Endüstri Mirasının Dönüşümü

M. Baran Gülsün, Mimar

Endüstri mirası, sanayi kültürünün tarihsel, teknolojik, sosyal, mimari veya bilimsel değere sahip kalıntıları olarak tanımlanıyor. Endüstri mirasının değeri ve korunma nedenleri ise bu yapıların, önemli tarihsel sonuçlar doğuran faaliyetlerin kanıtı olarak kabul edilmeleri; sıradan insanların yaşamlarının bir parçasını oluşturmaları itibarıyla sosyal değerlerinin bulunması; teknolojik ve bilimsel değerleriyle inşaat tarihinde önemli bir yere sahip olmaları ve tasarımlarıyla da estetik değer teşkil etmeleri olarak belirtiliyor (Nizhny Tagil Tüzüğü).

Kent hayatına entegre edilen endüstri yapıları, geniş iç mekanları ve strüktürel özellikleri sayesinde esnek tasarım fırsatları sunarken kalabalıkları ağırlamaya da imkan tanıyor. Öte yandan, kültürel mirasın başlı başına bir öğesi olarak kabul gördükleri için de çoğunlukla kültür-sanat faaliyetlerine hizmet edecek şekilde dönüştürülüyorlar.

Ancak, endüstriyel mirasın sermaye gruplarının “halkla ilişkiler” çalışmalarına yönelik olarak araçsallaştırılması; şeffaflıktan uzak süreçler sonunda, kamusal kullanımı kısıtlanan kültür-sanat mekanlarına dönüştürülmesi de “kamu yararı” çerçevesinde, sıkça tartışma konusu olabiliyor. Peki; endüstriyel miras kültür-sanat mekanlarına dönüştürülürken neler gözetilmeli, nasıl bir yol haritası izlenmeli? Sermaye gruplarının, sanatın üretimini, sergilenmesini ve bu amaçla endüstri yapılarının dönüşümünü finanse ettiği günümüzde kamu yararını önceleyen, katılımcı bir dönüşüm metodu uygulanabilir mi? Bu tür dönüşüm projelerinde gözetilmesi gereken “kamu yararı”nın kapsamı ne olmalı? Bu bağlamda, örnek gösterebilecek bir dönüşüm projesi var mı? Mimar ve akademisyenlere sorduk…

“Kamu yararı çok kapsamlı bir konu. Her şeyden önce sürdürülebilir bir ekonominin, yönetilebilirliğin ve 365 günü programlayan bir kamu yönetimince, çevre yaşayanlarına sırtını dönmeyen bir iradenin kendini göstermesi gerekir.”

Deniz Aslan, Yüksek Mimar – Peyzaj Mimarı
DS Mimarlık

Hasanpaşa Gazhanesi yeni dönem İstanbul Büyükşehir Belediyesi yönetimi dışında tümüyle katılımcı bir süreç ile hayat buldu. Konu ile ilk tanışıklığımız Hasanpaşa çevre gönüllülerinin konuyu İstanbul Teknik Üniversitesi’ne taşıması ile oldu. Bu süreçte Afife Batur, Gülsün Tanyeli, Yıldız Salman ve Kani Kuzguncular alanla ilk tanışan isimlerdir. DS Mimarlık olarak da Sevim Aslan ve ben (Deniz Aslan) konuya dahil olduk. Çok incelikli rölöve, restitüsyon ve restorasyon çalışmalarını takiben yeni kullanım projeleri tamamlandı. Bu süreçte gerek mimarlarla gerekse çevre gönüllüleri ve yaşayanları ile bir dizi toplantılar düzenlenip geri bildirimler değerlendirildi. Akabinde önce İBB, sonra da Anıtlar Kurulu’nda proje değerlendirilerek doğru yola çıkıldı ve bugüne varıldı.

Değişen İstanbul Büyükşehir Belediye yönetimleri ile defalarca toplantılar yapıldı. Son olarak Kadir Topbaş döneminde İBB Yapı İşleri Daire Başkanlığı’nca proje ihale edildi ve Gür Yapı ile proje tamamlandı. Gür Yapı her şeyden önce muazzam bir iş idaresi ve yapım iradesi gösterdi. Bu bence projenin bugüne gelmesinin en önemli kazanımıydı. Yer, uzun süre gündemde olmadığı dönemde, Bilgi Üniversitesi başta olmak üzere defalarca yeni kullanıcısını bekledi. Alanda gerçekleştirilen festivaller, çekimler, sanatsal faaliyetler ve gazhane gönüllerinin faaliyetleri alanı sıkça kamuoyunun gündemine taşıdı. Tüm bu süreçlerde Afife Batur’un üstlendiği danışmanlık rolü; çevre gönüllüleri, mahalleliler, Kadıköy Belediyesi, İBB, akademi ve özel sektör ile bağını sürekli canlı tuttu. Uygulama süresince kurulan akademik kurul bünyesinde alanda uygulamaya yönelik 150 toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantılara tüm alt yükleniciler iştirak etti.

Gür Yapı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Projeler Daire Başkanlığı koordinasyonunda yürüyen süreç, olabildiğince şeffaf bir şekilde diğer aktörlerle paylaşıldı. Bu süreçlerde İBB işletme modelinin netleşmesi ile Şehir Tiyatroları da konuya dahil edildi. Tiyatro ve konser salonu ile birlikte bir çocuk tiyatrosu da programın içinde yer aldı. Tüm bu işlevler tarafımızca hayata geçti. Son dönemde ise, müelliflerin rızası alınmadan yapılan kısmi iş değişiklikleri ve özellikle alanın en önemli girdisi olan kömür ve çıktıları bağlamından koparıldı. Zaten enerji müzesi ile önerdiğimiz enerjinin geleceği ve temiz enerji kaynaklarının kullanım içeriği, iklim müzesi ile yer değiştirdi. Bu süreçte alan kısmen sterilleşti. Ancak her şeye rağmen projenin bugüne gelmesi ve halkla buluşması muazzam bir rüyayı gerçek kıldı. 

