Koruma, Dönüştürme ve Yıkma Kararlarında Bileşenler

“Tarihi ve kültürel anlamda toplumsal hafızada yer edinmiş yapıların ve çevrelerin dönüşüm ve koruma süreçlerinde kamuoyu, meslek çevresi ve iktidar sahiplerinden oluşan üç ayaklı mekanizmanın işlerliği nasıl sağlanmalı? Koruma kararlarında kamuoyunun “kent hakkı” kapsamında sunulan müdahale alanlarının sınırları nerede başlayıp bitmeli? Politik müdahaleler ve kamuoyu arasında kalan mimarlar ve kent planlamacılarının süreç içerisinde izlemeleri gereken yollar nelerdir? Siyaset için vazgeçilmez bir vitrin malzemesi olan katılım kavramı ülkemizde gerçek anlamda bir katılım sürecini göze alamayan kurumlar tarafından daha indirgemeci modeller ve kısa yollar ile işlevselleştiriliyor ve çoğunlukla anketlerle kullanıcıları sürece dahil etmekten ibaret olan yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz? ” Mimar ve akademisyenlere sorduk.

Derleyen: Gülce Halıcı, Mimar

Neo-liberal mimarlık üretimleri ile kentlerin yatırım sahası olarak algılandığı, mimarlık ürünlerinin pazar değerleri üzerinden öne çıktığı ve mahallelerin soylulaştırılarak kültürel, demografik yapılarının tahrip edildiği günümüzde, tarihi ve kültürel anlamda toplumsal hafızada yer edinmiş yapılar ve çevrelerin dönüşüm ve koruma süreçleri ile bu süreçlerde söz sahibi olan aktörler sıklıkla tartışma konusu haline geliyor. 

Kentin asıl sahipleri olan halkın, deneyimleyecekleri çevre ile ilgili söz sahibi olduğu katılımcı süreçlerde koruma ve dönüşümlerden öncelikli olarak etkilenen kesimleri, konuya yönelik uzmanlık birikimi olan kişi ve kurumları sürece dahil etmeyi hedefleyen katılımcılık; proje alanı ve proje konusunda daha önceden oluşmuş araştırma, birikim, tartışma ve alternatif yaklaşımları değerlendirmeyi içeriyor.

Ancak 100. Yıl Çarşısı ya da Kız Kulesi gibi kentin düğüm noktaları (1) olan yapılarda koruma ve dönüştürme süreçlerinin sağlıklı bir bilgilendirme altyapısı dahilinde sağlanıp sağlanmadığı, katılımcılar ile doğrudan paydaş olanlar arasında temsiliyet ilişkisi olup olmadığı gibi soruların yanı sıra gerçek anlamda ve daha kapsamlı bir katılımcılığın önünün kesilmesi, sürece paydaş ya da uzman olarak doğrudan katkı sağlayacak kişilerin ve daha kapsamlı değerlendirmelerin dışlanması (2) gibi sorunlar ve yerel yönetimler veya diğer iştirakçilerle yaşanan çatışmalar sebebiyle koruma ve dönüşüm süreçleri kent içerisinde öngörülemez krizlere sebebiyet verebiliyor.

Kentin ve kentlinin kimliğini oluşturan, yalnızca yapısal varlığını değil kültürel ve insani dokusunu da oluşturan, geçmişini geleceğine bağlayan yapıların kaderine karar verme yetkisi zaman zaman o günün yöneticilerinde, zaman zaman kamuoyunda, zaman zaman da kent planlamacılarının ve mimarların elinde bulunuyor. Topluma “şehri yeniden icat etme” hakkını tanıyan Lefevbre’yle başlayan katılımcı mimarlık sürecinden 20. yüzyılda olduğu gibi, kamunun kente müdahalesinin teknokratik biçimde gerçekleştirilmesinin savunulduğu görüşlere kadar pek çok bakış açısının varlığı doğrultusunda koruma, dönüştürme ve yıkma konusundaki hayati kararların derinlikli bir şekilde ele alınması gerektiğine inandığımız için, YAPI Dergisi’nin bu aykı dosya sayfalarında bu konuyu ele aldık. 

Kaynaklar

  1. Çalışkan, O (2005). Kenti Tasarlamak. TMMOB Şehir Plancıları Odası Yayını.
  2. Eşrefoğlu, H. (2020). Kent Hakkı Kavramının Tarihsel Serüveni. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
  3. Güzer, C. Abdi (2021). Kentsel Proje Yarışmalarında Katılımcılık. Yapı Dergisi 464 Mart 2021 Sayısı.
  4. Özaloğlu, S. Katılımcı Mimarlık: Nereye Kadar?. Mimarlık Dergisi. 

“Kent toplumunun tüm kesimine yayılan, tüm toplumsal-sınıfsal tabakalaşmayı çoklu bir şekilde kesen, gündelik yaşam üretiminin ortaklaşması üzerinden hareket eden bir toplumsal ağı içeren kent hakkı tartışması ve dolayısı ile ortak tahayyülünü içeren, farklı yollardan devşirilebilecek müşterekleşme pratikleri mümkün mü?”

Pelin Tan, Prof. Dr. , Sosyolog/Sanat Tarihçi
Batman Üniversitesi, Batman,  Kıdemli Araştırmacı CAD+SR, Boston.

Korumanın Diyalektiği

Koruma ve mekansal miras kavramları genelde modernizm bağlamında iktidar, ideoloji ve temsiliyet ilişkileri çerçevesinde kolonyal (sömürgeci) bir evrende tanımlanmıştır. Diğer yandan bir mekana dair toplumsal bir kolektif hafızanın oluşturulması ve harekete geçirilmesi, mekansal mirasın tarihsel bir dizge içine anakronik bir form olarak sıkıştırılmasından kurtarır. Bu bağlamda, koruma ve mekansal mirasın müşterekleşmesi, koruma kararlarından öncelikle mekansal mirasın nasıl ve neden miras olarak tanımlandığını toplumsal anlamda da tartışmak gerekir.

Resim 1. Hevsel Bahçeleri (Fotoğraf: Pelin Tan). 

Resim 1. Hevsel Bahçeleri (Fotoğraf: Pelin Tan). 

