Kapsül Evler

Begüm Çelebi

Kapsül evler, kullanıcıların ihtiyaçlarına kendi bünyesindeki donatı elemanlarıyla kompakt çözümler sunan mikro ölçekli yaşam birimleri olarak biliniyor. Hacim olarak küçük olması nedeniyle sahip olduğu alanı olabildiğince verimli kullanan bu konut üniteleri, mekansal fonksiyonların üretiminde modülerlikten yararlanıyor.

Kullanıcıyı merkeze alarak onun ihtiyaçlarına göre mekan olasılıklarının izini süren kapsül evler, savaş sonrası dönemde kendini yavaş yavaş göstererek 1960’larda belirgin olarak ortaya çıktı. Bu noktada dönemin mevcut konut tipolojisinden radikal bir şekilde ayrılan bu mikro birimlerin üretim ortamını anlamak için öncelikle buna zemin hazırlayan dönemsel özellikleri irdelemek gerekiyor.

Kullanıcıyla karşılıklı ilişki içinde olan yapılar, insanı etkileyen fiziksel, sosyo-kültürel ve ekonomik faktörlerle etkileşim halinde planlanıyor. Bu anlamda 1960’lar, yaşanan toplumsal değişimler ve ileri teknolojinin günlük hayatın içine girmesiyle mimarlık pratiğinde yeni arayışlara zemin hazırlayan yıllar oldu. Öncesinde sanayi devrimiyle başlayan ve buna paralel olarak 2. Dünya Savaşı sonrasında devam eden endüstrileşmeyle beraber kentlerde hızlı bir nüfus artışı ve yoğun kentleşme söz konusuydu. Savaş sonrasında, yıkılan yapıların yeniden inşa edilmesinin yanı sıra hızla gelişen kentlerin mekansal ihtiyaçlarına cevap vermek, süreç içinde yeni dinamik bina üretim yöntemlerinin ortaya çıkmasına neden olurken konut talebini kısa sürede karşılamak amacıyla teknik olanaklar ve teknolojik gelişmelerden faydalanıldı. Böylece, konut sorununun prefabrikasyon ve seri üretimle çözüldüğü, bir bakıma endüstrileşmenin bina yapım yöntemlerine dahil olduğu bir zaman dilimine girildi. Bu yöntemin yayılmasında en önemli faktörlerden biri, şüphesiz Henry Ford’un fabrikasyon üretimdeki başarısıydı. 1920’lerin sonlarında yaşanan konut ihtiyacının kriz noktasına gelmesiyle, Ford’un üretim bandı bu krizi çözebilecek bir yol olarak görüldü ve otomobil gibi karmaşık yapıya sahip bir ürün fabrikalarda üretilebiliyorsa konutun da aynı şekilde üretilebileceği düşüncesi yaygın hale geldi. 20. yüzyılın ilk yarısında evi bir “yaşam makinesi” olarak tanımlayan Le Corbusier’in seri üretim modüler kutu sistemli yapı önerileri ve Buckminster Fuller’in dönemin teknolojik olanaklarından yararlanan seri üretim “konut yaşam makinesi” Dymaxion House bu düşüncenin örnekleriydi. 20. yüzyılın ilk yarısını kapsayan bu zaman dilimi, 1940’lardan itibaren nükleer silah, uzay araçları, televizyon ve bilgisayar teknolojilerini arkasına alırken mimarlık alanındaki yeni arayışlar kapsül evlere zemin hazırladı.

1960’larda uzaya dair yaşanan gelişmeler, uzay kapsülünün popüler kültürde yer edinmesini sağladı. 2. Dünya Savaşı sonrasında modern mimarlığa yapılan karşı eleştirilerde; mikroyu makroya, anlık olanı planlı olana karşı savunan bir tavır öne çıkarak mimarinin popüler kültürden beslenebileceğine dair hareketlenmeler başladı. 1960 yılında bir grup İngiliz mimarın bir araya gelmesiyle oluşan Archigram, bu anlamda kapsül formunu önerilerinde sıklıkla kullandı. Üyelerinden Warren Chalk’ın, “Biz, atomik elektronik bir çağda uzay kapsülleri, bilgisayarlar ve kullan-at paketleri ile yan yana duracak bir fikrin, yeni bir anadilin, yeni bir ‘şey’in peşindeyiz” cümlesi, grubun modern mimarlığa olan tavrını açık bir şekilde özetliyordu.

Archigram 1964 yılında, ekiple aynı ismi taşıyan dergilerinde “Kapsül Mimarisi” (Capsule Architecture) proje konseptine yer verdi. Tamamen prefabrik konutlar yaratmak fikrinden yola çıkan proje, dönemin konut anlayışından oldukça farklıydı. Her bir metrekareyi olabildiğince verimli kullanan kapsül konutlar, minimum alan maksimum verimlilik ilkesine dayanarak ilhamını uzay kapsüllerinden alan ergonomik ve özelleşmiş mikro yaşam birimlerinden oluşuyordu. Grubun, devamında sunduğu “Lastik Kapsül Evler” (Gasket Homes) projesi ise aynı düzende ancak yeni bir yaşam tarzı ortaya koyuyordu. Tek ya da iki kişilik bu kapsüllerde, aile yerine birey ön plana çıkarılarak, bir başka deyişle o dönem dünyayı saran gençlik hareketi mimariye yansıtıldı.