Yeni İBB yönetiminin alanı çok iyi işlettiğini de parantez içinde söylemem gerekiyor. Beklentimiz, iş birliği içinde yanlışlıkların önüne geçilmesi, projenin gereklilik ve eksikliklerinin giderilmesi ve en önemlisi anlam kayması ile yanlış bilgi üretiminin engellenmesidir.

Gazhane, tüm süreçlerinde tamamı ile kamu yararı gözetilmiş bir süreç ve hayata geçiş hikayesidir. Son 25 yılımız tümü ile kamusal yaşam ve bellek üzerine yoğunlaştı. Bununla beraber, iyi bir koruma olarak zaman isteyen, çok paydaşlılık ve iyi bir mimari ile taçlanabilen ender örneklerinden biri de Hasanpaşa Gazhanesi’dir.

Kamu yararı çok kapsamlı bir konu. Her şeyden önce sürdürülebilir bir ekonominin, yönetilebilirliğin ve 365 günü programlayan bir kamu yönetimince, çevre yaşayanlarına sırtını dönmeyen bir iradenin kendini göstermesi gerekir. Şu anda gençlerin gazhaneyi benimsemesi çok önemlidir.

Hasanpaşa Gazhanesi, bence kamu eli ile bütünlüğü sağlanmış en önemli örnektir. Türkiye’den özellikle Kayseri AGÜ Sümer Kampüsü, İzmir Havagazı Tesisleri, Silahtarağa Bilgi Üniversitesi Kampüsü, Koç Müzesi iyi örnekler olup, yurt dışında ise özellikle Almanya Ruhr bölgesi eski enerji ve sanayi tesislerinin dönüşüm projeleri yol gösterici olmuştur.

“Werkbund, Bauhaus okuluna benzer misyonlarla kurulmuş bir sivil toplum kuruluşuydu; sanatla zanaatı, ilerici sermaye sahipleriyle tasarımcıları buluşturan bir dayanışma örgütüydü.”

İhsan Bilgin Prof. Dr.

Sanayi Devrimi’nin başlıca gündelik çalışma ortamı fabrikalar 1990’lara kadar kültür mirası kategorisinde yer almıyordu. 1990’lar bir statü değişikliğinin habercisi olurken Almanya/Ruhr’daki Zollverein tesisleri, sanayi artığı köhne endüstri tesislerinin de Dünya Kültür Mirası statüsüne yükseltilmesinin Akdeniz coğrafyasındaki öncüsü ve rol modeli oluyordu.

Kömürün Fendi : Zollverein
Kömür İşleme Tesisi (Gümrük Birliği) de Avrupa’daki öncüler arasında yer almış, global dünyadaki rol modellerinden biri olmuştu.

Gümrük Birliği adından da belli olacağı gibi Almanya’nın federalleşmesine katkı yapacak bir tesis olarak Zollverein işletmesi, Marx’ın Kapital’deki iş süreci analizlerine de ilham vermişti. 

Ruhr 1990’lardaki dönüşüme kadar iskan gruplarıyla çevrili sanayi yapılarınca belirlenen bir sanayi bölgesi olarak kalmıştı. 90’lara kadar Ruhr; kendisini metropol yapacak bir sosyal kültürel merkezden yoksundu. Dolayısıyla Zollverein’ın restorasyonu havzanın bütününün büyük kentleşmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. 

Mr. Werkbund
Werkbund, Bauhaus okuluna benzer misyonlarla kurulmuş bir sivil toplum kuruluşuydu; sanatla zanaatı, ilerici sermaye sahipleriyle tasarımcıları buluşturan bir dayanışma örgütüydü. Avangart Viyana’nın (küratör Joseph Frank) yanı sıra Stuttgart (küratör Mies) gibi zihni geriye dönük kentlerde bile erken modern mimarinin haberciliğiyle kalmayıp, popülerleşmesine de aracılık eden yerleşme programlarıydı. Werkbund aydınlanmasının etkin iş insanı, AEG sermayesinin lideriydi. Tasarımcı tarafında ise Almanca konuşan coğrafyanın mesleğe başlama ortamı haline gelmiş atölyesiyle Peter Behrens vardı. İki liderin buluşması; başta endüstri fabrika binalarını özellikle de Berlin’deki türbin fabrikasını modern mimarlık kanonuna mal ettiği için Behrens’e Mr. Werkbund adını koydurdu. Behrens, AEG’nin sadece binalarını değil ürünlerini ve reklam afişlerini de tasarlıyordu. Tıpkı Bauhaus’un öngördüğü gibi, tasarım formasyonlarının tamamını temsil ediyordu.

Küresel Kültürün ve Direncin Taşıyıcısı Olarak Tekno
Elektrik ve motor devrimleri otomotiv sektörüyle elektrikli araç – gereç sektörlerini,  İlinois’den başlayarak küresel hegemonik sektörler haline getiriyordu. 1970’lerde adı konmaya başlanan dijital iletişim ve enformasyon sektörleri, Pasifik’in kıyısı Kaliforniya / Los Angeles’te konumlanırken yeni küresel hegemonik sektörlerin öncüsü ve habercisi de oluyorlardı.

İlinois / Detroit’te bıraktıkları endüstri ve ofis peyzajı da birkaç on yıl içinde köhne bir atığa dönüşürken yeni bir kültürel ve siyasi direnç odağı haline de gelmiş oluyordu. Detriot’te geride kalmış işsizler ordusu, tepkisini görkemli sanayi tesislerindeki partilerle yepyeni bir tarzda ortaya koyuyordu. Öyle ki, çoktan yeni standartlarıyla hüküm süren top müzik de bundan payını alacaktı. Epeydir nostalji nesnesine dönüşmeye başlamış plaklar, diskjokeylerin ellerinde oynayarak parti sesini yönettikleri bir zanaatkar gerecine dönüşecekti. Sonraki hamle de zaten dijital gereçlerin imkanlarıyla ses yönetimi olacaktı. 

