mümkün olduğunu düşünüyorum. Kırsala dair yeni yerleşim ve fiziksel yapılanma bilimsel ve ekolojik hassasiyetler yanı sıra “yer”e ait bilgi ve genetiği de bağlamsallaştırmalıdır. Yaşam koşullarının konforu ve gündelik yaşama dair alışkanlıkların biricikleşmesi “yer”e dair diyaloglarla mümkün.

“Kıra ve doğaya yönelen kentli için bu durumun süreklilik gösterme eğiliminde olmayacağını düşünüyorum.”
Emine Köseoğlu, Doç. Dr.

Kent yaşamının sorunsalları ve olanakları açısından bakıldığında, COVID-19 pandemisi, çevre psikolojisinin önemli konularından alansallık ve mesafelenme olgularını yeniden ve yaygın olarak gözlemlenebilecek şekilde gündelik yaşamın içine dahil etti. Kent-kır tanımının ayırıcılığını temelleyen yoğunluk ve dağılım kavramları, insanların mekan içinde birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemede başat sorunsallardan birini oluşturuyor. Kentler, yoğunlukların ve dağılımların heterojen biçimde sıklaştığı örüntülere işaret ederken, kır daha az yoğun, bir açıdan homojen ve organik düzenliliklerin buluştuğu bir dokuyu barındırıyor. Bu bağlamda, kesişimlerin kentte daha yoğun ve sık gerçekleşme olasılığı yükselirken kişisel alan daralır ve birbirine pek çok açıdan uzak olan kişiler arasındaki mesafeler azalır, bunlar kentin neredeyse beklenen özelliklerinden. Kırda kolektif yaşama desenleri olsa da kişisel alanlar daha geniş bir mekansal düzleme oturabilir, bunun için gerekli mekansal olanaklar kırda bulunur, bu sayede insanlar arasındaki metrik mesafeler artar.

Pandemiyle birlikte kentlerde yaşayan insanlar için geniş kişisel alan ihtiyacı, salt sosyo-psikolojik bir sağlık konusu olmaktan çıkarak fizyolojik sağlığı da ilgilendiren neredeyse en kritik konu haline gelmiş oldu. Kentlerde yaşayan insanlar, birbirlerinden uzak kalarak ve uygun biçimlerde mesafelenerek yaşamlarını sağlıklı bir biçimde sürdürebilecekleri fiziksel çevreleri onlara kır yaşamının sunabileceğini hızlı ve zorunlu biçimde algılamış oldular. Kentli insan, aynı anda, kişisel mesafeleri ve sınırları, özgür, sağlıklı ve mevcut olsa bile, kent yaşamında çoğu zaman kolay erişemediği doğa ile iç içe bir yaşam çevresini kırda bulabileceğini trajik koşullarda yeniden fark etmiş oldu. Önceliklerin değişmesi ve kısıtlamaların zorlayıcılığı ile özgürleştiren bir yalıtıcılık özelliğini fark ederek kıra ve doğaya yönelen kentli için bu durumun süreklilik gösterme eğiliminde olmayacağını düşünüyorum.

Pandemi koşulları kendini yeni normale bıraktığı anda, kentlilerin pek çoğunun önceki ayarlarına ve alışkanlıklarına büyük oranda dönerek kent yaşamının günümüzün makro ölçeklerdeki dinamiklerine yanıt veren çekici potansiyelleriyle buluşmak üzere kente geri dönecekleri öngörülebilir. Nitekim günümüz kentlilerinin, kente göç ve yerleşme ile birlikte kısmen değişen alışkanların kent yaşamına adaptasyonu sürecinde kenti ve kent kültürünü değiştirme ve dönüştürme güçleri son dönemlerde daha açık gözlemlenebilir oldu. Fiziksel kent-kır farkıyla açıklanamayacak, yaşayanların hem kendilerini hem de kenti melezleştirdikleri, her türden hızlı tüketime dayalı bir çeşit yeni yaşam kültürünün yansımasını görebilmekteyiz. Sunulan çekici kamusallıklara cevap vermek yoluyla, fiziksel mekanların kullanımını her geçen gün daha fazla talep eden ve böylece kentsel mekanın tüketiminin arz edilmesiyle sonuçlanan bir kültürel çift yönlü döngü bu. Aynı durumu kırın yaşamamasını ümit ederim.

“Kır-kent dengesinin uzun vadede değişmesi iş ve üretim potansiyelleri ile doğrudan alakalı.”
Kerem Erginoğlu, Mimar

Pandemi döneminde, şehir hayatı sorgulandı; penceresi bile açılamayan ,açık alanları ve balkonları yetersiz, çoğu zaman kapatılmış dairelerde yaşamaya mecbur kalan insanların içinde kırsal hayat özlemi canlandı. İmkanı olanlar ve uzaktan çalışabilenler yazlık evlerine uzun vadeli olarak taşındılar. Bazı insanlar da kalıcı olarak şehir hayatını terk etme kararı aldılar ama bu durum kentten kırsala göç diye adlandırılacak kadar büyük bir hareket mi, emin değilim. Bunun geçici olup olmadığını zaman gösterecek.