Türkiye’de son yıllarda bu konuda en önemli örneklerden biri Diyarbakır Sur için ve Hevsel Bahçelerinin koruma tartışma sürecidir. 2015 yılında dört ayaklı minare önünde silahlı saldırıya uğrayan Diyarbakır Barosu başkanı avukat Tahir Elçi, o sırada minarenin korunması ve kültürel miras üzerine bir basın açıklaması yapmaktaydı. Sur Mahallesi’nin, Diyarbakır eski mahallerinin en önemli tarihsel yapılarından ve hala ayakta olan dört ayaklı minarenin bahsi geçen basın açıklamasından sonra kazandığı anlam, toplumsal hafızada kolektif bir tahayyüle sahiptir. Bu tahayyül bize, mekansal mirasın toplumsal bir bağlamda sürekli bir dönüşüm içinde olduğunu, kolektif hafızanın gücünü ve miras kavramının hangi aktörler tarafından içeriğinin belirlendiği hakkında bizi bilgilendirmektedir.

Resim 2. Dört ayaklı Minare (Fotoğraf: Murat Nergiz, 2022). 

Resim 2. Dört ayaklı Minare (Fotoğraf: Murat Nergiz, 2022). 

Kentsel çatışmanın mekansal dönüşüm ve rantın meşrulaştırılmasında kullanılmasıyla, zorla yerinden edilmeyle Sur’un dönüştürülmeye çalışılarak mutenalaştırılması, Beyrut kent merkezinin dönüşümü benzeri konut spekülasyonu ve kapitalist tüketim egemen yapılı çevre oluşturulmaya çalışılmaktadır. Benzer sömürgeci hegemonik stratejiler ile mekankırımın tesis edildiği bu tür kentsel koşullarında her türlü ölçekteki kentsel mirasa dair müşterekleşme pratiği üzerinden kent hakkını talep etmek ve savunmak kolay değil. Rant ve imar suçuna karşı direnmeye çalışan, Sur’un bir parçası ve sözde UNESCO listesinde olan Hevsel Bahçeleri; kentsel yeniden üretim ve kırılgan (prekar) gündelik yaşamın yaratıcı diyalektiği koruma ve miras söylemi içinde özgün bir şekilde anlamlandırılamamaktadır. 

Kurumlar tarafından belirlenen koruma kararları zaten kullanıcıları, halkı dışarıda bırakır. Örneğin, bir kent vatandaşı ve mahalleli tarafından kullanılan ve belki de mekansal müdahalelerin yapıldığı bir yapıda bu müdahaleler profesyoneller (mimar, uzman korumacı, plancı, sanat tarihçi vs.) tarafından koruma olarak kabul edilmez. Aynı şekilde “kullanarak koruma, müdahale ederek koruma, toplumsal hafıza ile yeniden anlam kazandırarak koruma” gibi pratikler genel modernist koruma kararları tarafından paradigma dışıdır. Bu nedenle UNESCO’nun bazen devletle ve yönetimlerle birlikte aldıkları koruma ve listeleme kararları başka şeyleri meşrulaştırmaya yarar ve kentliyi bu sürecin dışında bırakır. Kamuoyu, meslek çevresi ve iktidar sahipleri günümüz Türkiye kentlerinde kaygan bir zemini oluşturmaktadır. Diğer yandan, günümüzde farklı toplumsal kesimleri bir araya getirebilme konusunda belediyelerden daha yetkin olan sivil toplum kuruluşları iktidar tarafından kontrol edilmeye, baskılanmaya çalışılmaktadır. STK’lar aracılığı ile farklı toplumsal aktörleri, kademeli alternatif tasarım pedagojilerini içererek katılım süreçlerinde bir araya getirmek; ortak katılımcı kararları aramadan önce, yeniden birlikte öğrenme pratiğini geliştirir. Katılımcı tasarım pratiği, kademeli, katmanlı ilerleyen sürece dayalı heterojen ve çatışmalı yöntemin biraz da karşılıklı aktörlerin münazarası oluşturulan devinimsel bir pratiktir.

Son 15 senedir yoğun bir şekilde İstanbul kenti merkezli tartışılan Kent Hakkı söylemi, atölye, konferanslar, mahallelerde çoğunlukta mülk hakkı temelli ele alınmıştır. Ya da çoğunlukla eğitimli kentli profesyoneller tarafından ele alınmıştır. Kent toplumunun tüm kesimine yayılan, tüm toplumsal, sınıfsal tabakalaşmayı çoklu bir şekilde kesen, gündelik yaşam üretiminin ortaklaşması üzerinden hareket eden bir toplumsal ağı içeren kent hakkı tartışması ve dolayısı ile ortak tahayyülünü içeren, farklı yollardan devşirilebilecek müşterekleşme pratikleri mümkün mü?

Tarihi ve kültürel anlamda toplumsal hafızada yer edinmiş yapıların ve çevrelerin dönüşüm ve koruma süreçlerini müşterekleşmenin ölçekleri çerçevesinde tartışmak önemlidir. Mekansal ağ ve birleştirici mıntıkalar arasında olan bir yapının sadece kendisini ele almak, daha geniş mekansal-toplumsal bağlamlarından koparmak, korunması istenen yapıyı nesneleştirir. Koruma nesnesi tekil, kopuk, kent imgesine ait bir tüketim nesnesi olarak ele alındığında ilişkili miras da homojen bir anlamlandırma içerir. Örneğin, Kız Kulesi. Bu doğrultuda ele alınan koruma kararları nesneleştirme, fetişleştirme, kentsel imgenin tüketimine sunma dışında bir işe yaramaz.

Bu bağlamda, öncelikle profesyonellerin ve uzmanların kendi pratiklerinde kent hakkı, koruma ve miras kavramlarını sorgulamaları gerekir. Bazen yapılar ve çevreyi korumama da bir koruma şekli olduğu olasılığı üzerinde düşünmemiz gerekir.

Notlar

  1. Dört Ayaklı Minare: Şeyh Mutahhar Camii, Diyarbakır, 1500.
  2. Mekankırım (spaciocide): Kent-kıyım (urbicide) benzeri bu kavram; yapılı çevrenin yıkılarak, dönüştürülerek toplumu yerinden etme, yerel değerlerini ve kimlikleri ile mekan arasındaki bağı sömürgecinin yok etmeye amacıyla toplumsal ayrıştırmaya, toplumsal baskı ile meşrulaştırılması. Mekan ve hafıza arasındaki ilişkiyi yok eden mekansal yavaş şiddet.