Tekno, zamanla Amerika’dan dünyaya yayılıp, tutkunlarını çeşitli mahfilleri tıpkı Sultanahmet’teki Lale Pudding Shop gibi işleyen küresel sosyal odaklara dönüştürecekti. Uzaklarda tanımadığı bir kente gidecek bir tekno tutkunu, gitmeden gideceği yerdeki adresleri öğrenip, onlar aracılığıyla tekno tutkunu dayanışma ağına yediden dahil olabiliyordu.

Merkezden Merkeze “Santral” (1)
Zollverein, metropolleşmiş bir bölgenin sosyal merkezi arayışının odağı olmuştu. Santral ise İstanbul’un öteden beri  merkezi olmuş Haliç’in içindeydi. Dolayısıyla Santral’in yenilenmesi, yeni bir merkez oluşturulacağı anlamına gelmiyordu; Feshane, Kadir Has Üniversitesi ve Koç Müzesi’yle başlamış bir dönüşüme yeni bir sıçrama demek oluyordu. Zamanın Bilgi Üniversitesi, 3. kampüsünü (Santral İstanbul Kampüsü) eğitimin dışına da taşan bir yaşam ve kültür merkezine dönüştürürken endüstri arkeolojisine de öncülük etmeyi hedefleyip İstanbul’un orta yerindeki elektrik santralini devletten kiralayarak hedefini gerçekleştirmeye koyuluyordu. Müze binası dershanelere dönüştürülmeden önce yeni kampüsün-eğitim/ kültür/yaşam merkezinin en görkemli, en baskın binasıyken “Modern ve Ötesi” ve Yüksel Aslan retrospektifi gibi pek çok yenilikçi sergiye ev sahipliği yapmıştı (2).

Notlar
1. Aksi vurgulanmadıkça Santral İstanbul’un dönüşüm projesi ve inşaat süreci yönetiminin İhsan Bilgin, Emre Arolat, Han Tümertekin ve Nevzat Sayın tarafından ortaklaşa yapıldığı kastedilecek.

2. Projedeki eğitim binaları, zaten yıkılmış binaların yerine yeni programlarıyla inşa edildi. Eski bakım/tamir atölyesi de Tamirhane adıyla canlı müzik yapılan “bir caz-bar”a dönüştü. Hatta aynı Tamirhane, dekan olarak gece yarısı orada randevulaştığım, bir kafeler ve barlar cenneti olan Viyana’daki Museums Quartier Müdürü’ne klişeyi tersine çevirterek “İşte Herr Bilgin, bizde eksik olan bu” dedirtebilmişti.

“Binanın yapısal ve çevresel açıdan iyileştirilmesi, mevcut malzemelerin yaratıcı yaklaşımlarla kullanımı,  toplumun ihtiyaçlarıyla, önerilen kullanımın uyumu, lokal, sosyal ve demografik özellikler açısından projenin uygunluğu, ulaşım olanakları, yeniden yaratılacak işlevin talep yaratma potansiyeli, bölgedeki diğer kullanımlar ve planlar dikkate alınmadan geliştirilen projelerde bir kamu yararından bahsetmek oldukça zor.”

Kerem Erginoğlu, Y. Mimar
Erginoğlu & Çalışlar

Endüstriyel miras ve sanayi kültürünün tekrar kullanımında iki önemli kriter olduğunu düşünüyorum. Biri, o mekanın daha önceki üretim yapısı olarak değeri. Orada ne üretildiği ne şekilde üretildiği, bunu üretenlerin kimler olduğu birinci katmanı oluşturuyor. İkinci katmansa, o mekanın yeniden işlevlendirilmesi, verilecek fonksiyonun fiziksel sınırlamalara uygunluğu.  Bu aşamada projeyi kimin hangi beklenti ile yaptığı son derece önemli.  Bu tür örneklerde bazen mekanların bir takım özel kurumlara, kimi zaman da kamuya ait olduğunu görüyoruz. Güncel olarak görme şansına sahip olduğum Taşkızak Tersanesi örneğinde olduğu gibi.  “Contemporary İstanbul Sergisi”, restorasyonu henüz tamamlanmayan tersane binalarında yapıldı. Tersaneler daha önce devlete ait iken özelleştirme sonucu kullanım hakları bir şirkete devredildi. Bu, dünyada sıkça gördüğümüz bir uygulama. Yakın zamanda gezdiğim 17. Venedik Mimarlık Bienali sergilerinin bir kısmının bizim Haliç tersanelerinin muadili Arsenal binalarında organize edilmesi tıpkı böyle bir uygulama. 

Olayın bir başka boyutu da işlevini yitirmiş endüstriyel yapıların birçoğunun daha önceden şehrin çeperinde yer alırken zaman içinde kentlerin hızlı büyümesi ile bir anda kent merkezinde kalmaları. Hasanpaşa Gazhanesi, Dolmabahçe Gazometresi, Yedikule, Taşkızak Tersanesi, Silahtarağa Elektrik Santrali bu duruma örnek olarak verilebilir. Bu tür sanayi yapılarının bir diğer özelliği hacim olarak farklı yapılar olmaları, kullanılmasa da her biri dönemini temsil eden makinelere, cihazlara sahip olmaları. Yeni bir yapı tasarlarken karşımıza çıkan sınırlamalardan dolayı bu tür geniş hacimlere sahip yapıları yeniden üretmek pek mümkün olmuyor. Ancak yatırımcılar sadece üreteceği metrekareyi hesaplar durumda oluyor. Halbuki işlevini yitirmiş bu yapılar, içindeki üretimi düşünerek yapıldığı için çok farklı volümlere, hacimlere sahipler ve onun getirdiği bir çok avantaj söz konusu. Mevcut yapıların, değişen ihtiyaçlar ve yeni işlevler için uyarlanarak yeniden kullanılması mimarlık disiplini için aslında yaratıcı bir alan.