Kentlerdeki kamusal alan eksikliğinden, yeşil alan azlığından, dışa dönük bir hayatın imkansızlığından, gürültüden, hava kirliliğinden, sağlıksız ortamlardan kaçtı insanlar. İlgi çekici olan ise kentten kıra göçenlerin de büyük çoğunluğunun kendilerine tekrar kentlerdekine benzer evler yapmaya çalışmaları. Katlı yapılar, kata sıkıştırılmış 2+1, 3+1 daireler… Bu da onları ileride ne kadar mutlu eder ya da oralar da kötü yapılarla dolunca nereye göç ederler, bilemiyorum.

Kır-kent dengesinin uzun vadede değişmesi iş ve üretim potansiyelleri ile doğrudan alakalı. Şu anda böyle bir dengenin olduğunu söylemek çok zor. Tarımsal hayatla elde edilen gelirler ve oradaki yaşam kalitesi ile kentte üretime paydaş olmakla edinilen gelirler arasındaki dengenin eş olmadığını görüyoruz. Teknolojinin gelişmesi ile kırsal kesime birtakım olanaklar sunulmuş olsa da bunun yeterli olduğunu düşünmüyorum.

Şu an kırsal dediğimiz yerlerdeki alt yapılar, kentten göç edenlerin istedikleri yaşam kalitesini sağlamak üzere planlanmış değil. Pandemi ile artış gösteren bu göçün kalıcı olabilmesi, bu altyapı problemlerinin çözülmesine, eğitim-sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesine, hatta o bölgelerde sosyal hayat ile kültür ve sanat aktivitelerinin artırılmasına bağlı.

Bu tür bir planlamayı yapabilen köyler, kasabalar olur mu, bunu zaman gösterecek; ancak, bugüne kadar yapılan örnekler bizde bu yaklaşımın pek de bulunmadığını gösteriyor maalesef. Şehir çeperlerinde yaratılmış Göktürk, Zekeriyaköy, Çekmeköy gibi bazı yerleşim yerlerinin bile düzgün alt yapılarının bulunmadığını, kamusal alanlarının yeterli olmadığını görüyoruz. Evet, belki kat sayıları az, yeşille ilişkileri şehire nispeten biraz daha fazla ama organize bir ana merkezleri planlanmış değil. Oralarda bile insanlar arabalarını yol kenarına park edip kamusal alanlara veya görece ortak donatıları kullanmaya gitmek zorunda kalıyorlar.

Bu süreçte yeni yerleşim modellerinin türemesi aslında uygulanacak politikalara bağlı. TOKİ gibi elinde çok güçlü bir olanağı tutan, yani devletin toplu konutunu idare eden bir birimin bu düşüncede olması lazım. TOKİ’nin Anadolu’da yaptığı bir çok yerleşimin yerel, bölgesel tasarım parametreleri dikkate alınmadan tasarlanmış yapı kütlelerinden ibaret olduğunu görüyoruz. Bu tamamen zihniyet konusu. Eğer bu zihniyet biraz değiştirilebilirse hiç olmazsa metropoller dışında daha düzgün bir yapılaşması gerçekleştirilebilir. Bu yerleşimlerin etrafında bir sosyal hayat sunulması gerekirken, bunların hiçbiri maalesef planlanmıyor.

“Pandemide, kırsalın gecici bir nostalji ile sömürüldüğünü ya da sömürülmeye aracılık ettiğini düşünüyorum.”
Pelin Tan, Prof. Dr.

Kent ve kırsal arasındaki sözde sosyolojik ikilik, aslında uzun zamandır çalışmayan bir yapı. Tarım politikaları, gıda ve toprak yasaları ile birlikte kırsal üretim dediğimiz tarımsal üretim ve emek biçimi zayıflamış durumda. Gıdanın lojistik sevkiyatı ile kentleri besleyen kırsal, açılan rant ve konut spekülasyonu ile öznesi kent olmayan bir kentleşmeye doğru sürükleniyor; ve kent-kır sınırı muğlaklaşıyor. Kent hakkı ve müşterekleşme ağlarımızın güçlü olmadığı bir kent mekanında, üretim ve tabiat ilişkisine dair kırsalda, kentlilerden benzer bir sorumluluk beklemek pek olası gözükmüyor.