“Katılım konusunu fetişleştiren ve bir el kaldırmaya indirgeyen yaklaşımların altı çizilmeli. Örneğin “Şehir Hatları vapurlarında çay servisinden memnuniyet” konusunda anket bazlı katılım arayan bir yaklaşım ile, “Şehir Hatları vapurlarının rengi ne olsun” anketi arasında dağlar kadar fark var.”

Ali Cengizkan, Prof. Dr.

Günümüzde Türkiye mimarlığının en önemli sorununun “neo-liberal mimarlık üretimi” ve bunun kentler üzerinde yarattığı baskı olduğunu, doğrusu düşünmüyorum. Bunun da etkisi var kuşkusuz, ama neo-liberalizm bütün dünyada farklı biçimlerde de olsa ortak yaşanmıyor mu? Çılgın kapitalin özellikle küresel çağda nasıl dünyayı dolaştığını, değiştirdiğini, dünyanın altını üstüne getirdiğini biliyoruz. Saskia Sassen’ın anlatıp durduğu örnekler, dürüst sermayenin ve kara paranın kimi kentlerde nasıl sahte konut krizi yarattığını, kimi kentlerde ise tam tersi konut krizlerini çözerek ülke ekonomisine katkıda bulunduğunu gösteriyor. Sermayenin çok akışkan olduğu bir ortamda, ülkelerin ve kentlerin kendi kaygı ve beklentileriyle oluşturdukları imar koşulları ve yasalar, özellikle 21. yüzyılda saldırı altında olduğu hissedilen doğal varlıkları koruyan plan, yasa ve hatta toplumsal kabuller, toplu olarak tehdit altındalar, risk altındalar. Bunun karşısında bütün dünya devletleri, sosyal adalet, insan hakları ve eşitlik göstergelerini düzenleyerek savaşıyor ve içtenlik sınavı veriyorlar.

Türkiye’deki durum ise farklı… Türkiye devleti, kendi kaynaklarını kullandırma ve eritme, hatta dünyaya peşkeş etme ve yok pahasına elden çıkarma sevdasında sanki. Adına “Cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen ucube rejim denemesi, bir yandan hukukun üstünlüğü ve sosyal adalet kavramlarından vazgeçildiğini her gün örnekleriyle kanıtlarken, öte yandan planlama, performans yükseltme, halkını refaha kavuşturma, bütün bunları yaparken demokrasinin nimetlerinden yararlanma ve yararlandırma gibi liberal ekonomi ilkelerinden de affını rica ediyor. Öte yandan aynı sistem, yasama-yürütme-yargı erklerini tek elde ve tek kişide toplama sonucuna ulaşarak, demokrasinin temellerini dinamitliyor. Güçlü devlet adına girişilen bu faaliyet, tümüyle evrensel değerlere ve insan haklarına aykırı ortamlar yaratıyor. Sonuç olarak mimarlık, mimarlık ve çevre değerleri, hele “tarihi ve kültürel anlamda toplumsal hafızada yer edinmiş yapıların ve çevrelerin dönüşüm ve koruma süreçlerinde” benzeri daha inceltilmiş temalar ve uygulama alanları, çok ayrıntı ve çok gözden kaçması olası bir dereceye indirilmektedir. Bütün bu olumsuz gelişmelerin başkent Ankara’da mekana yansıyan halleri, başlı başına kendine özgü değerler taşımaktadır:

Bir önceki, iktidara yakın yerel yönetim elinde “kentsel toprakların rant malzemesi haline getirilmesi” yolunda kolay araçsallaştırılması için kullanım hakları belediyeye verilen Atatürk Orman Çiftliği alanı, yerel yönetim değişince birden bire dondurulmakta, üzerindeki “Ankapark”ın devri bile yıllar sonra yapılabilmektedir.

Yine Atatürk Orman Çiftliği  alanının kent içindeki uzantısı olan Hipodrom Alanı, on yıllarca Milli Komite ile yürütülürken birdenbire boşaltılmakta, Türkiye şehirlerinin başına bela olan bir başka ucube “Millet Bahçesi” kavramına terkedilmektedir. Önceki belediye yönetimi sırasında bir takas katakullisi (1) ile elden çıkarılan eski EGO garajları arsalarına yapılan Merkez Ankara, kazandığı yüksek yapılaşma emsalini, önündeki Hipodromun yeşil alanını kendi bahçesi gibi göstererek almıştır. Kamu böyle yaparsa, kişiler neler yapmaz, Togo kuleleri benzeri imar felaketlerini niçin yaratmasın?

Yine aynı kaygılarla geçmiş dönemde ABB elinde ve bakımında olan Gençlik Parkı, birdenbire bir gecede Kültür ve Turizm bakanlığı’na devredilip, yerel yönetimin tasarrufundan kaçırılmaktadır.

Yılların Belediye ile bütünleşmiş olan Anafartalar Caddesi üzerindeki Prof. Nezih Eldem tasarımı Ankara Belediyesi yapısı, yine çok iyi bilinen “katakulli”lerle yandaş esnaf ve “cemiyet”lere el altından satılmış; Ankara halkının ve gerçek belediyenin ruhu bile duymamıştır. Bundan cesaret alan bir önceki belediye, işi Ankara Kalesi’nin içindeki üç yüz yıllık konutları tek bir mal sahibine satmak için hareket geçmiş; son anda bu girişim engellenmiştir.

Dolayısıyla içinde bulunduğumuz tarih döneminin en büyük ve derin çelişkisi, halk için çalışmak isteyenlerle, sadece yandaş için çalışmak isteyen ayrımcılar arasındaki derin gerilimden kaynaklanmaktadır. Planlama ve mimarlık disiplinlerinin de üzerinde, kent toprakları hakkındaki tasarrufu ilgilendiren bu gerilim ve günlük yaşamda yarattığı çelişkiler içinde, kent hakkı, kentli hakkı, koruma kamuoyu oluşturma, koruma bilincini yükseltme, katılım kavramını geliştirme ve kentli yaşamında günlük yaşama sokma gibi değerler, ne yazık ki gölgede kalıyor. Bunlar arasında bir sıralı düzen yok tabii, ama gölgede kalan alanda olup bitenleri değerlendirmemize bu genel durum ışık tutmalı diye düşünüyorum.