Kapsül evler genellikle bağımsız (autonomous) ve birbiriyle bağlantılı (connective) olmak üzere iki farklı tipolojiden oluşuyor. İlk grup, mobiliteden beslenebilen otonom birimleri ifade ederken ikinci grup, bir merkezi gövde aracılığıyla bir araya gelen sabit kapsül evleri tanımlıyor. Archigram’ın ortaya koyduğu “Kapsül Mimarisi”, otonom mikro yaşam birimleri olarak ilk gruba giriyordu. Grubun devamında önerdiği “Tak-Sök Kapsül Evler” (Plug-in Capsule Homes) ise kule görünümüyle ikinci grubun örneğiydi. Archigram, dönemin teknolojisini provokatif şekilde mimariye yansıtırken evi bir “yaşam makinesi” olarak tanımlayan Le Corbusier’den ilham aldı.

Kapsül mimarisinin uygulanmış ilk örneklerinden biri, 1972 yılında Kisho Kurokawa tarafından Tokyo’nun Ginza bölgesinde tasarlanan Nakagin Kapsül Kulesi’ydi. Konut işlevine sahip olmasa da, kendinden sonraki tasarımlara örnek olması açısından önem teşkil eden 14 katlı kule, konum olarak kentin ticaret merkezinde yer alan ve seyahatte olan iş insanlarının konaklaması için tasarlanan 140 modülden oluşuyordu. Merkezi strüktüre eklemlenen her bir modül, gerektiğinde sökülüp değiştirilebilir özellikteydi. Yapı, döneminin teknolojik donanımına sahip olmasının yanı sıra hareketlilik üstüne kurulu yaşam biçimlerini destekliyordu. 4×2.5 m boyutundaki her bir modül, dönemin iletişim araçlarını içinde barındıran yaşam birimlerinden oluşuyordu.

Nakagin Kapsül Kulesi, Kisko Kurokawa’nın 1970’lerin sonunda yayınlanan “Architecture of Metabolism” isimli kitabında yer alan ve mimari bir yaklaşım niteliğinde olan “Capsule Declaration” manifestosunun somut haliydi. Kapsülü, insan aktivitelerini organize eden bir araç olarak ele alan Kurokawa, konut üretiminde nitelikli bir dönüşüme ihtiyaç olduğunu ve bunu yaparken de ileri teknolojiden yararlanılması gerektiğini vurguluyordu.

20. yüzyılın son çeyreğinde, insanoğlunun doğa ile kurduğu tek yönlü tüketim ilişkisinde bazı farkındalıklar yaşanmaya başlandı. Gelişen teknoloji, hızla büyüyen kentler, tüketim odaklı yaşam biçimleri, “sürdürülebilirlik” kavramı temelinde sorgulanmaya başladı. Bu tartışmalar, kullanıcı ihtiyaçlarının değişmesiyle birlikte mimaride ekolojik yaklaşımları beraberinde getirdi. Evin kapsamı ve anlamı değişirken; kendi kendine yetebilen, minimum alandan maksimum şekilde yararlanan ve aynı zamanda günümüzün dinamik yaşam koşullarına uyum sağlayabilen mobil kapsül birimlerin yeniden konuşulduğu bir döneme girildi.

Belçika merkezli yapı firması dmvA tarafından tasarlanan Blob VB3 Mobile, bu anlamda incelenebilecek örneklerden biri olarak öne çıkıyor. Kapsül ev, kullanıcısının ihtiyaçlarına cevap verebilecek birimleri bünyesinden sunarken bu fonksiyonları modülerlik üzerinden çözüyor. İç çeperi depolamaya imkan veren ünitelerden oluşan yaşama modülü, mobil özelliği sayesinde adeta bir karavan gibi istenilen yere taşınabiliyor.

Çalışmalarını Slovakya’da sürdüren Nice Architects tarafından tasarlanan mobil Ecocapsule ise kendi enerjisini kendi üreten, su ihtiyacını sahip olduğu yağmur suyu depolama sistemiyle çözen, kısacası karbon ayak izi bırakmayan bir kapsül ev. Mevcut mikro alanından maksimum düzeyde yararlanan ünitede; dinlenme, beslenme ve çalışmaya yönelik fonksiyonlar modülerlik üzerinden çözülüyor.

2017 yılında James Law Cybertecture tarafından tasarlanan Opod Tube House ise kapsül mimarisini farklı açıdan ele alan, eski su borularının mikro konut birimlerine dönüştürüldüğü bir proje. Mimar, Hong Kong’da yaşanan konut sıkıntısına, kentin dar sokaklarındaki görece kullanışsız alanlardan yararlanarak çözüm üretirken; düşük maliyetli bu deneysel proje, her biri 2.5 m çapındaki su borularında iki kişilik yaşam üniteleri sunuyor. Kapsüllerde, kullanıcıların ihtiyaçlarını karşılayan fonksiyonlar, minimum alandan maksimum yararlanan bir düzene sahip. Her biri yaklaşık 22 tonluk kapsüller istiflerken bağlantı elemanına gerek duyulmaması ise kurulum maliyetlerini hayli azaltıyor.