İzlenecek yol haritası için tek bir reçete oluşturmak çok güç. Bununla ilgili öncelikle şehrin hatta ülkenin birbirini tamamlayan politikalara sahip olması gerekiyor. Örneğin Venedik’te bir sene mimarlık, bir sene sanat bienali yapılıyor. Koydukları tarihler de turistlerin şehirden çekildikleri zaman oluyor ve böylelikle kenti canlı tutup oradaki gelir akışının sürmesini sağlıyorlar. Bizim bu konularda önemli eksiklerimiz var. Benim gözlemlediğim kadarıyla bizde doğru planlamalar yapılmıyor. Burada neye ihtiyaç var? Sanat merkezine mi, spor alanlarına mı, tiyatro salonuna ya da eğitim merkezine mi? diye düşünülmeden, planlanmadan hareket ediliyor. Ülkemizde başarılamayan şeylerden biri de bu. Bir şekilde program yapmak, sinerji yaratacak kurumları bir araya getirmek ya da şehrin ihtiyacına kulak verip onun gerektirdiğini yapmak konusunda son derece kifayetsiz kalıyoruz. 

Bu yapıların nasıl korunduğu da ciddi bir sorun. Örneğin ben Contemporary İstanbul’a gittiğimde tamamlandığını düşündüğüm bölümlerde maalesef restorasyonun kötü yapılmış olduğunu gördüm, benim için hayal kırıklığı oldu. Vasat denebilecek bir takım onarımlardan ibaret. Keza Hasanpaşa Gazometresi de koruma değil rekonstrüksiyonun bir başka türü. Ama yine de öyle şehrin göbeğinde, 5-6 katlı tatsız konutların arasında bir vaha oluşturmuş durumda. 

Yaratıcı endüstriyel dönüşümün en iyi örneklerinden biri bence Almanya Zollverein kömür ocakları.  Müze, park, atölyeler ile insanların kullanımlarına ayrılmış deneyim alanlarıyla iyi bir örnek olarak aklımda kaldı. Lizbon’da da eski endüstriyel yapıların kamusal alanlara ya da sergi mekanlarına dönüştürüldüğü iyi örnekler var. Bunu yaparken oradaki korumacı yaklaşım çok önemli. Binanın sağlıklı şekilde ayakta kalması lazım ama bizde her şey fazla parlatılıyor, tekrar cilalanıyor ve neredeyse sıfırdan bir yapı haline getiriliyor. Oradaki teması çok ustaca yapmak lazım. Sadece bir takım yüklenicilere “al bunu yap” diye verilince maalesef iyi bir sonuç ortaya çıkmıyor. Gerçi öyle bir noktadayız ki, çoğu zaman en azından yıkmadıklarına şükrediyoruz.

Ne tür bir kamu yararı gözetmek lazım? Yine genellemek istemiyorum ama bulunduğu bölge neresi, nereyle nereyi bağlıyor? Bunlar çok kıymetli veriler. Biz Büyükşehir Belediyesi’ne Kasımpaşa Tersanesi için bir bilim müzesi projesi çizmiştik. Aslında bizce orada bilim müzesi bir soru işaretiydi. Orası aslında III.Selim zamanından başlayıp II.Mahmut döneminde tamamlanan ve üç havuzu olan çok kıymetli bir tersane. Dolayısıyla tersane katmanını bir denizcilik üretim müzesi olarak düzenlemek, şehirle entegre edebilmek gerekir düşüncesindeyim. En büyük handikap ise perşembe pazarından geldikten sonra buraya yaya ulaşımının olmaması idi. O kadar şehrin merkezinde olmasına rağmen Unkapanı Köprüsü bütün bağlantıyı kesiyor. 

Sermaye grupları tabii ki şehrin bu kadar içinde kalmış yerlerde hareket etmek istiyor ama orada da yeni bir rant oluşturmayı hedefliyor. Ama bazıları da sadece bunun için yapmıyor. Elindeki koleksiyonu canlı tutmak veya şehirde yaşayanlara farklı deneyimler yaşatmak isteyenler de var. Haksızlık etmemek lazım. Kullanıcısı olmayan bir yapının yaşaması da çok mümkün değil. Bu tür yapıların hepsini sadece çağdaş sanat sergi alanları ile doldurmak da gerekmiyor. Bölge halkına hizmet edecek eğitim yapıları, spor tesisleri de yapılabilir.  

Var olan kentsel dokuyu en faydalı şekilde kullanabilme fikrine odaklanmak gerekiyor. Bugün bir ofis tasarımı yapılırken bile kullanıcıların istekleri üzerinden bir tasarım fikri oluşturuluyor. Halbuki kent hayatı için çok kıymetli olan bu yapılar açısından gerekli parametreler göz ardı ediliyor ve maalesef sadece trendler üzerinden hareket ediliyor. 

Binanın yapısal ve çevresel açıdan iyileştirilmesi, mevcut malzemelerin yaratıcı yaklaşımlarla kullanımı,  toplumun ihtiyaçlarıyla, önerilen kullanımın uyumu, lokal, sosyal ve demografik özellikler açısından projenin uygunluğu, ulaşım olanakları, yeniden yaratılacak işlevin talep yaratma potansiyeli, bölgedeki diğer kullanımlar ve planlar dikkate alınmadan geliştirilen projelerde bir kamu yararından bahsetmek oldukça zor. 

Örneğin günümüzde üniversite yapılarının şehrin çok dışında kalması da pek anlaşılır bir şey değil. Türkiye’nin en önde gelen özel kurumlarına ait üniversitelerin bu kadar yüksek imkanları varken bile neden şehrin bu kadar dışında? Şehrin içinde, öğrencilerin şehirle entegre olacakları eğitim yapıları için de işlevini yitirmiş endüstriyel yapıların değerlendirilmesi söz konusu olabilir. 

“Süreçlerin katılımcı ve şeffaf hale getirilmesi, tasarımcı seçimi ve hatta zaman zaman tasarım kararlarının kamuoyunda tartışılması, tüm karar, tasarım ve ihalelerin açık ve erişilebilir kaynaklarda yayınlanması için idari düzenlemeler yapılmalıdır.”