Öte yandan katılım konusunu fetişleştiren ve bir el kaldırmaya indirgeyen yaklaşımların da altı çizilmeli. Örneğin “Şehir Hatları vapurlarında çay servisinden memnuniyet” konusunda anket bazlı katılım arayan bir yaklaşım ile, “Şehir Hatları vapurlarının rengi ne olsun” anketi arasında dağlar kadar fark var. Aynı şekilde “Ankara 100. Yıl Çarşısı yıkılsın mı, kalsın mı?” anketi ile “Ankara 100. Yıl Çarşısı ve arsası başka nasıl yaşatılabilir?” sorusunun karşılığını arayan çalışmalar arasında fark var. Hangi kademede olursa olsun yöneticiler, sanırım hemen her zaman “kendi tercihlerini ve çözümlerini” başkalarına dayatma konusunda sonuç alıcı araçlar geliştirmeye çalışıyorlar.

Notlar

  1. Bilindiği gibi takas, merkezi iktidar elindeki hazine toprakları ve hazine gayrimenkulü konusunda uygulanan bir emlak oyunudur. Cumhuriyet kurumlarının eritilmesini amaçlayan bu oyunun en cerbezeli aktörü, ne yazık ki TOKİ olmuştur.

“Yaşam alanlarında hak sahibi olmak, boş gösteren katılımcılık yerine, güçlerin eşitlendiği radikal katılımcılıkla sağlanabilecektir. Mevcut sistem içinde iktidarın yurttaşa yetki devrine hevesli olmayacağını da düşünürsek, katılımcılık konusunun hayli çatışmalı bir konu olduğunu da vurgulamak lazım.”

Doç. Dr. T. Gül Köksal,  Doç. Dr., Mimar-Koruma Uzmanı
Başka Bir Atölye/Haliç Dayanışması

Toplumsal bellekte yer eden müşterek değerlerimizin sürekliliği bu değerleri var eden herkesin sorumluluğu olmakla birlikte kanımca bir dizi çelişki ve çatışma nedeniyle bu sorumluluğu yerine getirmek bazı engeller taşıyor. Öncelikle ekonomik ve fiziksel gelişim adı altında sürekli bir inşai faaliyetle ayakta duran kapitalist üretim ilişkileri her şeyi metalaştırıp, alınır satılır bir nesneye dönüştürürken, bunu ortak değerler için de yapıyor. Mütemadiyen turistikleştirilen, diğer bir deyişle müşterek olanı var edenden/yerlisinden koparıp kültür-turizm endüstrisine teslim edilen yapılı çevrenin (ve hatta doğal çevrenin) başına gelenler, kullanım değeri yerine dönüşüm değerinin öncelenmesinden kaynaklanıyor. Bu da bir tür koruma çabası altında kendi ayağına kurşun sıkan bir savunma hattına tekabül ediyor. Oysa ki yapılı çevreye müdahale dönüşüm değeri yerine kullanım değeri üzerinden işlese, ne sermayenin bu kadar ağır etkileri olabilecek ne de lüzumundan fazla -ihtiyaç varmış gibi icat edilegelen- inşai faaliyete gerek kalmayacak. Dönüşüm değeri yerine kullanım değerine sahip çıkan bir mekanizmayı sorunuzda geçen “kamuoyu, meslek çevresi ve iktidar sahiplerinin” mesele etmesi bir tür imkansızı istemek gibi. Burada imkansıza işaret etmekten çok, sistem içinde sıkışmışlığa vurgu yapmak istiyorum. Genel çerçevede kanımca böyle. 

Mekanizmanın içerisine detayda bakarsak, kamuoyu, meslek ortamı ve iktidarın (+sermayenin) birbirleriyle çakıştığı, çeliştiği durumlar da var. Kamuoyu yeterli düzeyde bilgi sahibi olmadığı hallerde veya genel olarak yaşam koşullarının niteliksel olarak zayıfladığı durumlarda kaçınılmaz olarak etkin bir güç olamıyor. Mesleki ortamın çok sınırlı bir bölümü kamu zararı/kent suçu denilen çalışmalara imza atıyor. Geriye kalan çok büyük bir bölümü ise, bırakın mesleki söz sahibi olmayı sınıfsal olarak mesleğini dilediği biçimde icra edebilecek konumda bile değil. Emeğini satarak hayatta kalmaya çalışıyor. Kendini gerçekleştirme olanakları çok kısıtlı. Sürekli rekabetçi bir sistem içinde olmaktan kaynaklı sıkışmış konumda. Diğer yandan mesleki örgütlülük hayli zayıf ve meslek örgütlerinin mücadele biçimleri çoğunlukla hukuki alana sıkışmış durumda, toplumsal karşılığı yeterli düzeyde değil. İktidar ayağına gelirsek de sermaye birikimini hedef alan bir sistemde, Türkiye gibi yasal yolların sağlıklı bir şekilde işlememesi ve kentsel toplumsal mücadelenin ağır müdahaleler görmesi nedeniyle tabiri yerindeyse sermaye at koşturuyor. Gerçi iktidarın kendi içinde de güç dengeleri zaman zaman dönüşüyor ancak çıkar ilişkileri nedeniyle krizler her seferinde sermaye birikimi lehine fırsata dönüştürülüyor. Bu koşullarda soruda geçen “üç ayaklı mekanizma”nın kamu yararına yönelik yetkin bir nitelikte işleme olasılığı düşük gözüküyor. Ancak bazı radikal müdahaleler olursa daha adil bir geçiş sürecine yönelik hamleler olabilir.

Kent hakkı, kentsel kaynaklara erişimin ötesinde kenti dönüştürerek kendimizi de dönüştürme imkanı barındırdığı için en üst seviyede katılımcılığı içerir. Yani yetki devrinin yurttaşa geçtiği bir radikal seviyeden söz ediyorum. Bu konuda 16 Ekim 2022 tarihinde Evrensel Gazetesi’nin İstanbul Kent Eki’nde şunları yazmıştım. (1) Arnstein’ın sıkça başvurulan katılımcılık merdiveni katılımı kısaca “katılım olmaması/göstermelik katılım/yurttaş gücü” olarak üç seviyede ve sekiz basamakta tanımlar. (2) “Manipülasyon ve terapi” basamakları katılımın olmadığı; “bilgilendirme, danışma ve yatıştırma” basamakları göstermelik katılım (tokenism); “ortaklık, devredilmiş yetki ve yurttaş denetimi” olan en üst seviye ise, artık gücün yurttaşa/topluluğa devredildiği, katılımcı demokrasinin yüksek bir noktaya eriştiği aşamadır. Bu bakış açısıyla yaşam alanlarında hak sahibi olmak, boş gösteren katılımcılık yerine, güçlerin eşitlendiği radikal katılımcılıkla sağlanabilecektir. Mevcut sistem içinde iktidarın yurttaşa yetki devrine hevesli olmayacağını da düşünürsek, katılımcılık konusunun hayli çatışmalı bir konu olduğunu da vurgulamak lazım.