Kırsalda, tabiati ve üretimi sömüren, tüketen, yeni yerleşim modelleri ve gentrifikasyon süreçleri türüyor. Pandemi döneminde kentten kırsala göçün pastoral bir romantizm içeren sınıfsal bir hareket olduğunu düşünüyorum. Üretim yapamayan, sağlıklı tohumu ve toprağı kalmayan çiftçi, ucuz emek ile sömürülerek tarlalarda çalıştırılan mülteciler, kaçak hayvan avı, yasa dışı imarlar ve ranta açılan zeytinlikler… Artık kırsal mekanın istihraçın en yüksek dönemlerinde yaşıyoruz. Pandemide, kırsalın gecici bir nostalji ile sömürüldüğünü ya da sömürülmeye aracılık ettiğini düşünüyorum.

2020 yılında, New York Guggenheim Müzesinde gördugum mimar/yazar Rem Koolhaas’ın küratörlüğündeki Countryside,The Future (Kırsal Bölge, Gelecek) sergisinde, dünyanın farklı kırsal bölgelerindeki araştırmalar sunulmuştu. Bu araştırmalara göre, kırsal mekan zaten uzun zamandır kentten daha fazla deneysel mekansal üretimin gerçekleştiği ve sömürüldüğü bir yer. Küresel salgın döneminin olumlu etkisi şu olabilir: Kırsalın bu durumunun (ve de kentin islemeyen, tükenmiş halinin) salgın sırasında daha cok görünür olması. Dolayısı ile kırsal üretim ve mekanı kaybetmemek adına sorumluluk almamız, insan odaklı ekolojik yaklaşımlardan kaçınarak insan olmayan varlıklar ile ortak bir yaşam içinde kırsal ve tabiat algımızı değiştirmemiz gerekiyor. Ve tüm bunları kamusal alanda farklı toplumsal aktörler ile tartışabilmemiz…

“Pandemi sonrasında da sürdürülebilir bir ekosistem içerisinde yaşama isteğimiz aklımızın bir köşesinde her zaman kalacak.”
Yavuz Selim Sepin, Mimar

Çin’de Aralık 2019’da başladığı öngörülen, kısa süre içinde birçok ülkeye yayılan COVID-19 virüsü neticesinde Dünya Sağlık Örgütü tüm dünyada ‘pandemi’ ilan etti. Kentlerimizin pandemi şartlarında bugünkü yapıları ve yaşamları, üretimde birçok değişime yol açtı. Üretimin önemini, lojistik sektörünün de pandemiye bağlı olarak ne kadar gelişebileceğini gördük. Bunlarla beraber tarım sektörüne olan ilgi de arttı.

Diğer bir yandan, üretimi ve sürdürülebilir bir hayat biçimini benimseyen bir görüş gelişmekte. Bu görüş bize kırsalda yaşama isteğimizi kendi iç dünyamızda sorgulattı. Belki de zaman zaman ürettiğimizden fazlasını tükettiğimizin farkına vardık.

Çağdaş kent kurgusunda, devasa strüktürlerin içerisinde, günümüz şartları altında yaşamdan keyif alma isteği sıkı çeperlerle sarıldı. Bu çeperler kırsal alanlarda daha seyrek. Kırsaldaki bu çeperler bizi, daha sürdürülebilir, üretime yönelik, kişiyi daha mutlu eden, daha kaliteli vakit geçirilebilir özellikleri barındırması yönüyle cezbetmekte.
Çağdaş kentlerden kırsala olan göç, pandemi dönemi boyunca arttı. Kalıcı olmayan bu pandemi süreci boyunca da devam edecek gibi görünüyor. Pandemi sonrası bu hız azalabilir ama neleri tüketip neleri ürettiğimiz sorusu hafızalardan uzunca bir süre silinmeyecektir. Sürdürülebilir bir ekosistem içerisinde yaşama isteğimiz aklımızın bir köşesinde her zaman kalacaktır.

Pandemi boyunca gerek izolasyon sürecine, gerek bu sürecin bize kurgulattığı mekanlara uyum sağlamak açısından hem çağdaş kent mekanlarının, hem de kırsalda hayatımızı sürdürmek isteyeceğimiz mekanların sınırlarının muğlaklaşacağını söyleyebiliriz. Bu iki mekan arasında bize uyum sağlayacak, vaktimizi üretken bir şekilde değerlendirebileceğimiz ara mekanların üretilmesi de söz konusu olabilecektir.

Artık bu pandemi dönemini yaşamın bir miladı olarak kabul edersek, çok şeyin değiştiğini ve değişmekte olduğunu, barajların su seviyelerini, yerli tohumu, bilimi, sağlığı, eğitimi, trafiği, yeşil alanlar gibi konuları günlük hayatımızda devamlı sorgulayacağımız bir sürecin farkındalığı doğmuştur.