Kutay Karabağ, Dr. Öğr. Üyesi
İstanbul Bilgi Üniversitesi

Endüstri alanlarının dönüşümünde kültür ve sanat odaklı işlevlerin tercih edilmesinin ana nedeni, endüstri yapılarının bu işlevlere mekansal uygunluğu veya endüstriyel dilin bu işlevlerle örtüşmesi değil. Asıl neden bu işlevlerin taşıdığı kamusal nitelik ve katılım potansiyeli olmalı. Çünkü, dönüşümün öncelikli hedefi ortak geçmişimizi temsil eden endüstri yapılarını koruyarak yaşatma düşüncesi, bu yapılara atfedilen değerler üzerinden toplumla iletişim kurabilmelerine dayanıyor. Bir çeşit toplumsal diyalog ve eğitim görevini üstlenen dönüşümün toplumun aidiyet bağlarını güçlendirebilmesi için, diğer kültür varlıkları gibi endüstri alanlarının da kamuya açık ve erişilebilir olarak planlanması gereklidir. Sadece sınırlı gruplara hitap eden, yakın çevrede yaşayanlar için bile zaman geçirmek ve deneyimlemek için talep yaratmayan mekan tasarımları, kültür ve sanat işlevi “giydirilerek” bu işlevlerin seçilmesindeki temel kritere aykırı düşmektedir.

Ana mesele sadece işlev seçimiyle ilgili değil, işlev seçimleri de dahil olmak üzere tüm karar mekanizmalarının en başından nasıl kurgulandığıyla doğrudan ilişkili. Dönüşüm süreçleri kurgulanırken, endüstriyel alanları neden korumak istediğimizi tanımlamak, öncelikleri tariflemek, süreç ve sonucun kamusal niteliği açısından belirleyici önem taşıyor. Endüstri mirasının taşıdığı değerleri, üretilen başka mekanların pazarlanması için dekoratif bir araç olarak mı görüyoruz? Yoksa o değerleri oluşturan bileşenleri topluma hatırlatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak mı istiyoruz? Elbette bu temel tercihleri, öncelikle endüstriyel alanların mülkiyet sahipleri ve yatırımcı sermaye grupları değil, ortak mirasın gerçek sahibi olan toplum adına kamu idareleri oluşturmalıdır. Halbuki, deneyimlediğimiz birçok örnekte mimarlık camiası bile projelere zar zor ulaşabiliyor, bazı durumlarda ancak yapı açıldıktan sonra inceleme fırsatı bulabiliyor. Süreçlerin katılımcı ve şeffaf hale getirilmesi, tasarımcı seçimi ve hatta zaman zaman tasarım kararlarının kamuoyunda tartışılması, tüm karar, tasarım ve ihalelerin açık ve erişilebilir kaynaklarda yayınlanması için idari düzenlemeler yapılmalıdır.

Ancak, yukarıda ifade ettiğim temel tercihe bağlı olarak, “katılımcılık” da diğer pek çok popülerleşek araçsallaşan kavram gibi, içinin boşaltılması tehlikesiyle karşı karşıya. Önerilen tasarımları  seçmek veya yapılara işlev atamak gibi teknik uzmanlık ve deneyim gerektiren kararları doğrudan kamuoyuna ve temsilcilerine bırakmak, katılımcı bir uygulama gibi görünmekle birlikte, dönüşüm yaklaşımı açısından bilimsellikten uzak, eklektik ve kimliksiz sonuçlar doğurmaktadır. Bu tür kararların, toplumun farklı kesimlerinin önerilerine açık ortamlarda, sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve üniversiteler öncülüğünde tartışılarak, bununla birlikte koruma ve tasarımın uzmanlık gerektiren alanlar olduğunu unutulmadan alındığı mekanizmaların oluşturulması çok önemlidir.

Alınan kararların uygulaması olan proje süreçlerine odaklanıldığında, tasarımcıların yukarıdaki ikilemle ilişkili benimsedikleri pozisyon yine belirleyici rolünü sürdürüyor. Endüstri mirası yapıların dönüşümü tasarlanırken, öncelikle konu bir koruma problemi olarak görülmeli, tepeden inme işlevlerin mekan gereksinimi veya tasarımcıların bireysel talepleri yerine, söz konusu kültürel varlığın öncelikli değerlerinin korunması, ortaya çıkarılması ve topluma sunulması gözetilmelidir. Örneğin kendine has bir ölçek ve işlevsel gereksinimlere göre tasarlanmış endüstri yapılarının geniş açıklıklı hacimler barındırmaları, hurdacıya satılan teknik donanımın yerine içlerinin performans veya sergi salonu gibi işlevlerle doldurulmasının gerekçesi olamaz. Her kültür varlığı gibi endüstri mirası da geniş bir ilişkiler ağının bileşeni olarak, diğer bileşenlerle birlikte ve bağlantılı olduğu ölçüde değerli ve anlamlıdır. Antik dönem harabelerini bağlamından söküp dünyanın başka bir bölgesindeki müzelerde sergilemek ne kadar sorunluysa, endüstri mirası yapıları da ilişkilerinden koparıp yalnızlaştırmak veya içindeki üretim sürecinin izlerini bile yok ederek kabuklaştırmak aynı derecede sorunludur.