Mimarlar, plancılar gibi meslek insanları politik müdahaleler ve kamuoyu arasında değil de iktidar/sermaye dayatmaları ve kamu yararı arasında kalıyorlar diye düşünüyorum. Eğer soruyu buradan kurarsak da vereceğim yanıt, bunun her iş bağlamında bir sorunsal olarak karşımıza çıkacağı ve her seferinde, yani işin her aşamasında bir taraf seçmek gerektiği yönünde olacak. Tıpkı hayatın kendisinde olduğu gibi. Bu kanımca ahlaki bir durum değil, bir etik sorunu. Ahlak Spinoza’nın ifade ettiği gibi bize yapmamamız gereken şeyleri söylerken, etik bizim yapabilirliğimiz üzerinden bize bir alan açar. Etiği meslek üzerinden okursak da yine Spinoza’nın deyişiyle yapabilirliğimizi arttıracak ortak mefhumlar geliştirmek bizim elimizde.

Katılım sorunsalına yine Arnstein’ın basamakları üzerinden bakarsak, bilgilendirme ve danışma gibi göstermelik katılım basamaklarının bile doğru düzgün işletilmediğini bu iki önemli örnek üzerinden söylemek mümkün. Biri Ankara’nın önemli bir ortak değeri olan 100. Yıl Çarşısı, diğeri de İstanbul’un kayda değer bir kültürel varlığı olan Kız Kulesi’ne yapılan müdahalelere karşı kamuoyunda ciddi tepkiler oluştu. Bu tepkilere rağmen yapılan açıklamalar son derece yetersiz oldu. Yakından takip ettiğim Kız Kulesi örneği üzerinden bakarsak; elimizde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ait ve doğrudan bilgi alabileceğimiz iddia edilen bir Web sitesi var. (3) Web sitesinde uygulamanın mimarının adı yok. Diğer yandan danışman olarak adı geçen Zeynep Ahunbay ve Han Tümertekin’in web sitesindeki iki ayrı teknik raporu dikkate alarak yapının bir tarihteki haline döndürülmesi gibi aldıkları bazı önemli kararlar var. Bu kararları 23 Şubat 2022 tarihinde bir sayfalık bir metinde ortak imza altına almışlar. 4 “Kız Kulesi Restorasyonu” sayfasında “bitmiş halinin görselleri” 5 başlığı altındaki üç boyutlu görsellerin de bir programda (6) Han Tümertekin tarafından hazırladığını öğreniyoruz. Fiziki müdahaleleri içeren tüm bu önemli kararlar adı geçen kişilere danışmanlık pozisyonu ötesinde bir karar vericiliği, diğer bir deyişle bir müelliflik konumu da getiriyor diye düşündürtüyor. Hele de ilgili sitede halen sürece imza atan başka bir isim gözükmüyorsa. Bu da danışmanlık ve müelliflik rollerinin yer yer karışma ihtimalini düşündürdüğü gibi web sitesinin de nitelikli bir şekilde bilgi vermek üzere hazırlanmadığını gösteriyor. Nitekim teknik raporlar siteye olduğu gibi konmuş olsa da sitede rölöve, restitüsyon, restorasyon, yeniden kullanım vb. projeler yer almıyor. Yani biz meslek insanlarının işi takip edebileceği yeterli bir bilgi yok. Bu durumda proje/uygulama üzerinde bir yorum/eleştiri getirme imkanımız da yok. Meslek insanlarının ötesinde yurttaşların bu web sitesinden edinebileceği doğru düzgün başka bir bilgi de yok. Bu nedenle Arnstein’in söz ettiği göstermelik katılım basamağına tam olarak karşı gelecek şekilde göstermelik bir web sitesi hazırlanmış diyebiliriz. Burada sınırlı alan nedeniyle daha fazla detayına giremeyeceğim ancak şu çok açık ki; bu proje müteahhit seçiminden, Bakanlığın kamuoyuna bilgi aktarımına, danışmanların açıklamalarından, meslek örgütünün konuya yaklaşımına dek bizlere üzerinde tartışılması gereken birçok şey söylüyor. Umuyorum bunları ileride daha sağlıklı, derinlikli bir şekilde ele alabileceğimiz ortamlar oluşur. Bu örnekleri de birer olgu olarak masaya yatırabiliriz.

Ayrıca şunu da vurgulamak isterim; katılımcılığın göstermelik yollarından biri olan anketi, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri sık sık kullanıyor. Belki de burada şunu sorgulamak lazım; ortak değerlerimize yaklaşım birtakım seçenekler arasında yapılan bir ankette yüksek oylama yoluyla mı belirlenmeli? Bu sorunsalı daha üst ölçekten konuşarak şöyle açayım; katılımcı demokrasi adı altında, ülkenin yönetimi için de karşımıza çıkan yöntem bu değil mi? Bize sunulan çoğunlukla birbirinin tekrarı olan veya eser miktarda farklar barındıran programlara haiz birtakım siyasi partiler arasından bir seçimde bulunuyoruz. Dolayısıyla katılım mevzusunu bir bütün olarak ele aldığımızda bu çelişkili ve çatışmalı duruma da dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Kaynaklar

  1. T. Gül Köksal, “İstanbul’un metalaştırılması, kent hakkının gaspı ve katılımcılık tahayyülü”, Evrensel Gazetesi İstanbul Kent Eki, 16 Ekim 2022. https://www.evrensel.net/haber/472319/istanbulun-metalastirilmasi-kent-hakkinin-gasbi-ve-katilimcilik-tahayyulu.
  2. Sherry R. Arnstein, “A Ladder of Citizen Participatin”, AIP Journal, Temmuz 1969. https://www.historyofsocialwork.org/1969_ENG_Ladderofparticipation/1969,%20Arnstein,%20ladder%20of%20participation,%20original%20text%20OCR%20C.pdf (Erişim tarihi: 08/10/2022).
  3. https://kizkulesi.com
  4. https://kizkulesi.com/basin-bulteni
  5. https://kizkulesi.com/kiz-kulesi-restorasyonu
  6. https://www.youtube.com/watch?v=35smC4vi-d4

