Hanif Kara: “Mimarlık ve mühendislik arasında kalan alan sınır değil, bir kesişimdir…”

Baran Gülsün

Dünyaca ünlü mimarlarla çalıştığı projelerle birçok ödülün sahibi olan Strüktür Mühendisi ve İngiliz Mimarlar Kraliyet Enstitüsü Onursal Üyesi Prof. Hanif Kara, son olarak Foster and Partners imzası taşıyan “Bloomberg Headquarters”ın strüktür tasarımıyla RIBA Stirling Prize’a layık görüldü.

Başarılı uygulamacı kimliğinin yanı sıra eğitimci kişiliğiyle de ön plana çıkan Kara; MIT, Harvard, Architectural Association gibi önemli tasarım okullarında farklı disiplinlerden öğrencilerle mimaride teknolojinin kullanımı, parametrik tasarım ve strüktür tasarımında inovasyon gibi konularda bilgi ve tecrübelerini paylaşıyor.

Hanif Kara ile Geberit tarafından düzenlenen konferans için geldiği İstanbul’da, kariyeri, modern strüktür tasarımları ve mimarlık eğitimi hakkındaki düşünceleri üzerine sohbet ettik.

Strüktürel tasarımda inovasyon denilince tam olarak anlamamız gereken nelerdir? Bu konuda ürettiğiniz çözümlerden önemli bulduklarınızı kısaca açıklayabilir misiniz?

HANİF KARA: Strüktürel tasarımda inovasyondan bahsettiğimiz zaman söylememiz gereken ilk şey, son zamanlarda büyük ve tek olarak değil, çoğunlukla küçük ölçekli olarak ortaya çıktığıdır. Ancak güncel, önemli ve büyük inovasyonlardan bahsetmem gerekirse, özellikle Londra’da gerçekleştirdiğimiz mevcut yapıların yenilenme çalışmalarını ve ek yapıları örnek verebilirim. Bunlardan biri, 25 yıl önce gerçekleştirdiğimiz 12 katlı bir yapının üzerine 16 katlı bir yapıyı konumlandırmaktı. Başka bir yapının üzerine de 18 kat eklemiştik. İkinci ve muhtemelen en önemli inovasyon örneği olarak ise dünyadaki en iyi mimarlardan biriyle ve yine dünyadaki en zor
alanlardan birinde gerçekleştirdiğimiz Bloomberg Headquarters’ı söyleyebilirim. Londra’nın merkezinde yer alan yapının altında birçok tünel, boru ve kazık bulunuyordu. Böyle bir alana yeni bir binayı yerleştirmek için akıllıca bir teknik kullanmamız gerekliydi. Bunların dışında malzemelerin, özellikle betonun yeni kullanımlarına olanak sağlayan küçük ölçekli birçok inovasyon da bulunuyor.

AKT II firmanız çatısı altında yürüttüğünüz çalışmaları “design-led” olarak tanımlıyorsunuz. Bu kavramı biraz açıklayabilir misiniz?

HK: Mühendisler, genellikle mimarlar yapıyı tasarladıktan sonra ortaya çıkan problemleri çözen kişiler olarak biliniyor. Ancak ben tasarım evresinde de mühendislere yer olduğunu düşüyorum. İyi mimarların bunun farkında olduğu bir gerçek. Mimarlık ve mühendislik arasında kalan alan, aslında bir sınır değil; özellikle son 15-20 yılda birçok etkileşimi ve inovasyonu meydana getiren bir kesişim. Tasarım kavramını ben bu alanda tanımlıyorum. “Design-led” kavramı da bu felsefeye işaret ediyor.

Başarılı bir strüktür tasarımı sizce nasıl tanımlanır? Türkiye’den başarılı bulduğunuz strüktür tasarımları var mı?

HK: Tabii ki var. Bu soruya verilebilecek en iyi cevap Mimar Sinan’ın yapıları. Sinan’ın yapıları özellikle son birkaç yüzyılda, farklı coğrafyalarda birçok tasarıma ilham verdi. Eğer başarıyı zamanının ötesine ulaşabilmek olarak tanımlarsak Mimar Sinan’ın yapılarını örnek verebilirim. Eğer havalı ve çekici olmak olarak tanımlarsak orada sorun oluşur; çünkü, her tasarım havalı
ve çekici olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla başarıyı bu kriterlerle değerlendirmemek gerekir.