Endüstri alanı ile yeni kullanıcısı arasındaki iletişimin kurulabilmesi için, kullanıcının deneyimlediği alandaki endüstriyel süreçleri okuyabilmesi, nitelikleriyle doğrudan temas edebilmesi gerekir. Dönüşüm projesinde, “burada ne üretiliyormuş, nasıl bir süreç var, ne zaman kullanılmış, neden önemli?” gibi soruların cevapları ortada değilse, bu iletişim kurulamıyor; endüstri yapısı, çevre sakinlerinin mimari dilini tuhaf ve yabancı buldukları için yakınlaşamadıkları bir objeye dönüşüyor. Oysa, kullanıcılar yapının aktif olduğu dönemi aktaran ve üretim sürecini yaşatan sergideki bir resimde, kendi aileleri gibi insanları bu mekanlarda çalışırken gördüklerinde, mekan ve arkasındaki hikayeyi daha kolay içselleştirmeye, iletişim arttıkça mekanı sahiplenmeye başlıyorlar. Bu nedenle her endüstriyel alanın en azından bir kısmı donanımın sergilenmesine, üretim süreç ve mekanlarına ilişkin kapsamlı bilgilendirmeye ayrılmalı, endüstriyel bağlam ve ilişkilerin, kullanıcı ve ziyaretçiler için okunabilir olması tasarlanmalıdır.

İşlevinden bağımsız olarak, endüstri mirası alanlar, kampüs bütünlüğünden, şirket kayıtlarına kadar, çevre ilişkileri, yapı yoğunluğu, yeraltı ve nakil hacimleri, peyzaj kaliteleri, endüstriyel donanım, tabela ve işaretlere uzanan geniş bir ölçek ve malzeme çeşitliliğinin tamamı üzerinden değerlendirilmeli, mümkün olduğunca tüm bileşenleriyle korunmalı, dönüşüm müdahalelerinin alanın değerlerine en az zarar verecek ve geri alınabilir nitelikte tasarlanmalıdır. Bu açıdan bakınca, koruma alanı çok genişliyor ve dönüşüm mekanı çok daralıyor gibi görünebilir, ancak işlevin mekansal gereksinimleri yapının değerlerinden öncelikli hale geldiğinde, dönüşüm projeleri çevresindeki toplum ve kentsel yaşamdan koparılmış, yalnız va yabancı kabuklara dönüşerek, ortak miras değerini korumak yerine yitirmeye başlayacaktır.

“Endüstri peyzajını var eden ekosistem, emek birikimi, çatışmalı geçmiş tüm yönleriyle gözetilirse; daha adil, eşit bir yeniden mekan üretimi için ilgili tüm bileşenlere sürecin parçası olma imkanı tanınırsa; kentin toprak değeri yüksek, gözde alanları haline gelen bu alanlar tabula rasa olarak boş bir sayfa gibi veya imar faaliyeti için bir fırsat olarak ele alınmazsa, işte o zaman kültür-sanat vb. için “başka bir üretimden” söz edebiliriz.”

Gül Köksal, Doç. Dr., Mimar-Koruma Uzmanı, Araştırmacı
École Nationale Supérieure d’Architecture de Grenoble 

Konuyu birkaç adım geriden tartışmaya açmak isterim. Sorunuzda da yer alan Nizhny Tagil Tüzüğü’nde belirtildiği gibi sanayi yerleşimleri gündelik yaşamımızı dönüştürmeye devam eden Endüstri Devrimi’nin ürünü ve çeşitli özellikleri nedeniyle miraslaştırılıyor. İşte burada ilk sorunsal başlıyor; bu yapılar kimin mirası, bunları var edenler kimler, hangi özellikleri nedeniyle miras olarak kayda geçiriliyorlar, ulusal, evrensel tescil statüsü kazanıyorlar. İkinci sorunsal; bu yapılar neden işlevlerini yitiriyorlar; yeniden işlev “atamasına” kim, nasıl karar veriyor; neden ağırlıkla kültür-sanat mekanları olarak kullanmak tercih ediliyor? Bu iki sorunsala verilen yanıtlar doğrultusunda dönüşümün nasıl olduğu, süreçte nelerin gözetildiği de ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu yeni dönüşüm önceki dönüşüm süreçlerinin bir nevi uzantısı.

Bu yapılar, donanımları, yerleşkeler ve hepsinin toplamından meydana gelen endüstri peyzajı, toplumsal tabakalaşmanın sınırlarının çok daha net görüldüğü Endüstri Devrimi’nin ürünleri olarak işçi sınıfının, emekçinin çabaları ile mekansallaşmış, sermaye birikimi ve emek çatışmasının izlerini taşıyan, etrafında üretime bağlı yaşam alanları kurulmuş, mahalleler-kentler inşa edilmiş, çoğunlukla su kenarı, demiryolu gibi ulaşım ağları etrafında kalmış yerler. İşlevlerini yitirmeleri de kendiliğinden olmamış. Tıpkı inşa edildikleri zamanda olduğu gibi, kullanım dışı kalmalarının da arkasında politik-ekonomik gerekçeler var, bunlar ülkelere, kentlere göre değişiyor. İşlev yitimi ile mekansal üretimde bir kopuş olsa da, yani sanayi işlevi buradan uzaklaşsa bile, aynı üretim süreci olan kapitalist sistem içerisinde bir yeniden dönüşüm, diğer bir deyişle mekansal yeniden üretim gerçekleşiyor. Diğer bir deyişle, ilk sorunsaldaki neyin, nasıl miraslaştırıldığı ve ne şekilde ele alındığını da belirlemeye devam eden sermaye birikimi ve sınıf çatışması, görünmeyen emek süreci (kadın, çocuk, göçmen emeği de dahil) halen süregidiyor. Örneğin endüstri yapıları kültür-sanat işlevleri alarak artık kültür endüstrisinin nesnesi haline geliyor. Kültür-sanat endüstriyel bir üretim olduğunda, konum aldığı mekan sanayiden işlevsel olarak kopsa bile, ortamda aynı emek sömürüsü, ekolojik tahribat sürebiliyor (Galataport, Haliçport/Tersane İstanbul uygulamalarında olduğu gibi). Ayrıca kültür-sanat, sponsor edenlerin nezdinde bir kar ve/ya kültürel sermaye aracı olduğunda (ki çoklukla öyle) topluma sunulan şey, müzeleştirme, sanatsallaştırma vb. aracılığı ile üstüne para ödenerek faydalanılabilen bir tür tüketim ortamı oluyor. 