“Bileşenleri devre dışı bırakarak karar verici olarak anketler üzerinden dönüştürülen kentler, derinliksiz, gündelik kararlar ile şekillenmiş yap-boz tahtalarına dönüşmekten kurtulamayacaktır.“

Durmuş Dilekçi, Yüksek Mimar
İstanbul Serbest Mimarlar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı

Hafızada yer edinmiş, kentsel hafıza mekanlarının dönüşüm projelerinde çok katmanlı bir mutabakat zemini oluşturulması gerektiği aşikardır. Mutabakat zemini aranırken en önemli etken, bileşenler arasındaki şeffaf ve samimi bilgi alışverişinin bulunmasıdır. Bu mutabakat zemini bileşenleri; yerel veya merkezi idare, sivil toplum ve meslek örgütleri, araştırmacılar, proje geliştiricileri, akademiya ve mülk sahipleri olarak tanımlanabilir. Bileşenler arasında mevcut dönüşümün tespit kriterleri, proje tasarım yaklaşım modelleri, projenin mekansal, sosyolojik, ekonomik, tarihsel, kent psikolojisi ve kent hafızası bağlamında irdelenmesine ilişkin bilgiler ile birlikte kamuoyu farkındalığının arttırılması amacıyla,  mevcut dönüşümün sahip olduğu tarihi ve kültürel kıymet, sahip olduğu riskler, mutabık kalınmış katılımcı (ilgili mecralar) aracılığıyla planlama kararları ile yenilemenin kendisine derinlik kazandırılmalıdır.  

Kültür varlıklarının dönüşümleri, yüklendikleri anlamlardan çok uzaklaşmadan bugünün dünyasında yeni roller bulunarak oluşturulmalıdır. 

Kent hakkı, üzerinde konuşulabilmesi için “kentli”nin  o kentle ne kadar bağ kurduğu önem kazanmaktadır. Ülkemizde göçler üzerinden şekillenen kentler ve kentli gerçeğinin yanı sıra, az eğitimli veya ekonomik zorluklarla baş etmeye çalışan kentli için, kentsel dönüşüm ne kadar öncelikli bir konu haline gelebiliyor, o kısım biraz  belirsiz. Peki bu durumda kent hakkı kavramı kim için ve nasıl ele alınmalı?

Ayrıca dünyada özellikle endüstri devrimi sonrası dönüşümünü tamamlamamış 3. Dünya ülkelerindeki, popülist siyasi veya ekonomi politikaların, kent ve kentsel mekanı metalaştırırken, kenti tüketilen bir nesne, kentliyi de tüketiciye dönüştürmektedir. Kentin insanla kurduğu bağ bu sorunlu ilişki üzerinden ele alınıyor. Bunun yanı sıra kentsel alanların yerel veya merkezi yönetim alanlarının güç gösteri alanlarına gelmesi de kent hafızası anlamında benzer sorunsalları da yanında getirmektedir. Bu yaklaşımlar karşısında ise kent hakkı özellikle önem kazanıyor.

Kentlerin gelişmeleri, dönüşüm kararları, entelektüel bir çok konu, aktör ve katman üzerinden ele alınması ve irdelenmesi gereken konulardır. Özellikle “Kırsaldan kente göç ile şekillenmiş bu kentler, kent ile kültürel ve tarihsel bir hafıza üzerinden bağ kuramamış  yeni-kentli anketleri veya kamuoyu yoklamalarıyla bu dönüşümlere karar verme yetkisi verilebilir mi?” tartışılması gereken bir durumdur. Kentsel kamusal alanların kullanımları, kentlerin kimliklerini ve kent hafızasını oluşturan yapılar gündeme gelince kent hakkı kavram sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği konusu çok önem kazanıyor. Bahsi geçen şehir çeperlerindeki niteliksiz yapıların kentsel dönüşüm çerçevesinde ele alınışından çok daha farklı bir yaklaşım gerektirdiği aşikardır… Söz konusu olan tarihsel miras ve kent hafıza alanlarılarıdır. 

Bu nedenle bu süreçlere katkı seviyesinin artırılması tasarımdan uygulamaya kadar alınacak tüm kararların proje geliştirme süreci içindeki tüm tarafların bir araya gelecekleri ortamların yaratılması doğru sonuca ulaşmanın en önemli parametrelerini oluşturur.

Yukarıda bahsettiğim mutabakat bileşenleri arasında sac ayakları en baştan doğru oluşturulursa, bilgilendirme, gerekçelendirme, bilinçlendirme, sebep ve sonuç ilişkileri şeffaf bir şekilde olgunlaştırılıp, söz konusu dönüşüm alanında yetkin mimar, kent plancıları, akademisyenler, mühendisler gibi aktörler denetiminde projelerin yürütülmesi gerekir. 

  1. Yıl Çarşısı gibi yapıların dönüşümlerinin kararı, çok daha donanımlı bileşenler aracılığıyla ele alınmalı ve kararlaştırılmalıdır. Bileşenleri devre dışı bırakarak karar verici olarak anketler üzerinden dönüştürülen kentler, derinliksiz, gündelik kararlar ile şekillenmiş yap-boz tahtasına dönüşmekten kurtulamayacaktır. Oysa ki kent ve kentleşme bundan çok daha derin bir arka plan sahip bir olgudur. Kız Kulesi gerçeğinde ise şeffaflık ve samimiyet ilkesinin ortada olmadığını görüyoruz. Bahsettiğim gibi anketler üzerinden bu yapıların ne yapılacağına karar verilmesi zaten mümkün değildir. Ancak gerekçelendirilmiş, bilinçlendirilmiş bir kentli veya kamuoyunun yokluğu da, akademik ve profesyonel sac ayakları doğru oluşturulmuş bir proje için de sorun olarak ortaya çıktığı gözükmektedir. 

“Eski yapıyı yıkma ve yerine yeni yapı yapma, kentsel müdahale mekanizmalarındaki karar ve yetki sahipleri için ardışık bir refleks, toplumun geneli için sıradan bir eylem haline geldi Türkiye’de. Özellikle son on yılda. “

Lale Özgenel, Prof. Dr.