Peki Türkiye’de son zamanlarda üretilen çağdaş mimarlık örneklerini strüktürel anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

HK: Türkiye’de son zamanlarda inşa edilen yapıların hepsini bilmiyorum ancak Zorlu Center’ı beğendiğimi söyleyebilirim. Ayrıca yine Emre Arolat’ın tasarladığı Sancaklar Camii’nin de geçmiş ve geleceğin başarılı bir yorumu olduğunu ve normlara meydan okuduğunu düşünüyorum. Mühendislik ve peyzaj mimarlığı gibi farklı disiplinlerin arakesitinde bir yapı tanımlıyor. Bu Sinan’ın da başardığı bir durumdu.

Çalışmaktan daha çok keyif aldığınız ya da zorlandığınız mimarlar hangileriydi?

HK: Bu enteresan bir soru. Birkaç yıl önce de buna benzer bir soru sorulmuştu, çünkü o zamanlar Zaha Hadid ile çalışıyordum. Hala da çalışıyorum. Zaha Hadid beni çok destekledi ve bir dönem insanlar benim için “Zaha Hadid’in mühendisi” demeye başlamıştı. Ben de cevap olarak bu tür mimarlık ürünleri üzerinde çalışmanın kolay olduğunu söylemiştim. Çünkü hayata geçirmek için yalnızca bir çözüm var. Chipperfield ve Foster gibi mimarlarla çalışmak da oldukça ilginçti. Çünkü
strüktürün ne olduğunu iyi biliyorlar ve karşılıklı diyaloglarla çözüm daha da iyi bir hale gelebiliyor. Benim işim mimarın kimliğinden bağımsız olarak tasarımlarını hayata daha başarılı bir şekilde geçirmek.

Mesleğinizin ilk yıllarında kariyerinize yön veren ve kariyerinizin zirvesini temsil
eden çalışmalarınız hangileriydi? Sebepleriyle açıklar mısınız?

HK: Kariyerimin ilk yılları için iki önemli projeden söz edebilirim. Biri geçen sene hayatını kaybeden Will Alsop’un tasarladığı, İngiltere’deki RIBA Stirling Prize ödüllü Peckham Kütüphanesi. Muhtemelen benim ve ofisim için kırılma noktası oluşturan diğer proje de
Zaha Hadid ile Wolfsburg, Almanya’da hayata geçirdiğimiz Phaeno Science Centre projesi. Yapı, betondan yapılmış tek bir yüzeyden oluşuyordu. Çok iyi parametrik tasarım bilgisi gerektiren,
zorlayıcı bir projeydi. Son zamanlardaki projelerimden ise yine RIBA Stirling Prize sahibi Bloomberg Headquarters’ı örnek verebilirim. Dünyadaki en çevreci ofis yapılarından biri. Norman Foster’ın da bu projeyle kariyerinin zirvesine ulaştığını düşünüyorum. İşveren de bir dünya deviydi. Şüphesiz, para kazanmak için yapılan bir işin ötesindeydi. Dolayısıyla o da kariyerimde birçok şeyi değiştiren projelerden biri oldu.

Aslında basit strüktürlerle de kaliteli mimarlığa imza atılabiliyorken, tasarımcıların yapım tekniklerinin sınırlarını sürekli zorlama dürtüsü sizce neden kaynaklanıyor?

HK: Çok iyi bir soru. İnsanoğlunun yerinde duramayan bir tür olduğunu düşünüyorum. Bilim adamları bir problemin nereden kaynaklanabileceğini biliyor ve olası problemleri tahmin edebiliyor. Fakat tasarımcılar için aynısı söz konusu değil. Bana göre sınırları zorlama ihtiyacı,
icat etme / yaratma ihtiyacından kaynaklanıyor. Öte yandan “kalite” sözcüğünü “sıra dışı” sözcüğü ile yer değiştirirseniz farklı bir anlam çıkıyor. Çünkü sıra dışı denen yapıların sadece % 10’u aynı zamanda kalite teşkil ediyor. Kalite daha çok para harcanan, daha büyük anlamına gelmiyor. Dolayısıyla “kaliteli” sözcüğünü bilinçli bir şekilde kullanmak gerekiyor.