İlk sorunsala devam edersek; bu yapılar üretim ilişkileri bağlamında ekolojik veya iklimsel dönüşüm, ya da işçi sağlığı, iş güvenliği niteliğine bağlı olarak kazalar, ölümler; hak kayıpları ve mücadelesi ile ilişkili olarak emek-sermaye çatışması, grevler, eylemler; temel yaşam ihtiyaçlarına bağlı kentleşme sorunlarının da mekanı. Öyle steril, temiz, nostaljik alanlar değiller. Özetle buraya kadar kısaca saymaya çalıştığım somut olmayan tüm bu süreçlerin somut izlerini taşıyan yapılardan söz ediyoruz. Dolayısıyla bu peyzajı, inşa edildikleri zamandan bugüne yarattıkları politik, ekonomik, toplumsal, ekolojik, sosyal dönüşümler bağlamında okursak, yeni kazandığı “miras” statüsünü, değerler atfını ne şekilde ele alacağımız da bir hayli netleşiyor sanırım. Soruya geri dönersek, bu peyzajı var eden ekosistem, emek birikimi, çatışmalı geçmiş tüm yönleriyle gözetilirse; daha adil, eşit bir yeniden mekan üretimi için ilgili tüm bileşenlere sürecin parçası olma imkanı tanınırsa; kentin toprak değeri yüksek, gözde alanları haline gelen bu alanlar tabula rasa olarak boş bir sayfa gibi veya imar faaliyeti için bir fırsat olarak ele alınmazsa, işte o zaman kültür-sanat vb. için “başka bir üretimden” söz edebiliriz. Bunu da şöyle örnekleyebilirim, bir tarafta Eczacıbaşı veya Koç’un kültür-sanat üretim biçimi var, diğer tarafta da mesela Karşı Sanat veya Documentarist tarafından yapılmaya çalışılan kültürel sanatsal üretim var. Biri sermaye birikimi amaçlı, kapitalist sistemi besleyen, emek sömürüsünün, kentsel-ekolojik yıkımın üstünü örten, bunu meşrulaştıran ticari bir sanat üretimini destekliyor. Öteki de sisteme dair açıktan eleştirileri olan, sanatı toplum için üretmeye çalışan ve emeği ile geçimini sağlayan başka bir kültürel-sanatsal üretim biçimini deniyor.  

Sermaye birikimi, adı üstünde, kar elde etmeyi, birikime birikim katmayı ister. Kamu yararı da toplumun tüm kesimlerinin haklarını gözetir, eşit-adil bir ortam sunar, parasızdır. Dolayısıyla ilk soruda açmaya çalıştığım sermaye-emek çatışması bu soru bağlamında yeniden sahaya çıkıyor. Örneğin Eczacıbaşı, Koç gibi seküler sermaye (TÜSİAD bileşenleri) veya son zamanlarda yükselmeye çalışan siyasal islamın (MÜSİAD bileşenleri) sponsorluğundaki kültürel-sanatsal üretim ortamlarına bakalım, bu çatışmayı çok daha iyi görebiliriz. Bu gerilimi Türkiye’ye göre daha demokratik ülkelerde, örneğin Avrupa’da, kamu lehine düzenleyen, sermayeyi başı boş bırakmayan, katılımcı yolları geliştiren, yoksul insanları apar topar yaşadıkları yerden etmeden, soylulaştırmaya karşı yaşayanları ile yerinde dönüşümü uzun yıllara dayalı olarak ve ekolojik yıkımı körüklemeyecek şekilde icra edenler var. Peki bu neden Türkiye’de olmasın? Türkiye’de son 20 yılda gitgide gerileyen demokratik zafiyetler gerekçesiyle bu kadar da kötü uygulamalar neden olmak zorunda? Üstelik mekanlar nasıl yaşamımızı biçimlendiriyorsa, mekanı biçimlendiren biz meslek insanlarının da demokratik, katılımcı mekan üretiminde rolü neden yokmuş gibi davranalım? Bu sorgulamalar iyi mimarlık, meslek etiği gibi sorunsalları merkeze taşıyor kaçınılmaz olarak. Katılımcı süreci talep eden taban örgütlenmeleri var, kişisel olarak içinde yer aldığım kent hakkı mücadele oluşumları gibi. Burada sınıfsal olarak nerede durduğumuzun bilincinde olmak da önemli. Çünkü sermaye birikimi, proje müellifi mimarın tasarımını da kökten bozabiliyor. Karar verici kimse söz-yetki onda ve onun dediği oluyor; müellif, danışman yeri geliyor araçsallaşıyor. Bu nedenle katılımcılık sadece halk için değil, meslek insanı, meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri vb. herkes için bir talep olmalı. Esas bu konuda bir algı dönüşümü gerekiyor belki de.

Kamu yararı, herkesin eşit, adil bir şekilde yararlanabileceği, parasız, kamu kaynaklarının açık, şeffaf, sürdürülebilir bir biçimde kullanıldığı, ekosistemin, biyoçeşitliliğin gözetildiği, sermaye birikiminin denetimsiz bir şekilde kafasına göre hareket etmesine izin verilmediği, devlet tarafından denetlendiği ve yönetildiği, tabi ki devletin de ideolojik olarak kamucu olduğu bir yaklaşım bana göre. Fiziksel olarak mekanların dönüşümünün esas amacı, insanların, ekosistemin dönüşümü, yani yaşam alanlarının iyileşmesi, yaşam kalitesinin, sosyal olanakların artması, bu nedenle de fiziki dönüşümün kamu yararına araç olması mesele. Bu sadece endüstriyel peyzajın dönüşümünde değil, her türlü mekansal üretimde geçerli olması gereken bir ilke. Zaten bir yerde olmayınca, öbüründe de olmuyor haliyle. 