Kentlerin tarihinde ve toplumsal belleğinde yer edinmiş, 20. yüzyıla ait yapılara, sanatsal uygulamalara ve açık alanlara kamu ve karar verici yetkililer, çoğu kez ilgili meslek çevresi, akademi ve uzmanlar ile aynı değerleri atfetmiyor. Bu yüzyıl içinde yapılmış, modernizm, uluslararası üslup, brütalizm gibi dönemsel ve/veya üslupsal referanslar taşıyan, yalın formlu ve cepheli, işlevsel mimarlık örnekleri ve bunların bir kısmının yakın çevreleriyle birlikte oluşturdukları bağlamsal kimlik, kültürel miras algısının ve koruma refleksinin en az geliştiği durumlar olarak izleniyor. Örneğin Amerika, Avrupa ve Asya’daki çağdaşları, “taşıyıcı sistem yetersizliği”, “işlevsel, mekansal ve teknik yetersizlik”, “yeni ve daha modern bir bina ihtiyacı” gibi nedenlerle meşrulaştırılan yıkımlara uğramazken, uluslararası yarışmayla elde edilmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk spor kompleksi olan 1936 tarihli Ankara 19 Mayıs Stadyumu ve ilerleyen zamanlarda çevresinde gelişen ve mekanlaşan spor branşlarının tarihi kulüp yapılarının ve tesislerinin yıkıldığını, kentin tarihi merkezinin modernist mekan ve toplumsal belleğinin hızla ve hoyratça buharlaştığına şahit oluyoruz. Yeni yapılacak, eskinin birkaç katı büyüklüğündeki çağdaş ve teknolojik stadyumun tasarım süreci, artık kimliksizleştirilmiş bu alanda azametli bir mimari varlık olarak kitleleşecek, yan tesisleri ve destek işlevleri ile yerden ve hafızadan bağımsız, steril, yepyeni ve moda bir dünya kuracak. Pek çok başka örnekte olduğu gibi, bilimsel veriler, tespitler, değerler ve analizler, olası mekansal senaryolar, kapsamlı ve bütünleşik bir planlama modeli, planlamaya esas ilkeler, kentin ve bölgenin geleceğine dair çok katmanlı ve çok boyutlu projeksiyonlar, iklim krizi etkisi gibi kentsel ölçekli bir müdahale projesinde ilk akla gelebilecek planlama ve süreç bileşenleri, ya kendi içine kapalı bir mekanizma içinde sınırlı ve/veya eksik bir biçimde ele alındı ya da çoğu hiç bahse konu olmadı. Bilmiyoruz.

Oysa 1938 yılında açılan ve 2020 yılında kapsamlı bir tadilat ile yenilenen Helsinki Olimpiyat Stadyumu hakkında aşağıda yazılanlar, artık okumak istediklerimiz değil mi? 

İlk olarak 1938’de hizmete giren Helsinki Olimpiyat Stadyumu, kapsamlı bir modernizasyon ve yeniden yapılanmanın ardından geçen ay yeniden açıldı. Dört yıllık renovasyon projesi, stadyumun özgün modernist mimarisine büyük saygı duyularak yürütülürken, geleceğin taleplerine uygun olarak yeni işlevler eklenmiş, konfor ve güvenlik artırılmıştır.

Resim 1. Helsinki Olimpiyat Stadyumu (1938), 2020|K2S Architects ve Architects NRT.

Resim 1. Helsinki Olimpiyat Stadyumu (1938), 2020|K2S Architects ve Architects NRT.

Gecenin başlarında, Helsinki Olimpiyat Stadı için gelecek belirsiz görünüyordu. Arena kötü durumdaydı ve artık bir etkinlik mekanının standartlarını karşılamıyordu. Maliyet tahmini yeni bir arena satın alacak bir rakam olarak gözükse de, “İskandinavya’nın havalı başkenti” eskiyi takdir etmeye ve Olimpiyat Stadı’nın yeniden inşası ve yenilenmesine yatırım yapmaya karar verdi. Şimdi stadyum geçmişle geleceğin buluştuğu, eski ve yeni unsurların kusursuz bir şekilde harmanlandığı bir yer (1). 

Resim 2. Helsinki Olimpiyat Stadyumu (1938), 2020|K2S Architects ve Architects NRT.

Resim 2. Helsinki Olimpiyat Stadyumu (1938), 2020|K2S Architects ve Architects NRT.

Birçok Finli için stadyum, genç ulus için yeni bir çağın şafağını sembolize ediyor.

Ana hedef, stadyumun korunması ve yeniden canlandırılmasının, uluslararası spor etkinliklerinin gelecekteki tüm gereksinimlerine yanıt vermenin yanı sıra mirasın kültürel değerlerinin korumasını sağlamaktı (2).

Resim 3. Helsinki Olimpiyat Stadyumu (1938), 2020|K2S Architects ve Architects NRT.

Resim 3. Helsinki Olimpiyat Stadyumu (1938), 2020|K2S Architects ve Architects NRT.

Eski yapıyı yıkma ve yerine yeni yapı yapma, kentsel müdahale mekanizmalarındaki karar ve yetki sahipleri için ardışık bir refleks, toplumun geneli için sıradan bir eylem haline geldi Türkiye’de. Özellikle son on yılda. Hele ki konu kamusal bir modern dönem yapısıysa, ve hatta bu yapı bir de tescilli değilse, hayatına eski bir yapı olarak devam etmesi neredeyse tesadüfi bir süreklilik örneğini temsil eder hale geldi. Eskinin kötü, köhne, çağdışı, bakımsız ve değersiz, yeninin iyi, çağdaş, bakımlı ve değerli olduğu, binaların tıpkı bir elbise gibi modası geçen ve yerine moda olan yenisinin gelmesi gereken tüketim nesneleri olarak algılandığı bu ruh hali, rant ve ekonomik getiri potansiyeli gibi faktörler de göz önüne alındığında ilgili meslek çevrelerinin tüm çabalarına karşın kentlerden özellikle 20. yüzyılın özgün, yapılı çevre ve kültür mirasını eksiltmeye, yerine birbirinin benzeri mimari yığınları istiflemeye devam ediyor. 

Resim 4. Helsinki Olimpiyat Stadyumu (1938), 2020|K2S Architects ve Architects NRT.

Resim 4. Helsinki Olimpiyat Stadyumu (1938), 2020|K2S Architects ve Architects NRT.