Mimarların strüktürel beklentileri sizce tasarımların hayata geçirilmesinde gereksiz iş gücü ve
kaynak kullanımına sebep oluyor mu? Bir strüktür tasarımcısı olarak mimarların yarattığı formları hayata geçirirken etik ve ekonomik konularda sürdürülebilirliği nasıl ele alıyorsunuz? Yapıları tasarlayan ve uygulayan öznelerin çevre konusunda sorumlulukları sizce neler olmalı?

HK: Son 15 – 20 yılımızı teknolojiyi kullanarak geçirdik ve bunu genellikle bir amaç uğruna değil, gösteriş için, sırf teknoloji buna imkan tanıyor diye yaptık. Günümüzde çevreye karşı duyarlı olmak zorunlu hale geldi. Şimdi “Nasıl tasarlanır?”, “Nasıl inşa edilir?”, “Ne tasarlanır?”, “Ne inşa
edilir?” gibi sorunlara çözüm arıyoruz. Bu farkındalığı kazanmamızda kısmen teknolojinin de payı olduğunu söylemek gerekir. Dolayısıyla teknolojiyi tamamen hayatımızdan çıkaramayız. Ancak teknolojiyle şekillenen tasarım anlayışını bazı yönleriyle yeniden değerlendirebiliriz. Özellikle
mimarlar bu konuda epey suçlu. Yapıların kabuğunun tasarımıyla fazla ilgilenmeyip müteahhitin tasarrufuna bırakıyorlar. Artık yapıları her yönüyle ele almamız gerekiyor. Kendini bu değişim sürecinden soyutlayanlar maalesef gelecekte var olamayacaklar.

Türkiye’de strüktür tasarımı konusuna mimarlık eğitimi sürecinde sadece üstünkörü değiniliyor ve yeterince önem verilmiyor. Uzun yıllardır önemli okullarda eğitimcilik yapan biri olarak bu konuda nasıl bir yol haritası önerirsiniz?

HK: Mühendislik lisans eğitiminde (özellikle strüktür mühendisliği) matematik ve fizik dersleri veriliyor; fakat iki disiplinin de temel bilimlere daha çok zaman ayırması gerektiğini düşünüyorum. Bunun yanında mimarlık ve mühendislik öğrencilerini birbirleriyle daha çok konuşur, iletişim kurar hale getirmek gerekiyor. Bu durum, birbirlerinin yaptıkları işler hakkında daha yetkin olmalarını sağladığı gibi meslek hayatına atılınca disiplinler arası iletişim kurabilme becerisini de artırıyor. 12 yıldır, Harvard’dan mimarlık öğrencilerim ile MIT’den mühendislik öğrencilerime aynı sınıfta ders veriyorum ve onlara tasarım ve uygulama sürecinde nasıl erken iletişim kurulabileceğini göstermeye çalışıyorum. Ek olarak mimarların teknik becerilerinin günden güne azaldığını düşünüyorum. Mimarlar, mühendisliğin rolünü kavrayamıyor ve olası problemleri tasarım sürecinde öngörmekte zorlanıyor. Netice olarak iki disiplinin eğitim sisteminin de revizyona ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’de öğrencilerin deneyimlerinizden faydalanabileceği bir organizasyonda yer almak veya bir üniversite bünyesinde ders vermek gibi bir düşünceniz var mı?

HK: Yeterli olmasa da birkaç kere Türkiye’de eğitim amaçlı bulunmuştum. Bilgi Üniversitesi’nde ders vermiştim ve uzun zaman önce Architectural Association bünyesinde ders verirken İstanbul Teknik Üniversitesi’ne parametrik tasarım konulu bir workshop için gelmiştim. Şimdi de Harvard’dan birkaç kişiyi Türkiye’ye getirerek bir organizasyon düzenlemeyi planlıyorum. Tabii bunun için iyi bir mazerete ihtiyaç var.