Almanya’da Ruhr isimli ağır sanayi havzasının 80’lerin sonundan bu yana geçirdiği dönüşüm sürecinden yararlanabilecek çokça örnek var. Fransa’da, Hollanda’da da öyle. Şu sıralar bu dönüşüm örneklerin üzerine geçen en az çeyrek asır sonrasında güncel durumunu, yaklaşımları yerinde inceliyorum. Görüyorum ki hedeflerin ne şekilde gerçekleştiği yine katılımcı yollarla tartışılıyor, geri bildirimlerle iyileştirmeler, yeni denemeler yapılıyor. Böyle örneklere bakmak muhakkak çok önemli. Öte yandan Türkiye’deki bu tür dönüşüm uygulamalarında dünyadan örneklerin, merkezi-yerel yönetimler, işverenler, mimarlar, mühendisler, müzeciler vd. kişiler tarafından hem de yerine giderek incelendiğini yakından biliyorum, tanığım. Sorun kendi koşullarımız ve bağlamımıza gelince -şu an olduğu gibi- katılımcılıktan uzak, kamuoyundan saklanan, anlaşmaların, bütçelerin gizli kapaklı yapıldığı, kamu zararı süreçler olmasında düğümleniyor. Sanırım esas sorunsal da bu. Neden böyle oluyor, bunda kimlerin, ne rolü var, nasıl dönüşebilir bu üretim biçimleri? 

“Ortak akıl üretmek için bütün tarafların olduğu bir masaya oturabilsek, o masadan herkesin kazançlı olduğu bir uzlaşmayla kalkabilsek ve bütün süreci apaçık izleyebilsek hem her şey çok daha iyi ve hem de herkes çok daha kazançlı olacaktır.”

Nevzat Sayın, Mimar
NSMH

Çok katmanlı bir mesele bu konu. Korumak, yeni bir işlevle kullanıma almak, sahibinin ve işletmecisinin kim olduğu gibi birbirine benzemeyen konular var. Bana en önemli nokta “Korunması gereken nedir?” sorusuymuş gibi geliyor. Her seferinde ve ısrarla bu soruyu yanıtlamaya çalışmak, cevabını tam olarak bilemesek bile cevabı bulmak için gösterdiğimiz çabayı anlamlı ve faydalı kılıyor. Bu tür yapıların eski hallerinin olabildiğince okunaklı bir şekilde tutulması, eski işlevinin izlenebilmesi, yeni eklerin okunaklı olmasını çok önemli buluyorum. Özellikle bizim gibi geçmişin kıymetli mimarlık nesnelerini (de) muhafaza etmeyen ama politik olarak alabildiğine muhafazakar olan bir toplumda endüstri mirası yapılar, bir an önce yıkılıp, imara açılması gereken ve arsayı gereksiz yere işgal eden bir hurda yığını gibi görülüyor. Koruma kurullarının işinin ehli insanlardan oluştuğu ve gerekçeli olarak koruma önerilerini geliştiren insanların olduğu evrelerde elde kalanlar zar zor korunabilmiş ama bu kez de nasıl korunacağının belirlenmesi sürecinde yeni işlevlerinin ne olacağı konusu gelmiş gündeme. Olabildiğince çok katılımlı ön tartışmalardan sonra ne yapılacağı kararları verilebilse, bu kararlar herkese açık olarak ilan edilebilse ve itirazlar dikkate alınabilse çok daha iyi olur. Ama böyle işlemiyor süreç. Önce bir yatırımcı bulunuyor ve ona uzun süreli kiralanıyor ve o yatırımcının insafına kalıyor her şey. Bu tür konular önünde sonunda “sosyal sorumluluk projeleri” olmalıdır ama bu işleyişte sosyal sorumluluk “karın maksimazyonu”na dönüşüyor! Bu en önemli nokta. Paylaşımcı bir düşünceyle, “ortak akıl” üretmeden yapılan kiralamalar, endüstri mirası üzerindeki kararlarda “patron”u en önemli kişiye dönüştürüyor.

Mevcut koşullarda, kamu yararını önceleyen, katılımcı bir dönüşüm metodu elbette uygulanabilir ama az önce anlattığım nedenlerle çok zor. İşin ele alınışı yanlış. En önemli dürtüsü daha çok ve daha çabuk kazanmak olan bir kişi ya da kurum kaçınılmaz olarak geri kalan her şeyi hiçe sayacaktır ve öyle de oluyor. Oysa “ortak akıl” üretmek için bütün tarafların olduğu bir masaya oturabilsek, o masadan herkesin kazançlı olduğu bir uzlaşmayla kalkabilsek ve bütün süreci apaçık izleyebilsek hem her şey çok daha iyi ve hem de herkes çok daha kazançlı olacaktır. Sadece endüstri mirası yapılar da değil, sanat için her tür sergileme alanı da sermaye gruplarının elinde. İstiklal caddesini düşünün; Garanti, Akbank, Yapı Kredi ve İş bankalarının sahibi olduğu sanat mekanları var. Mısır Apartmanı’nın içindeki “bağımsız” galeriler de olmasa sermaye ve sanat arasındaki “organik” ilişki iyice dayanılmaz olacak.

Endüstri mirası kapsamına giren yapıların “kamu malı” olduğunu içtenlikle kabul edersek sorun kalmayacak. “Mal sahibi”nin söz hakkının olmadığı bir durum olabilir mi? Oysa konu siyasi otoriteyle sermaye grupları arasındaki uzlaşmalar üzerinden ve geri kalan her şeyi hiçe sayarak geliştiriliyor. 

2006 yılında Santralİstanbul adıyla İstanbul Bilgi Üniversitesi yerleşkesi olarak kullanıma açılan Silahtarağa termik santrali zamana karşı yarışı yüzünden bir sürü aksaklık barındırsa da iyi bir örnekti ama ilk girişimcilerinin elinden çıkınca aynı iyiliği sürdüremedi. O “iyilik” patronların iyiliğiyle sınırlı kaldı. Son zamanlarda kullanıma açılan Hasanpaşa Gazhanesi’ndeki dönüşüm bugüne kadar yapılmış en iyi dönüşüm projesi gibi geliyor bana.