Bu durum ve algının tersine çevrilmesinin artık toplumsal bir öncelik olduğu noktadayız. Önce “koruma” refleksinin sonra da “katılımcı süreç” yönetiminin gerçek anlamıyla içselleştirmesi, her ikisinin birlikte tüm planlama ve projelendirme eylemlerinde ana eksen olarak tanımlanmasının da zorunluluk olduğu bir noktadayız. Aksi halde, son dönemde Ankara 100. Yıl Çarşısı örneğinde izlendiği gibi mimari ve kentsel planlama yarışmalarının sonuçlarının halk oylamasına sunulması gibi yanlış yorumlanan katılım uygulamalarının arkası gelebilir. Doğru katılımcı süreç modelleri salt halktan temsili ve sembolik bir ses almak şeklinde tezahür etmiyor. Pek çok nedenle. Örneğin, o yapıyla veya yerle herhangi bir aidiyet ilişkisi olmayan, sadece gelip geçmekte, girip çıkmakta olan, müdahalenin kapsamı, etkileri ve boyutlarının farkına varacak kadar bilgi sahibi olmayan, mimarlık ve çevre kültüründen yoksun, kent kimliği, kent tarihi ve toplumsal bellek gibi evrensel değerleri içselleştirmemiş kentlilerin doğrudan paydaşlar ve konunun uzmanları yerine temsilcilik yapması, yaşanmışlıkların zaman içinde ördüğü ilişki dokularını yok ederek bir mimari bağlamı köksüz, geleceğini ise referanssız bırakan kentsel müdahalelerin halk oyu ile belirlenmesi ne kadar sağlıklı, doğru, bilimsel, etik ve katılımcı olabilir?  Ya da birkaç pano veya bir mobil uygulamada birkaç üç boyutlu görselle temsil edilen bir kentsel müdahale önerisi birkaç saniyelik bir oylama etkinliğine indirgenerek belirlenebilir mi? Bu tür bir oylama, müdahalelerden öncelikli olarak etkilenen kesimleri ve konuya yönelik uzmanlık birikimi olan kişi ve kurumları sürece dahil ederek; müdahale alanı ve proje konusunda mevcut araştırma, birikim, tartışma ve alternatif yaklaşımları değerlendirmenin ve gerçek anlamıyla katılımcı bir süreç yürütmenin yerini alabilir mi? Elbette hayır.

Tüm kentsel planlama eylemlerinde, ama özellikle tarihi ve kültürel dokuların, yapıların ve çevrelerin dönüşüm ve koruma süreçlerinde kent hakkının işletilmesi, bir başka deyişle, kentsel mekanın üretimi ve kullanımında bütün kentlilerin söz sahibi olmasının güçlü bir motivasyon olması gerektiği aşikar. Ana aktörler arasında katılımcılığa dayalı mekan üretim süreçlerinin yürütülmesi iradesi ise şüphesiz ki yönetim ve yetki sahiplerinden gelmeli. Yönetici iradesi, planlama kararlarına esas oluşturacak katılımcı süreçlere işlerlik kazandırmalı, meslek camiası, akademi ve kamuoyunun birlikte hareket edebileceği bir işleyişi mümkün kılmalı, bu işleyişin kapsamlı ve doygun bir içerikle yürütülmesi için yeterli zaman vermeli. Uzmanlar, profesyoneller, meslek örgütleri ve kullanıcılar gibi deneyim, network, birikim ve bilgi sahibi paydaşların, bir yandan bu tür birikimlere sahip olmayan halkı, farkındalık geliştirip bilgi sahibi yapacak mekanizmaları, yöntemleri ve araçları geliştirerek sürece etaplar halinde dahil eden uygulamalarda bulunması, öte yandan disiplinler uzmanlık bazında kapsamlı değerlendirme çalışmaları yaparak uygulamaya esas prensipleri, ilkeleri, stratejileri ve yöntemleri belirlemesi beklenmeli. Keza, mimarlar ve plancıların, proje ve/veya danışmanlık hizmeti verdikleri kurumları katılımcı planlama süreçlerine yönlendirme konusunda teşvik edici rol üstlenmeleri de. Mikro ölçekli bu tür bir katılımcılık, dış uzmanlar, mimar ve plancıların farklı etaplarda ve/veya kapasitelerde proje gelişimine katkı sağlamak üzere kurum bünyesinde bir araya gelmesine olanak tanıyacak olması bakımından kıymetli bir başlangıç olacaktır. Gerçek anlamda katılımcı süreçlerin de salt halk değil yetki ve irade sahiplerinin ve ilgili ekiplerinin de farkındalık düzeyini geliştiren eğitim süreçlerini temsil ettiği göz ardı edilmemelidir.  

Mekana yapılan her müdahalenin sadece mekanı değil mekanla birlikte oluşacak ve gelişecek sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel ilişkileri, ve hatta siyasi ilişkileri bile yeniden inşa edeceğini, olumlu veya olumsuz sonuçlar doğurabileceğini biliyor ve deneyimliyoruz. Dünya genelinde yüzlerce iyi uygulama örneği olan katılımcı süreç modelinin, Türkiye’de görece sınırlı sayıda uygulanmış olmasını, son dönemde ise neredeyse hiç uygulanmayışını, diğer her şeyden önce bir siyasi irade sorunsalı olarak görmek yanlış olmaz. Kenti, farklı sosyal çevrelere mensup kent sakinlerinin gündelik hayatta, iş ve yaşam mekanlarında bir araya geldiği, çok kültürlü ortamların ve durumların bir arenası olarak alırsak; kentsel planlama ve müdahale politikalarının temel amacının da her düzeyde sosyal ve mekânsal uyum olduğunun yönetici iradeler nezdinde anlaşılmasını bekliyor; koruyarak ve iyileştirerek yaşatmayı esas alan katılımcı dönüşüm ve değişim süreçlerinin de bu uyumu kolaylaştırıcı mekanizmalar olmasının yanı sıra, halkı kent ve mimarlık kültürü ile tanıştıran, kentin tüm kültürel ve tarihi miras dokularını, yapılarını ve mekanlarını korumaya yönelik bilgi ve farkındalık sağlayan, kent kimliği ve toplumsal belleğe sahip çıkma tepkisi geliştiren bir eğitim misyonu olarak da gerçek anlamda işletilmesini talep ediyoruz.  

Kaynaklar

https://toposmagazine.com/helsinki-olympic-stadium/

https://www.archilovers.com/projects/281139/helsinki-olympic-stadium.html#info